.quickedit {display:none;} .quickedit {display:none;}
Uluslararası İlişkiler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Uluslararası İlişkiler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Aralık 2016 Cuma

Suriye'de olanlardan kim sorumludur?


Suriye ile ilgili tartışmalarda Esat rejiminin taraftarlığını yapanlar siz konuşmaya başlar başlamaz hemen ABD emperyalizminden, İsrail entrikalarından bahsederek konuyu saptırma eğilimine giriyorlar nedense. 
ABD emperyalizmi, Rus emperyalizmi, bizim hatalı dış politikamız gibi söylemler Suriye'nin durumu ile ilgili olarak yapılan tartışmaların bir başka boyutu ve bu boyuttaki sorunlar da esas olarak Esat rejiminin kötü yönetiminin bir sonucu. 
ABD, Rusya'ya da oyun oynuyordur ama bir şey yapamıyor. 
Niye? 
Çünkü Rusya güçlü... 
Almanya'ya da oynamaya çalışıyordur ama yapamıyor. 
Neden? 
Çünkü Almanya hem güçlü, hem demokratik bir yönetimi var hem de iyi yönetiliyor. 
Suriye ve Irak gibi ülkelerde ise bu amacına kolayca ulaşıyor. 
Neden? 
Çünkü bu ülkeler çok geri kalmışlar. 
Çok kötü yönetiliyorlar. 
Hem de uzun süreden beri. 
Eğitimsiz ve ilkeller. 
Çünkü yönetim sadece kendisinin iktidarda kalmasını düşünmüş hep.
Ben Suriye'ye birçok defa gittim. 
Bunların çoğu Suriyeli heyetlerle beraber yapılmış resmi gezilerdi. 
Suriye bizden en az 40-50 sene gerideydi ben gittiğim dönemlerde. 
Her şey ilkel ve kötüydü. 
Trafik ışığı bile yoktu. 
Yol kenarları arıza yapmış arabalarla doluydu. 
Çünkü en yeni araba 15-20 yaşındaydı. 
Lazkiye'de bazı yeni arabalar gördüm. 
Suriyeli bir Türkmen albaya sordum. 
Yönetimdeki adamların çocuklarınınmış. 
Sadece yönetime yakın kesimler dışarıdan yeni araç,  getirebiliyormuş. 
Diğer vatandaşlar onların kullanmaktan bıktığı arabaları artık iyice eskidikten sonra onlardan alıyormuş. 
Daha neler gördüm anlat anlat bitmez. 
Bizi 1970'li yıllarda Akdeniz olimpiyatları için yapılmış stada götürdüler gezdirmek için.
Çünkü gösterebilecekleri daha iyi bir yerleri yoktu. 
Statta kapılar sökülüp götürülmüş. 
Ne olduğunu sordum. 
Türkmen kökenli albay kapıların çok para ettiği için Baasçıların çocukları tarafından söktürülerek satıldığını söyledi. 
Suriye'den Türkiye'ye ve Türkiye'den Suriye'ye yapılan kaçakçılığın hangi kalemlerde yapıldığından da Suriye'nin durumu anlaşılıyordu. 
Suriye'den bize yapılan kaçakçılıkta genellikle Suriye devlet üretme çiftliklerinden çalınan inekler yakalıyorduk sınırda. 
Bir diğer önemli madde de uyuşturucu maddelerin işlenmesinde kullanılan asit anhidrit. Türkiye'den Suriye'ye ise çanak antenler ve müştemilatı, pompalı tüfek, araba parçaları. Bunlar Suriye'de çok para ediyormuş. 
Çünkü arabaların çoğu eski ve dışarıdan parça ithalatı yapılmadığı için. 
Bir şey daha anlatayım bu kadar Suriye'debn bahsetmişker. 
Böylece Suriye'yi Baas yönetiminin ne hale getirdiği daha iyi anlaşılabilsin.
Sınır ihlali var diye Suriye bize protesto çekmişti bir defasında. 
Ben, bazı yetkililerle birlikte Suriyeli yetkililerle sınır kapısında görüşmeye gittim. 
Görüşme sonucunda iddiayı yerinde tetkik etmek için ihlal olduğu söylenen yerde bir gün sonra buluşmayı kararlaştırdık. 
Ertesi gün kararlaştırılan saatte ben bölgenin değişik ölçekteki haritaları ile bir GPS (Şimdi arabalara bile takılan, bulunduğun yari gösteren Tomtom gibi cihazların askeri ve daha fazla fonksiyonu olan modeli) alıp taburdan görevli personel ve kaymakamlık yetkilileriyle olay yerine gittim. 
Suriyeliler ise bomboş gelmişler. 
Yalnız yanlarında yaşlı bir adam vardı. 
Türkmen albaya bu kim diye sordum, bilirkişi olduğunu söyledi. 
Bilirkişi neyi biliyor anlamadığımdan meraklandım ama fazla bir şey sormadım çünkü ne zaman Türkmen albayla konuşsam Muhaberatçı yarbay hemen yanımıza yaklaşıyordu. 
O zaman da Türkmen albay paniğe kapılmaya başlıyordu. 
Ha bu arada bahsettiğim albay asker değil. 
Suriye'de sivil yöneticilerin bazılarına da rütbe veriyorlar. 
Aynı Osmanlıda sivil yöneticilere paşa dedikleri gibi bu adama da albay diyorlardı. 
Adamın başı belaya girer diye bir şey demedim. 
Sonra ben haritaları masaya koyup sınırın geçtiği yeri harita ve araziden göstererek sınırda bir yanlışlık olmadığını açıkladım.
Adamlar haritaları görüp beni dinledikten sonra kendi bilirkişilerini masaya çağırıp konuşturmaya başlamışlar. 
Meğer bilirkişi yakındaki köyde oturan bir çobanmış. 
Adam eskiden sınır bölgesine gelip hayvan otlatırmış. 
Uzun süre sınıra yaklaşmaya korktuğu için bölgeye gelmemiş. 
Ancak nasıl olduysa birkaç gün önce tekrar koyunları sınıra yaklaştırmış ve sınır taşının yerinin değiştiğini görmüş. 
Bunu duyunca gülmemek için kendimi zor tuttum. 
Adamların rejimi ilkel olunca her şeyleri, zihniyetleri de ilkel oluyor demek ki diye düşündüm. Hemen GPS'yi çıkarıp bulunduğumuz noktanın koordinatını aldım. 
Harita üzerinden de koordinatı okudum. 
İki rakam aynıydı. 
Bunu gösterdim ve köylünün çoktan beri buraya gelmediği için sınır taşının yerini yanlış hatırlıyor olabileceğini çünkü cihaz koordinatı ile harita koordinatı aynı olması sebebiyle sınırın değişmediğinin açık olduğunu anlattım. 
Adamlar önce elimdeki cihaza bakıp söylediğime inanmadılar. 
Bir plastik parçası nasıl yer söyleyebilir diye düşünmüşlerdir herhalde. 
Bir süre suskun kalıp hepsi muhaberatçı yarbaya bakmaya başladılar. 
Bu yarbayla görüşmelerde sürekli karşılaştığımızda biraz muhabbetim vardı. 
Ne de olsa ikimiz de istihbaratçıydık.
Ben de ona bakınca yarbay bana o alet nedir diye sordu. 
Ben istersen anlatayım bu cihazın ne olduğunu ve nasıl çalıştığını dedim. 
Tamam deyince cihazı masaya koyup ne olduğunu anlatmaya başladım. 
Hepsi gözlerini açmış ne olduğunu anlamaya çalışıyor, bu arada İstanbul'da üniversite okumuş bir Suriyeli tercüman da söylediklerimi tercüme ediyordu. 
Muhaberatçı hemen cebinden bir not defteri ve kalem çıkarıp cihazın şeklini çizdi ve tercümanın konuşmalarını not etmeye başladı. 
Herhalde çok önemli bir askeri sırrı anlattığımı düşünüyordu. 
Fakat bu cihazın sivil tipleri o zamanlar madencilik ve şehir planlamacılığı gibi alanlarda dünyanın çoğu yerinde kullanılıyordu. 
Şimdi telefonlar bile aynı işi yapıyor.
Konuşma bitince Muhaberatçı köylüyü biraz uzağa götürüp sıkı bir şekilde azarladı ve gönderdi. 
O geri geldikten sonra Suriye heyeti kusura bakmayın gibisinden bir şeyler söyleyip Suriye tarafına geçti. 
Biz de adamların durumuna acıyıp kendi halimize şükrederek sınırdan ayrıldık. 
Adamlar ülkeyi dünyadan soyutlamışlar, bırakın sıradan halkı yönetici kesiminden çoğu da dünyadan habersizdi. 
Ülkeyi çok kötü ve hoyratça yönetiyorlardı. 
Bu sebeple Esat yönetiminin ve Baas rejiminin savunulacak hiçbir tarafı yok. 
Ülkenin bu hale gelmesinden Baas ve Esatlar sorumludur. 
Hiç boşuna ABD'yi veya İsrail'i suçlamasınlar. 
Onlar bir şey yapmıyor demiyorum. 
Köpek havlar, kuş öter, yılan da sokar. 
Bu onların doğasında var. 
Emperyalist te sömürü için her şeyi yapar. 
Bu da emperyalizmin doğasında var. 
Ama nasıl yılan güçlü ve tedbirli birini sokamıyorsa emperyalistler de iyi yönetilen ülkelere istedikleri gibi oyun oynayamıyorlar. 
Irak ve Suriye'ye rahatça oyun oynadılar, çünkü bu ülkeler sapık diktatörler ve çarpık bir Arap sosyalizmi ideolojisine dayanan totaliter Baas rejimleri tarafından yönetildi yıllarca. 
Ve tabii ki çok kötü yönetildiler.
Bu sebeple her şeyin sorumlusu onlar.

Konuyla ilgili diğer hususlar hakkında tazılan bir yazıyı okumak için lütfen tıklayınız.

Halep'i ele geçiren Suriye rejiminin günahları.


Baba Esad zamanında da oğul Esad zamanında da Suriye sınırında bulundum ve birçok defa Suriye'ye gittim. 
Baba Esad süzme bir psikopattı. 
Kendisi Nusayri idi ama her cuma Şam'da, Sünniler için önemli bir şahsiyetin imamlık yaptığı bir camide cuma namazı kılardı. 
Fakat ne yaparsa yapsın, hangi mezhep veya ırka mensup olursa olsun benim için fark etmez. 
Çünkü cani ve katil ruhlu bir adamdı. 
Yerine de kendisi gibi bir oğul yetiştirdi ama kader midir nedir oğlan öldü. 
Bu sebeple Esad'ın etrafındaki (çoğu Sünni olan) Baasçılar ve ailenin önünde iki seçenek kaldı. 
Biri Beşar diğeri de şu anda Cumhuriyet Muhafızları komutanı olan kardeşi. 
Bu kardeş tam bir psikopat ve azıcık canı sıkıldığında birini işkenceye gönderen veya öldürten bir katil olduğu için, anne Esad, aile ileri gelenleri ve Baas yönetimi, daha efemine bir kişiliği olan ve kontrolü daha kolay olan Beşar'ı başkan yapmaya karar verdiler. 
Yaşı henüz 35-36 olduğu için kanun çıkarıp cumhurbaşkanı olmak için gerekli yaş sınırını düşürdüler ve babasının yerine komedi şeklindeki bir seçimle başkan yaptılar. 
Beşar İngiltere'de okumuş bir diş hekimi. 
Karısı da Suriye'deki en büyük Sünni Arap  aşiretlerinden birinin reisinin kızı. 
Başlangıçta Beşar'ın Suriye'ye internet getirme ve insanların bankamatik kartı kullanabilmesine izin vermek gibi Mozambik'te bile uzun süredir kullanılabilen yenilikleri yapmasına izin verdiler. 
Bir miktar da demokrasi söylemine ses çıkarmadılar. 
Ancak sivil toplum örgütleri kurulmaya başlayıp ta bu dernekler Esad'ın demokratikleşme söylemine güvenerek bazı basit taleplerde bulununca baba Esad'ın katil eski arkadaşları hemen devreye girdiler ve bu derneklerin başkanları tutuklandı. 
Daha ortada ne Arap baharı ne IŞİD, ne ABD ve ne de İsrail bahaneleri vardı. 
Belki Beşar iyi niyetli biriydi. 
İngiltere'de okuduğundan insan hakları ve demokrasi ile ilgili kitaplar okumuş ve bunlardan biraz da olsa etkilenmişti. 
Ama istediğini yapabilecek güç ve dirayeti yoktu. 
Bir müddet eski yöneticilerin huyuna gidip palazlanmaya çalıştı. 
Yerini koruyabileceğini düşünmeye başlayınca bu eski liderlerden bir kısmını da değiştirmeyi başarabildi. 
Ama annesi ve kardeşinin başı çektiği aile içindeki psikopat grubun gücünü kıramadığından pek bir şey yapamadı. Sonra Arap baharı geldi. 
Bundan tedirgin olduğundan sistemi babası gibi germeye ve böylece Muhaberat cinayetleri tekrar yaşanmaya başladı. Bu hava içinde eski alışkanlıklarını bırakamayan Muhabbet, Dera'da bir elektrik direğine yazı yazan birkaç reşit olmayan çocuğu içeri alıp işkencede öldürdü. 
Çocuklardan kurtulmak için bir dere kenarına attılar.
Fakat büyük bir hata yapmışlardı. 
Çocuklardan biri büyük bir Arap aşiretinin, bölgesinde sevilen ve sayılan reisinin oğluydu. 
Bu çocuklar bulununca Dera'da protesto yürüyüşleri başladı. 
Esat burada suçluları bulup cezalandırarak olayı yatıştırabilirdi ama yapmadı. 
Onun yerine halkın üzerine ateş açtırdı.
Fakat zaman babasının 80'li yıllarda bazı şehirleri haritadan silecek kadar bombaladığı zaman değildi. 
Kendi getirdiği internet, yabancı ve yerli basın sayesinde olaylar duyulunca ülke karıştı. 
Her şehirde barışçı ve tek bir silahlı örgütün bulunmadığı protestolar başladı. 
Bu protestolar da, eğer yönetim isteseydi, yatıştırılabilirdi ama zamanın değiştiğini fark edemediklerinden eski kan içici yöntemleri uygulamaya başladılar. 
Ordu sokaklara çıkıp halkın üstüne ateş açtı ve katliamlar yapmaya başladı. 
Hala ülkede herhangi bir silahlı örgüt yoktu. İlk olarak Suriye ordusundan bazı subaylar kaçarak ÖSO adıyla bir direniş örgütü kurdular. 
Fakat Esad bunları temizlerim diye yanlış bir hesapla ağır silahlarla şehirlere saldırıp PYD nin öncülleriyle işbirliği yapınca ülkede bir çok yerde kontrolü kaybetti. 
Böylece her yerde bazı yerel direniş grupları ortaya çıkmaya başladı. 
Yeni kurulan ÖSO, henüz çok zayıf olduğundan Esadlar gibi çoğu yerde kontrolü sağlayamadı ve değişik radikal dinci örgütler ülkeye akın ederek bazı bölgelerden kontrolü ele geçirmeye başladılar. 
Bu durumun ve bu arada bu gün Esat rejiminin insanları öldürmesine bahane olarak gösterdiği IŞİD gibi terör örgütlerinin ülkede yerleşmesinin esas sorumlusu Baas yönetimidir. 
Salak ve romantik oğlan, babası kadar zalim olamadığı gibi babası kadar da liderliği olmadığından ülkede şu anda kukla durumunda. 
Suriyeyi şimdi Şebiya denilen çeteler, Lübnanlı Hizbullahçılar, İran Devrim Muhafızları, Ruslar ve biraz da Esat ailesi (Beşar değil ama annesi ve kardeşi) ile babasının eski arkadaşları yönetiyor. 
Benim öğrendiğime göre Beşar işler karışınca karısını ve çocuklarını Moskova'ya gönderip kendi de çok sıkışırsa gitmeyi düşünüyormuş. 
Fakat Rusya açık açık askeri destek vermeye başlayınca tutunabileceklerini anlayan eski, yöneticilerin baskısıyla bu planından vazgeçmiş. 
Her ne ise....
Sadede geliyorum. 
Şimdi biz ne diyoruz?
Bizde başkanlık olmasın. 
Türkiye bir Ortadoğu ülkesi gibi tek adam yönetimine geçmesin. 
Erdoğan, Esat veya Saddam gibi olmasın. 
Eeee? Esat olma yolunda giden birine bu kadar karşı çıkarken Esat ve zalim rejimini allayıp pullarsak kendi kendimizle çelişmiş olmaz mıyız? 
Bu sebeple Esad'ı allayıp pullayanları anlamakta zorluk çekiyorum. 
Benim bakış açımla Suriye böyle görünüyor.
Saygılar sunarım.

Konu ile ilgili diğer bir yazıyı okumak için lütfen tıklayınız.

4 Nisan 2016 Pazartesi

Suriye İç Savaşı Neden Uzun Sürdü?




 Suriye İç Savaşı Neden Uzun Sürdü? Stratejik Öngörü mü, Stratejik Öküzlük mü?

    (Savaş. Barış, Çatışma. Arap Baharı, Arap Kışı, Rusya, ABD, Fransa, İngiltere, Almanya, İran, Türkiye, Suudi Arabistan, IŞİD, DEAŞ, Terör, Savaş, Çatışma, PKK, Devsol, HİZBULLAH, İsrail)

     2010 yılında, Arap Baharı son hızla yoluna devam ederek sonunda olaylar Suriye’ye sıçradığında, başta bizim hükumetimiz olmak üzere; Suudi Arabistan ve Katar gibi ülkeler bu durumu çok aceleci bir tavırla; ‘’Esat yönetimi ve Baas rejiminin kısa süre içinde yıkılacağı’’ şeklinde değerlendirdiler. Ancak; en basit bir stratejik vizyondan bile oldukça uzak bu değerlendirmenin hatalı olduğu kısa süre içinde ortaya çıktı. Suriye’de rejim hala ayakta olmakla kalmıyor uluslararası destek alarak direnmeye ve etki alanını genişletmeye devam ediyor.
     Peki, neden böyle bir hatalı değerlendirme yapıldı? Bana soracak olursanız bunu cevaplamak oldukça zor. Çünkü azıcık tarih okuyan, Suriye ve Ortadoğu hakkında biraz bilgisi olan hiç kimsenin böyle bir hataya düşmemesi gerekirdi. Bu konuyu biraz açmaya çalışayım. Suriye’de Baas rejiminin yıkılmamasının çok açık görülebilecek olan, iç ve dış olarak iki sebebi olduğunu değerlendiriyorum.
İç sebeplerle konuyu incelemeye başlayalım. Baas rejimi, sanıldığı gibi Nusayri mezhebinden olanlara dayanan bir rejim değildir. Arap milliyetçisi bir ucube Arap Sosyalizmi ideolojisine dayanan bir tek parti rejimidir. Bu rejim, anti demokratik ve otokratik bir rejimdir. Bu sebeple ülkeyi sıkı bir kontrol altında yönetmek için yönetimi eline geçirdiği ilk günden beri amacına uygun bir örgütlenme içine girmiştir. Bu örgütlenme; parti teşkilatları, silahlı kuvvetler ve istihbarat teşkilatı temelinde oluşturulmuştur.
     Parti konusuna bakarsak, Suriye’nin (görüntüdeki bazı küçük partilerin varlığına rağmen), tamamen Baas Partisi tarafından, demir bir yumrukla yönetildiğini söyleyebiliriz. Silahlı Kuvvetler ise Muhaberat ile birlikte bu partinin yönetiminin en önemli unsurları olmuştur. Silahlı kuvvetler; dış düşmanlara karşı savaşacak unsurlar ile daha çok iç düşman diye tabir edilen unsurlara karşı kurulmuş olan Cumhuriyet Muhafızlarından oluşmuştur. Bu birlikler (Cumhuriyet Muhafızları) tam kadrolu, en iyi silah ve teçhizatla donatılmış birliklerdir ve Baas rejimine en sadık unsurlardan teşekkül ettirilmişlerdir. Bu birliklerin komutanları da Esat sülalesinden kişilerdir. Bu birlikler adından da anlaşılabileceği gibi Suriye Arap Cumhuriyeti rejimini korumaktan sorumlu, rejimin resmi muhafızlarıdırlar. Bunun dışında, lise çağına gelmiş her genç, bir tür paramiliter güç oluşturacak şekilde örgütlenmiştir. Bu örgütlenme en küçük köylere kadar yaygınlaştırılmıştır. Bunlar da hem rejimi, hem de dış güçlerin işgali sonucunda bulundukları bölgenin savunulması için kurulmuştur. Muhaberat’a gelince, şunu rahatça söyleyebiliriz ki ‘’Baas rejimi bir Muhaberat rejimi şeklinde gelişme göstermiştir.’’ Muhaberat, ülkedeki her şeye hâkim durumdadır. Açık ve gizli elemanları milyonları bulmaktadır. En küçük mezraya kadar muhakkak bir veya daha fazla Muhaberat unsuru bulunmaktadır. Hal böyle olunca Baas rejimi, yönetimi bir darbe ile ele geçirdiğinden beri  ülkeyi rahatça kontrol altında tutabilmiştir.
     İkinci önemli iç sebep ise rejimin uzun süren iktidarı döneminde taraftar kitlesini genişletmiş olmasıdır. Türkiye’de (belki de, Suriye üzerinden Türkiye’de Alevi-Sünni çatışmasının tohumlarını atmak için Rusya ve İran tarafından yapılan bir kampanya sonucunda) Nusayriler Alevi olarak gösterilip Suriye rejiminin bir Alevi rejimi olduğu propagandaları yapılmasına rağmen Baasçı Arap milliyetçiliği Sünni Arap aşiretlerinin önemli bir kesimince de benimsenmiştir. Hristiyan Araplar ise bu rejimin başlangıç ideolojisinin kurucuları olduğundan zaten rejime sadıktırlar. Ayrıca; Ermeni, Süryani vb. küçük azınlıklar da ülkenin laik yapısı sebebiyle rejime sadık kalmışlardır. Hatta Araplaşmış bazı Türkmenler bile rejimin bekçiliğini yapmaktan geri kalmamışlardır. Bu durum dikkate alındığında, Türkiye’de bazılarının söylediği gibi, Suriye; %13 Nusayri azınlığın çoğunluğu yönettiği bir devlet değildir. Yukarıda saydığımız kesimler rejimi desteklerken, bunların yanında devlet desteğiyle para kazanan ve her şehirde ortaya çıkmış olan değişik inanç ve etnik kökenden gelen küçük burjuva için de rejimin devamlılığı desteklenmektedir. Böylece rejim en az bizim hükumetimizin aldığı oy kadar halk desteğine sahiptir.
Bu rejime sadık unsurların bir başka özelliği de Şam’dan Kuzeye doğru; Hama, Lazkiye, Humus gibi şehirlerde yoğunlaşmış olmalarıdır. Daha önce Suriye’nin jeopolitiği ile ilgili yazdığım yazılarda da belirttiğim gibi Suriye’de en önemli bölge bu büyük yerleşim yerlerinin olduğu bölgedir. Kuzeyde Kürtlerin yaşadığı bölge rejimin varlığı için hayati değildir. Hatta buradaki Kürtlerin bağımsız bir devlet kurmaları Suriye’den çok Türkiye için tehdit teşkil eder. Zaten bu sebeple rejim, iç çatışmalar başladığından beri PYD ve Kürtlerle genellikle işbirliği yapmaktadır. Ülkenin doğusu ise seyrek nüfuslu çöllerden oluşur. Bu bölgede ayrı bir yönetim kurup yaşatmak pek mümkün değildir. Rejim güçlerinin taarruzlarına bakacak olursak onların da, saydığım bu bölgelere değil de Lazkiye’yi emniyete alacak bölgelerle Halep gibi aynı hat üzerindeki diğer önemli bir yerleşim bölgesine saldırdıklarını görülmektedir.
     İç sebeplerden belki de en önemlisi ülkede baskıcı ve acımasız rejim sebebiyle örgütlü bir muhalefetin bulunmamasıdır. Ülkede tek örgütlü muhalefet Müslüman Kardeşler olmuştur. Fakat baba Esat zamanında çıkan kalkışma sırasında ve sonrasında o kadar büyük ve sınırsız bir şiddet uygulanmıştır ki Müslüman Kardeşler örgütünün ileri gelenlerinin çok az bir kısmı, ancak yurt dışına kaçarak hayatlarını kurtarabilmişlerdir. Bu örgütün taraftarları ve yöneticileri; akrabaları, eşleri ve çocuklarına kadar vahşi bir katliama maruz kaldıklarından ülkede güçlerini kaybetmişlerdir. Zaten bu sebeple, devam eden iç savaşta da Müslüman Kardeşler etkili olamamış ve meydan Afganistan Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan cihatçıların katılımıyla iyice güçlenen IŞİD’a kalmıştır.
     Bu iç sebepler yanında bazı dış sebepler de mevcuttur. Suriye, tarihi boyunca stratejik güçler arasında mücadele alanı olan bir ara bölge niteliğinde olmuştur. Bu gün de durum değişmemiştir. Mesela Türkiye açısından, Arap dünyası ve Ortadoğu’ya açılım için en önemli bölge Suriye topraklarının oluşturduğu bölgedir. Bu devletin toprakları Ortadoğu petrol ve gazının Akdeniz’e akıtılması için en kısa yolun geçtiği topraklardır. Öte yandan bölgede Batı jandarması olarak kurulan İsrail ile en uzun süre savaşan devlet yine Suriye olmuştur.
     Suriye İran için de çok önemlidir. İran, Şii inancını ideoloji olarak kullandığından Şii-Nusayrileri her zaman kendisi için doğal bir müttefik olarak görmüştür. Ayrıca Suriye, İran için bir müttefik olarak Akdeniz’e açılan bir kapı olduğu kadar Batı’dan gelecek saldırılara karşı bir kalkan vazifesi de görmektedir. Öte yandan, eğer Suriye rejimi tasfiye edilirse sıranın kendine geleceğini bilen İran, iç savaş sırasında Suriye rejimini başlangıçtan itibaren fiili olarak desteklemiştir. İran için diğer önemli bir konu da kendi yayılmacı politikaları için Suriye’nin taşıdığı önemdir. Bir ara ABD tarafından da (İslam dünyasını ikiye bölmek için) dillendirilen Şii Hilali kuşağında da en önemli ülkelerden biri Suriye’dir. Suriye, Şii Hilalin kuzeybatısını oluşturmaktadır ve Suriye olmadan bu hilal, hilal olmayı bile başaramaz.
Suriye; Filistin örgütlerinin bir kısmı, aşırı sol Türk örgütleri ve Lübnan Hizbullah’ı gibi örgütler için de çok önemlidir. Çünkü bu örgütlerin oluşum ve gelişim aşamalarının tamamında en büyük desteği Suriye rejimi vermiştir. Suriye, PKK için de uzun yıllar boyunca en büyük koruyucu ve destekleyici olmuştur. Hatta Esat rejimi hala PYD üzerinden Türkiye’yi zor duruma sokmak için çaba sarf etmektedir. Bu rejim yıkılırsa bu örgütlerin yaşaması da oldukça zor olacaktır. Zaten bu sebeple başta Hizbullah militanları olmak üzere bazı Türk ve Filistin örgütlerinin militanları bu gün Esat rejimi yanında savaşmaktadırlar.
     Suriye Rusya açısından da çok önemlidir. Çünkü Rusya’nın Akdeniz’deki tek deniz ve hava üssü Suriye’deki Tartus Limanı’ndadır. Rusya, rejimin düşmesi halinde bu üslerini kaybedeceğini bildiğinden Esat rejimine başlangıçtan itibaren destek vermektedir.
Çok açık bir müdahalede bulunmasa da Çin için de Suriye'nin Batı taraftarı bir rejimle yönetilmesi uygun bir durum değildir. ABD ile petrol ve ticaret malları taşımacılığında, taşıma yolları üzerinden sessiz bir savaş yürüten Çin için Suriye’nin ABD ve AB ile iyi ilişkiler içinde olan bir rejimin yönetimine geçmesi uygun değildir.
     Suriye, Ortadoğu’da her zaman etkili olmaya çalışmış olan İngiltere, Fransa ve Almanya için de bölgeye giriş noktası olması açısından çok önemlidir. Bu ülkelerin hiç biri Suudi Arabistan-Katar veya Türkiye kontrolünde bir Suriye rejiminin kurulmasını istemez.
     Burada daha birçok sebep sıralanabilir. Ancak Suriye iç savaşının kısa sürede sona ermeyeceğini, Esat rejiminin kolay kolay yıkılmayacağını anlamak için bu kadarı bile yeterlidir. Bizim hükumetimizin hala bunu anlamamasını anlamak oldukça zor. Ya hayal âleminde yaşıyorlar, ya kendilerini çok güçlü görüyorlar veya stratejiyi üniversitede anlatılan bir dersten ibaret sanan, bir zamanların danışmanı, dış işleri bakanı ve nihayet günümüzün başbakanının konuşmaları hükümetin emir kulu elemanlarını gereğinden fazla etkiliyor. Ama şu anda açıkça ortaya çıkmıştır ki; üniversite kürsüsünde anlatılan ders sahaya, evdeki hesap çarşıya uymamaktadır. Ve maalesef bu yanlış hesaplar sonucunda Türkiye, bölgede tek bir kıvılcımla patlayacak bir savaşa doğru hızla sürüklenmektedir.
     Ben kişisel olarak, önümüzdeki baharda, bölgede değişik devletlerin karıştığı bir savaş veya en azından şiddetli bölgesel çatışmaların çıkma olasılığının oldukça yüksek olduğunu düşünüyorum. Bunu da bir sonraki yazımda açıklamaya çalışacağım. 
      Saygılar sunarım.




19.1.2016. M.Ç.

25 Mart 2016 Cuma

Bu gün Ortadoğu'da yaşananlar üzerinden İsmet İnönü'nün diktatörlüğü üzerine düşünceler.





 Bu gün Ortadoğu'da yaşananlar üzerinden İsmet İnönü'nün 

diktatörlüğü üzerine düşünceler.

Kendini sağcı veya dindar diye tanımlayan bazı kimseler İsmet İnönü'ye her fırsatta çamur atıyor. Elbette İnönü de bir insandır ve birçok hata yapmıştır. Ben de bazen bazı uygulamalarını eleştirmişimdir. Ancak çevremize bir bakın. İnönü'ye diktatör diyen kişilerin ne kadar haksız olduğunu göreceksiniz. Çevremizde, hem de sadece Ortadoğu'da değil, Balkanlarda ve Kafkasya'da başkalarının himmet ve yardımıyla kurulan ülkelerinde genellikle askeri bir darbe ile iktidara gelen birçok gerçek diktatör ortaya çıktı. Bunların hiç biri ölmedikçe iktidarlarını bırakmadılar. Bu diktatörlerin en uç örnekleri de son yıllarda daha iyi görülmektedir. Libya'da Kaddafi, Irak'ta Saddam, Yemende Abdullah Salih, Suriye'de Esatlar ve BAAS rejimi iktidarı bırakmamak için milyonlarca insanın ölümüne veya göç etmesine aldırmadılar. Kendi askerleri ile kendi vatandaşlarına ateş ettirip yüzbinlercesini katlettiler. Zaten iktidarları süresince de yüzbinlerce insanı işkence odalarında öldürmüşlerdi. Şimdi iyice zıvanadan çıkarak kendi uçakları ve tankları-topları ile kendi şehir ve köylerini bombalayıp kadın-erkek, yaşlı-genç, çocuk-bebek ayırmadan öldürdüler ve hala devam ediyorlar. Ama İsmet İnönü 1950'de demokratik bir seçimle iktidarı başka bir siyasi partiye devretti. Sırf bu sebeple bile takdir edilmesi gereken biri. Üstelik bu ülkenin kuruluşunda kanıyla, teriyle ön planda hizmet etmiş, Kurtuluş Savaşı sırasında cepheden ayrılmamış biri olmasına rağmen bunu yaptı. Daha da ötesini söylersek bu yeni iktidar partisinin arkasına Kurtuluş Savaşı sırasında Yunan ordusu hilafet ordusudur diye fetva veren, ordu en zor durumda iken düşmanla işbirliği yapıp isyan edenler ve çocuklarının toplanmış olması ihtimaline rağmen demokrasiye geçiş önünde direnmedi. Bence bunları iyi düşünmek lazım. Hem İnönü'ye hakaret etmeye çalışanların, hem de Ortadoğu'daki günümüzün manyak diktatörlerini destekleyenlerin iyi düşünmesi gerekir diye düşünüyorum.


14 Mart 2016 Pazartesi

Osmanlı İmparatorluğu'nu karalamanın dayanılmaz hafifliği? Gerçekten de bazıları hafiflik mi yapıyor?





Osmanlı İmparatorluğu'nu karalamanın dayanılmaz hafifliği?

Gerçekten de bazıları hafiflik mi yapıyor?

  Son zamanlarda ülkemdeki insanları anlamakta giderek daha fazla zorlanmaya başladım. Bazıları kafasına fes takıp hırpani bir kıyafetle soytarı gibi ortada dolaşıp Osmanlı torunu olduğunu söyleyip Cumhuriyete hakaret etmeye çalışırken bazıları da sözde bu geri zekalılara karşılık verdiklerini düşünerek Osmanlı İmparatorluğu'na her türlü haksız ve hakaret içeren cümleler kurmaktan çekinmiyor. Sanırsın ki Türkiye'de değil de Türk düşmanlarıyla dolu bir ülkede yaşıyoruz. 
     Tüm dünyada insanlar ataları ile övünürken bizde bir grup yakın dönem geçmişimize, bir grup ta biraz daha uzun geçmişimize nasıl çamur atarım derdine ve yarışına girmiş gibi. Ben kafasına fes giyen manyaklara burada bir şey demeyeceğim. Onlar Atatürk'ün ülkeyi modernleştirmesine kızıp Osmanlı'ya sarılırken biraz zahmet edip te Atatürk'ün yaptıklarının, yani modernleşmenin temelini atan Osmanlı padişahlarının hayatını okusunlar bir zahmet. O zaman Atatürk'ün yüzyıllar boyunca Osmanlı Padişahlarının uğraşıp ta tam olarak gerçekleştiremediği şeyleri yaptığını görecekler ve eğer biraz utanmaları varsa utanacaklardır. Ben burada Osmanlı'ya çamur atmanın dayanılmaz hafifliğini yaşamak için ağzına ne gelirse söyleyenlere birkaç şey söylemek istiyorum.
     Bu tür davranışlar içinde bulunanlar genellikle Osmanlı padişahlarının yabancı kadınlardan çocuk yapmaları, yani padişahların çoğunun annesinin Türk olmamasını, harem yaşamını, yani padişahların çok sayıda kadınla birlikte olmasını, tahta geçen padişahların kardeşlerini öldürtmesini dillendiriyorlar genellikle. Ve bunu yaparken de Padişahları da aynı kendileri gibi evinde masa başında internete giren ve hala yaşayan insanlarmış gibi düşünerek onları bu günün şartlarına göre değerlendirmektedirler. 
     En acı olanı da sadece bir padişahı veya belli bir dönemi alıp sanki Osmanlı kurulduktan yıkılana kadar hep öyleymiş gibi yansıtmaları. Bu en çok yapılan hata. Mesela III. Osman'ı ele alıp padişahların 100'den fazla çocuğu olduğunu söyleyen olduğu gibi Fatih'in Yeniçeri Ocağını ve devşirmeleri güçlendirmesine değinerek Osmanlının Türkleri hep geri plana attığını, öte yandan Yavuz Sultan Selim'i örnek göstererek Osmanlının Türk düşmanı olduğunu söyleyenler oluyor. Ama böyle tek tek olayları almak oldukça yanıltıcı sonuçlara götürür bizi.
     Ben 50'ye geldim, çocukluğumla delikanlılığımda farklıydım. Bu yaşa geldim biraz daha değiştim. Tek bir insanın hayatı bile, kişi aynı olmasına rağmen, sadece bir dönemine bakarak değerlendirilemezken 600 küsur sene yaşayan bir imparatorluk tek bir padişaha veye bir döneme bakılarak nasıl yorumlar yapılıyor ben şahsen anlamakta zorluk çekiyorum. 
     Ayrıca 1300'lerde kurulmuş bir devleti o zamanın dünyasını göz önüne almadan 2016'ya göre değerlendirmek te çok mantıklı gelmiyor bana. Bize şu anda çok saçma gelen şeylerin çoğu o zamanlar çok sıradan şeylerdi. İsterseniz buna bir örnek vereyim. İbni Sina tıp literatürünü ilk defa bir kitapta toplayan kişidir. O dönem için tıp alanında bir dahi kabul edilen bir şahsın (Bu gün de tarihçiler aynı fikirdeler, adam gerçekten de dahiymiş.) yazdığı bu tıp kitabının bu gün yüzde doksanının modern tıp açısından çok hatalı ve tedavilerin bir kısmının yararsız bir kısmının da zararlı olduğu söyleniyor. Ama bu durum onun dehasının ve yaptığı işin önemini azaltmıyor. Çünkü o bu günkü tıbbın gelişmesi açısından çok önemli bir safhanın geçilmesini sağlamış.
     Şimdi konumuza gelelim ve bununla ilgili olarak ta bazı örnekler verelim. Mesela herkes tutturmuş diyor ki Osmanlı padişahları hep yabancılarla evlenmiş. Gerçi bu tam doğru değil. Türklerle evlenen padişahlar da var. Ama farz edelim öyle olsun. Bu bugün bazılarına anormalmiş gibi gelebilir. O zaman lutfedip bizim Cumhuriyet hükumetlerini incelesinler. Göreceklerdir ki bizim hükumetlerimizde de her zaman bir-iki bakanın eşinin yabancı kökenlidir. 
     Bunu bir de şöyle düşünün. O zamanlar bu durum dünyanın hemen her yerinde aynıymış. Asya ve Ortadoğu'daki hükümdarları bir yana koyalım ama Batı'da da bu böyleymiş. Mesela İngiliz kıralları genellikle Fransa, İspanya ve Almanya'dan prenseslerle evlenmişler. Rus sarayında çoğu prens ve prenses Rusça bile bilmezmiş. Yani yabancılarla evlenmek geçmişteki hanedanlıkların genel uygulaması. O dönem için de hiç anormal karşılanmıyormuş. 
      Tek fark şu ki Osmanlı padişahları başlangıçta aynı Avrupalı hanedan mensupları gibi başka devletlerin prensesleri ile evlenirken bir dönemden sonra köleler arasından seçilerek eğitilen yabancılarla evlenmişler. Yabancılar ise başka bir hanedandan gelen bir prenses ile evlenmeye devam etmişler ama bunun da mahzurları ortaya çıkmış. Bir müddet sonra Avrupa hanedanlarının hepsi bir şekilde birbirleriyle akraba olmuşlar. Bu da Avrupa hanedanlarında kan bağı sebebiyle aktarılan bazı kalıtsal hastalıklara sebep olmuş. Ayrıca bu durum öyle bir hal almış ki 1. Dünya Savaşı sonrası devrilen bütün krallar, Rus ve Bulgar Çarı dahil İngiliz Kraliçesi Victoria'nın akrabasıymış. Bu durum hala da devam ediyor. Mesela bugünkü İngiliz Kraliçesi 2. Elisabeth'in kocası son yunan kralının kardeşi ve Sakarya Meydan Muharebesi'nde bir yunan kolordusuna komuta eden Prens Andrew'in savaş sırasında doğan oğlu. Yani o iddia edilen şeyler sadece bize ait değil. 
      Öte yandan bizim tarihimizde de yabancı kadınla evlenmek sadece Osmanlı'ya has değil. Hatta ilk Türk imparatoru Mete/Oğuz Han'ın babası da karısı ölünce Çinli bir prensesle evlenmiş ve Oğuz Han'ı Çin sarayına esir vermiş. Mete babasının Çin dinine geçtiğini ve Çinli karısından olan çocuğu (henüz çocuk yaştaymış) kendi yerine veliaht bıraktığını duyunca Çin sarayından kaçarak geri dönmüş ve kendine bir ordu kurmuş Bir gün kendisini görmeye gelen babasını adamlarına oklatarak öldürtmüş, Çinli kadın ve oğlunu da ortadan kaldırmış ve kendisi han olmuş. 
     Bu kardeşlerini öldürme eleştirisine de bir cevap sayılır aynı zamanda. Yani kardeş öldürmek sadece Osmanlı hanedanının yaptığı bir şey değil. Başka bir örnek daha vereyim. Bizim Hindistan'da kurulan Türk devletlerinin tarihini okuyun isterseniz. Şah veya padişah unvanını alan bu kişilerin çok az bir kısmı tahtında normal yolla ölmüş. Tamamına yakını, bir oğlu tarafından tahttan indirilip hapsedilmiş ve bazı iddialara göre birçoğu hapisteyken  öldürülmüş. Bu olay o dönem ayıplanan veya kötü gözle görülen bir şey değilmiş herhalde. Çünkü halk ve devlet erkanı bunu sorun edip yeni Şah'a karşı çıkmamış. 
    Hadi bunlar normal insanlar. İktidar için nefislerine yenildiler diyelim. Ya 4 halife dönemi ve sonrasına ne demeli? Peygamberimiz ölür ölmez, daha içeride cenaze hazırlanırken dışarıda yerine kimin geçeceği pazarlıkları yapılmış. İlk halifede çok sorun yaşanmamış. Adaylar arasında en yaşlısı olduğundan kimse pek itiraz etmemiş. Zaten Halife olduktan sonra çok yaşamamış ve eceliyle ölmüş. Ama diğer halifelerin hiç biri eceliyle ölmemiş. İkisi bıçaklanmış, (Hz.) Osman ise linç edilmiş. Daha peygamberin hatıraları çok tazeyken (Hz.) Ali ve Muaviye iktidar için meydan savaşı yapmışlar. Binlerce Müslüman ölmüş. Yezit ise daha da kötüsünü yapmış iktidarda kalabilmek için: Peygamberin torunlarından birini zehirletmiş, birini ise Kerbela'da öldürtmüş. 
      Hadi biraz da yabancılara gidelim. İngiltere'yi, Galler ve İskoçya'yı alarak İngiltere yapan 8. Hery diye bir kıral var. 1500'lerde Kanuni dönemlerinde yaşamış. Adam, veliaht olan abisi ölünce, aynı Beşar Esat'ın Suriye'de olduğu gibi, hiç hesapta yokken kral olmuş. Kral olurken de aynı zamanda İspanya Kralının kızı olan abisinin karısı ile evlenmiş. İlginç değil mi? Abisinin karısı ile evlenen İngiliz kralı. İngilizler bunu hiç dert etmiyorlar. Tudor hanedanının en önemli kralı olan bu adamı biraz eğlenceli bir dille anlatsalar da saygıda kusur etmiyorlar.
      Sonra bu kadından erkek çocuğu olmayınca, bunu abisinin karısı ile evlenmenin getirdiği bir uğursuzluk diye düşünerek boşanmak istemiş. Ama Papa, en büyük destekçisi olan  İspanya kralının kızı zor duruma düşecek diye buna karşı çıkmış. Fakat Henry biraz çılgın bir adammış. O zamanlar kimsenin karşı çıkmadığı iki kişiye, Avrupa'nın dini tek otoritesi Papa ve en güçlü siyasi otoritesi İspanya kralına meydan okumuş. Adam kadını boşadığı gibi ülkedeki tüm kiliselere el koyup Katolik papazları öldürtmüş veya kovmuş. Kiliselerdeki para, gümüş ve altın ile kilise arazilerine el koymuş. Bir papaz bulup Aynen Yavuz Sultan Selim'in Mısır seferinden sonra kendini halife ilan etmesi gibi kendisini İngiliz kilisesinin başı,  o papazı da yardımcısı atamış. Atadığı papaz da yeni bir kilise, İngiliz milli kilisesi olan Anglikan kilisesini kurmuş. 
     Henry eski kadını boşamış ama aldığı yeni kadın onu eski sevgilisi ile aldatınca hayal kırıklığı yaşamış ve bağırsaklarını deşerek yaptırdığı bir işkencenin ardından ikisini de kafalarını kestirmiş. Sonra hemen başka bir genç kadınla evlenmiş. Ama kısa süre sonra bundan da sıkılınca bu sefer ''bu kadın beni aldatıyor'' diye (aslında yalan) o kadının da kafasını kestirmiş ve başka kadınla evlenmiş. Böyle böyle adamın onlarca cariyesi yanında tam 6 karısı olmuş. Sanırım 3'ünü bu öldürtmüş. Biri İspanya'ya dönmüş, biri eceli ile ölmüş, sonuncusu ise ondan uzun yaşamış. Bu kadar acayip işler yapmasına rağmen hiçbir İngiliz bu işlerden dolayı bu krala sövmüyor. Çünkü o adamın İngiltere İmparatorluğu'nun temellerini attığını biliyorlar. En çok tanınan kral da o. İlkokulda bile hayatı ders olarak okutuluyor.
       Bir olay daha anlatayım İngiltere'den. İngilizlerin ilk kraliyet sarayı olan Tower of London'a toplantı vs. için bir iki defa gitmiştim. Orada krallar hakkında anlatılanlar acayip korkunç ve sadistçeydi. Biraz anlatayım isterseniz. Eğer bir prens babası ölünce hemen saraya gelip diğer kardeşlerini öldüremezse onlar da saraydaki veya civardan topladığı adamlarıyla hazırlanır ve sarayda ölümüne bir kavga olurmuş. Eğer bir prens öldürülürse kafası kesilip, sarayın önünde sırf bu iş için yapılmış bir tepeciğe konurmuş. Onun taraftarları bunu görünce hemen sağ kalanlardan birini seçer ve onun yanında savaşa katılırmış. Eğer prens sayısı çoksa her kesilen baş aynı yere konur ve aynı süreç işlermiş. Prensler tek kişi kalana kadar bu böyle devam edermiş. Ama esas sadistlik te bundan sonra başlarmış. 
     Ölen prenslerin parçalanan uzuvları iğne-iplikle  dikilerek bütün hale getirilir ve Thames Nehri üzerinde, saraya yakın bir yerdeki köprüye aynen idam edilmiş gibi asılırmış. Bunları bütün halk görüp te herkes yeni krala tabi olana kadar cesetler orada kalırlarmış. Tabi olacaklar tamamlanınca kral kalenin surlarına çıkar ve hazırlanırmış. Burada saray erkanı da toplanırmış. Asılan kardeşleri nehre atılır, su yüzeyinde yüzen şişmiş cesetler kralın önünden geçip gözden kaybolunca tören biter, sonra da taç giyme töreni yapılırmış. 
     Kötü olanı düşman sadece kardeşler de değilmiş. Bir kral küçük oğlunu veliaht bırakmış ama adam ölür ölmez büyük oğlan sarayı basmış. Veliaht prens bir adamını üvey amcasına gönderip yardım istemiş. Kendisi de sarayda, çok kalın bir kapısı olan bir odaya girip kız kardeşiyle  kendini kilitlemiş. Amcası hemen yardıma koşmuş ve abisini öldürmüş. Ama küçük kardeşleri odadan çıkarmayı unutmuş. Çünkü o sırada kendisini kral ilan ettiriyormuş. Kapı dışarıdan sürgülendiği için dışları çıkamayan iki kardeş odada açlıktan ve susuzluktan bağıra bağıra ölmüşler. Kapı 12 sene sonra açılıp kemikleri bir kiliseye gömülmüş. 
     Bunları niye anlatıyorum. Öyle hesapsız kitapsız sallandığı gibi değil olaylar. O zamanlar, dünyanın daha vahşi olduğu dönemlermiş. Öyle gelenek veya yasalar varmış ki ya sen öldüreceksin veya seni öldürecekler. Bu hemen her yerde böyleymiş. Onun için insanları bu güne göre yargılamak doğru değil bence. Eleştirilebilir ama yargılamak bence saçma.
     Saygılar sunarım.
 M.Ç. 14.3.2016.

20 Şubat 2016 Cumartesi

Dikkat. Muhaberat başta olmak üzere yabancı istihbarat örgütlerinin hain planı: Türkiye'de mezhep çatışması (Alevi-Şii-Sünni) çıkarma planları.



    Türkiye'de mezhep çatışması.


Deniz BAYKAL, her ne olduysa birden bire CHP içinde muhalif bir hareket yaratmak için son günlerde bazı hamleler yapmaya başladı. Tabii bunu yaparken her ne kadar söylediklerinden çoğunda haklı olsa da Suriye üzerinden mezhepçilik yapmayı da ihmal etmedi. Bunun üzerine adamı partiden ihraç etmek için işlemler başladı. Partiye hakim olanlar da onun söylediği ve haklı olduğu şeyleri bir yana bırakarak mezhep konusu ile ilgili sözlerine yüklenerek bir linç kampanyası başlattılar. Ben bu konunun sadece CHP iç meselesi olduğunu sanmıyorum. Son yıllarda Türkiye'de oynanmaya başlanan mezhepçilik ve bunun üzerinden toplumu kamplara bölerek çatıştırma oyununun bir parçası olarak görüyorum. Bu yakılan ateşe nedense hem hükümet, hem CHP ve hem de Baykal gibi bazı özel ve tüzel kişiler de hevesle odun taşımakta ve ateşin alevlenerek Türkiye'yi yangın yerine dönüştürmeye çalışmaktadır.
    Bu oyunun temel argümanı Suriye iç savaşını bir mezhep savaşı şeklinde sunmaktır. Son zamanlarda Esat'ı Alevi veya Şii diye damgalayıp karşısındakileri de Sünni güçler diye etiketliyerek savaşı bir mezhep savaşı olarak sunmaya çalışanlar vardır. Esat'ı herkes olduğundan farklı bir şey yapıyor nedense. Kimisi Alevi diyor kimisi Şii. Halbuki adam ne Alevi ne de İranlılar gibi bir Şii. Adam Nusayri. 7 İmamcı ve İsmaililere benzer farklı bir inanç. Hint dinlerinde yaygın olan ancak İslam inancında olmayan Reenkarnasyon gibi ilginç inanışları olan kendine has bir inanç grubu. Şia genel grubu içine sokulsa da, Fransızların emperyalist emelleri için uydurduğu bir isim olan Arap Alevisi dense de farklı bir mezhep. Fakat bunun hiçbir önemi yok. Çünkü Esat Nusayrilere dayanarak ayakta duruyor zannedilse de aslında kendisi İngiltere'de okumuş laik bir diş hekimi. Ayrıca karısı da Suriye'nin en büyük Sünni Arap aşiretinin liderinin kızı. Ben kendisinin bu işlerle çok fazla ilgili olduğunu sanmıyorum. Kendisine kalsa belki de iktidarda kalmak için Suriye'nin harabeye dönüşmesine izin vermezdi. Ama BAAS Partisi ve bu parti sayesinde iktidarı ellerinde tutanlar kolay yöneteceklerini düşündüklerinden biraz psikopat ve kontrolü zor, Cumhuriyet Muhafızları Tugayı komutanlığı yapan abisi yerine yaş sınırı düşürülerek (çünkü cumhurbaşkanı için şart koşulan yaştan küçüktü) devlet başkanı seçildi. BAAS Partisi ise ne Nusayri, ne de Sünniler tarafından kuruldu. Kurucusu Hristiyan bir Arap'tır. İdeolojisi Arap aşırı milliyetçiliğidir. Yönetim anlayışı tek parti diktatörlüğüne dayanan Arap Sosyalizmi (aslında Sosyalizm ile uzaktan yakından alakası olmayan bir sistem, bir tür devlet kapitalizmi) dir. Ama nedense, belki Muhaberat, belki İran veya Rusya'nın yaptırdığı propaganda ve psikolojik harp sayesinde bu konu Türkiye'de bölünmelere sebep olacak şekilde uzun süredir kullanılıyor. Ve acıdır ki bu propaganda etkili oluyor. Ben Suriye sınırında çalıştım. Suriye'ye de çok gittim. İstihbarat işinde çalıştığımdan çok sayıda Suriyeli haber elemanı ile de irtibatım vardı. Bu sebeple yukarıda yazdıklarımdan eminim. Eğer Esat propagandası yapıldığı gibi Alevi siyaseti (o da her neyse ya, boş verin) yapıyor olsaydı Suriye'de tüm aleviler devletçe korunur ve kollanırdı. Ama öyle olmadığını ben biliyorum. Bazı kimseler Türkmen deyince Suriye'deki tüm Türkmenleri Sünni zannediyor. Ama yanılıyorlar. Türkmenlerin bir kısmı aynı Anadolu Tükmenlerinin bir kısmı gibi Alevi inancındadırlar. Ben orada görev yaparken Esat (BAAS) rejimi bunu hiç kaale almıyordu. Sünni Türkmenler gibi Alevi Türkmenler de 2. sınıf vatandaş muamelesi görüyordu. Araplaşmaları için diğer Türkmenlerle aynı baskı uygulanıyordu. Her neyse. Bu konu Türkiye'de bu kadar propaganda yapılınca demek ki bu Baykal'a kadar etki etmiş. O da bunu fırsat bilip cehaletini ortaya koymuş. Çünkü Halep karakter olarak bir Sünni şehri değil bir Türkmen şehridir. Bu konuda Suriye'den geri çekilen Yıldırım Ordular grubunun 7. Ordusunun Komutanı olan Atatürk'ün İstanbul'a çektiği telgraflar da okunabilir. Orada diyor ki: Bölge ağırlıklı olarak Türkçe konuşan Türkmenlerden oluşmaktadır. Halep ve civarında Türkmen olduklarını söyleyen ancak Türkçeyi pek iyi konuşamayan, kısmen araplaşmış ve Arapça konuşan insanlar da dikkate alındığında bölge Türkiye'de kalmalıdır. Aynı argümanlar Fransızlarla yapılan Ankara Antlaşması görüşmelerinde de ileri sürülmüştür. Bence bu konu Suriye üzerinden Türkiye'de yeni bir kutuplaşma ve çatışma ortamı yaratmak isteyenlerin bir oyunu. Bu oyuna gelmemek lazım diye düşünüyorum.



20.2.2016






22 Aralık 2015 Salı

Suriye sorunu ve sömürgeciliğin aleti olarak kullanılan mezhep meselesi.



Soner Yalçın'ın gazetesinde yayımladığı yazıyı okudum. Bu yazıda katıldığım taraflar olmakla birlikte katılmadığım da çok yer oldu. Yazıyı aşağıda bulabilirsiniz. Önce benim bu konu hakkındaki değerlendirmemi bulacaksınız. İkisini de okuyun. Ona göre değerlendirebilirsiniz. Saygılar sunarım.


Suriye rejiminin Alevi rejimi olmadığı konusuna ben de katılıyorum. Çünkü Suriye rejimini şekillendiren Baas Partisi'nin ideolojisidir. Baas ideolojisi bir Hristiyan tarafından kurulmuştur. Baasçılık genel olarak; Arap milliyetçiliğine dayanan, laik ve Arap Sosyalizmi denilen ama Sosyalizm ile alakası olmayan totaliter bir ideolojidir. Bu sebeple Suriye rejimine Alevi rejimi demek doğru değildir. Ama Nusayrilere Alevi demeyenler konusunda yanılıyor. Nusayri kelimesinin siyasi çıkar elde etmek maksadıyla kullanıldığı konusuna katılmıyorum. Tam aksine Nusayrilere Arap Alevisi denmeye başlanması siyasi çıkar elde etmek maksadıyla olmuştur. 1918-19'larda Suriye'yi işgal eden Fransızlar bu günkü Türkiye sınırları içindeki işgal bölgelerinde ortaya çıkan direnişe paralel olarak Suriye'de de bir direniş ortaya çıktığını görünce Suriye'ye hakim olmakta zorlanmaya başlamışlardır. Bu direnişçilerin büyük kısmı Milli Mücadele'yi yürüten kadro ile de irtibata geçtiği, Suriye'de Güney cephemizdeki direnişle koordineli hareket etmeye başladığı için Fransızları daha da korkutmuştur. İşte bu şartlar altında Suriye'ye nasıl hakim olabileceklerini düşünen Fransızlar Suriye tarihi ve demografisini kullanmaya karar vermişlerdir. Bu ülkede %13 civarındaki Nusayriler ile az sayıdaki Hristiyan ve Dürzi'yi yönetim kademelerine getirerek direnen nüfusa karşı denge sağlamayı ve iç mücadele ile ülkeyi zayıf düşürmeyi en uygun hal tarzı olarak seçmişlerdir. Ama ortada bir sorun vardır. Nusayriler uzun yıllar boyunca klasik İslam anlayışı ile sorun yaşamış, sapkınlıkla suçlanmış ve büyük baskılara naruz kalmış olduklarından bu inanç sistemini popüler ve kabul edilebilir hale getirmek mümkün görünmemektedir. Ama Alevi inancı hem Anadolu'da hem de Suriye ve Irak'ta tarihi kökleri ve çok sayıda Türkmen taraftarı olduğu için daha cazip ve daha kabul edilebilir bir inanç sistemidir. Hatta Şah İsmail bu inançtaki insanları etrafına toplayarak Sefevi Devleti'ni kurmuştur. Ancak Nusayrilerin böyle bir geçmişi de böyle bir tecrübesi de yoktur. Alevilere benzemedikleri gibi Şiilere de çok fazla benzemezler. Reenkarnasyon gibi Hint dinlerine has inançları vardır. Şia'nın 7 imamcı kolundan olduğu söylense de oldukça kendine has bir inanç sistemidir. İşte bu yüzden Fransızlar Nusayrilere Alevi ismini koymuşlardır. Yani aslında Nusayri bu insanların inancının gerçek ismi, bu ismi bölgeyi daha rahat sömürgeleştirebilmek için değiştirenler Fransızlardır. Tüm bunların ışığı altında diyebiliriz ki eğer Suriye rejimi Esat ailesinin dini inançlarına dayalı bir rejim olmuş olsaydı bile (ki öyle olmadığını daha önce de söylemiştik) Suriye rejimi bir Alevi rejimi değildir. Çünkü Nusayriler Alevi değildir. Kendine has bir inanç biçimidir. Son not: Bu şekilde mezhepler veya dinler üzerinden söylem geliştirenlere, siyaset veya ticaret yapanlara her zaman şüpheyle bakmışımdır. Çünkü hayatım boyunca daima; inancını yaşamak yerine bunun propagandasını yapanların her zaman bundan gizli bir kişisel çıkar sağladığını gördüm. Bu yazıyı herhangi bir şekilde yanlış anlayabilecekler veya kasten kendi görüşleri doğrultusunda kullanabilecekler için de şunu söylemeyi gerekli görüyorum. İnsanların neye inandıkları kendilerini ilgilendirir. Herkes için kendi inandığı şey kutsal ve önemlidir. Ben herkesin inancına saygı duyuyorum. Buradaki hiçbir cümle herhangi bir inancı eleştirmek veya övmek için söylenmemiştir. Amacım; bazı insanların, halkın bu konu hakkında detaylı bilgisi olmamasından faydalanarak olayları çarpıtabileceği konusunda biraz da olsa insanları uyarmaktan ibarettir. Son günlerde; Suriye iç savaşını bir mezhep savaşı, bu savaşın esas sorumlusu olan Esat rejimini de Alevilerin rejimi olarak lanse edilmesinin altında Suriye üzerinden Türkiye'de mezhep ayrımcılığını ve hatta düşmanlığını körüklemek isteyenlerin gizli çabaları olabileceğini düşündüğümden bu konuda yorumda bulunma zorunluluğunu hissettim. Yoksa benim için kimin hangi inanca ne kadar inandığı değil ne kadar insan olduğu daha önemlidir. Alevi, de, Sünni, de, Nusayri de, Hristiyan da insandır ve insan olarak herkes eşit şekilde saygı duyulmayı hak eder.

22.12.2015