Son Çar Putin’in Uyguladığı
Emperyal Strateji
Soğuk Savaş sona
ererken Sovyetler Birliği; sahip olduğu ekonomik, siyasi, kültürel, demografik
ve teknolojik gücü Batı ile silah yarışına devam edemediğinden, Glasnost ve
Prestorika gibi yeni açılımlarla bu çıkmazdan kurtulmaya çalışmıştır. Ancak
açılımı yapan Sovyet yetkililer, uzun süredir katı bir baskı altında yönetilen;
çok dilli, çok dinli ve çok kültürlü bir imparatorluğun bu baskı kalkıp halklar
dünya ile temasa geçtiğinde varlığını koruyamayacağını tahmin edememiş,
ekonomik liberalizm ile beraber siyasi liberalizm de uygulamaya kalkınca dünyanın
iki süper gücünden birinin dağılmasına sebep olmuşlardır.
Hâlbuki yıllar boyunca savaştıkları ve
Batı’ya yanaştıkça dağılma sürecine giren Osmanlı İmparatorluğu’nun Tanzimat
Fermanı ve Islahat Fermanı gibi açılımlarla başına gelenleri biraz inceleselerdi
bu duruma belki bir tedbir alabilirlerdi. Sovyetler Birliği’nin aksine Çin bu
tehlikeyi görmüş, ekonomik liberalizmi en uç noktalara kadar uygularken
devletin merkezi ve baskıcı yapısını gevşetmemiştir. Bunun sonucunda,
uyguladıkları devlet kapitalizmi ile bütünlüklerini koruyarak yavaş yavaş
ABD’ye rakip tek güç haline gelebilmişlerdir.
Sovyetler Birliğinin bu politikalarla
dağılacağını gören fakat artık geç kalmış olan KGB’nin 1992 yılında tezgâhladığı
darbe başarısız olunca Yeltsin, Rusya Federasyonu’nun bağımsızlığını ilan
etmiş, devlet başkanı olmuş ve bu süreçte Sovyetler Birliği lağvedilmiştir.
Bundan sonra Rusya, kapitalist sisteme çok ta planlı bir şekilde geçemediğinden
birçok hayati sorunla karşı karşıya kalmıştır.
Bu sorunların en önemlisi;
bağımsızlıklarını ilan eden Sovyet Cumhuriyetlerinin ardından Rusya Federasyonu
içindeki Özerk Cumhuriyet ve bölgelerde ayrılıkçı hareketlerin gelişmesi
olmuştur. Yeltsin, gittikçe bozulan ekonominin de verdiği zorlukla bu konu ile
mücadele etmekte zorlanmış, zaman zaman tavizler vermek ve geri adım atmak
durumunda kalmıştır.
Fakat komünist imparatorluğu dağılmış olan
Rusya’nın eski Çarlık dönemi emperyalist hatıraları kısa süre içinde yeniden canlanmış;
Çeçenistan Savaşı ve başta Tataristan olmak üzere özerk cumhuriyetlerin daha
fazla yetki talepleri gibi sorunlara rağmen kısa sürede Kafkasya ve Orta
Asya’da kurulan yeni devletleri kendi kontrolü altında tutmaya yönelik
politikalar geliştirmeye başlamıştır. Bunlardan en önemli girişim Bağımsız
Devletler Topluluğu’dur. Fakat Rusya, bu girişiminin o kadar kolay olmayacağını
anlaması uzun sürmemiştir. Çünkü artık sadece ABD ve AB ile değil, Türkiye,
İran ve Çin gibi bölgesel aktörlerle de rekabet etmek zorunda kalmıştır.
Rusya bu dış sorunlarla uğraşırken bir
yandan da yeniden yapılanmanın sorunlarını yaşamaya başlamıştır. Rusya’da çok
derin ekonomik krizler ortaya çıkmış, üretim durmuş, silahlı kuvvetlerde
maaşlar ödenemediğinden askerler silahları çalarak satmaya başlamış, mafyalaşma
artmış böylece devlet dışı aktörler kontrolsüz bir biçimde ve devletin aleyhine
olarak büyümüştür. Kısa süre içinde, benzerleri batıda bile bulunamayacak kadar
zengin bir kesim oluşmuştur. Devlet mallarını kendi üzerlerine geçirerek ve
yasadışı ticaret yaparak zenginleşen bu kesimler kısa sürede ülkeyi kontrol
eder hale gelmişler, bu durum ise Yeltsin hükümetinin elini kolunu bağlayan
hususlardan biri olmuştur. 2000 yılında, devlet başkanlığına gelen Vladimir Putin’in önünde işte böyle bir tablo vardır.
Putin iktidara gelir gelmez önce, başta
istihbarat teşkilatı olmak üzere devlet organlarına kendi kontrolündeki
kişileri getirerek iktidarını güçlendirmiştir. Bundan sonra da hükümetin önünde
en büyük engel olarak gördüğü oligarkları sert tedbirlerle ortadan
kaldırmıştır. Bunu da polisi, istihbarat teşkilatını ve olaya yasal süsü vermek için hukuku
kullanarak yapmıştır. Ardından da çıkardığı kanunlar ile özerk
cumhuriyet ve bölgelerin yetkilerini kısıtlamış, merkezin gücünü tekrar artırmıştır.
Putin içeride istikrarı sağlamak ve
iktidarını güçlendirmek için sert tedbirler uygularken öte yandan Rusya’nın dış
politikasına da yeni bir yaklaşım getirmeye çalışmıştır. Bunun için iktidara gelmesinden kısa
bir süre sonra yeni bir ‘’Güvenlik Doktrini’’ ilan etmiştir. Bu doktrin BDT ülkelerinde
Rus hâkimiyetini amaçlamaktadır. Bu stratejiyi derhal yürürlüğe koyan Putin ilk
adımı Güney Kafkasya’da atmış ve Rus etkisini güçlendirmek için 9-10 Ocak
2001’de Bakü’yü ziyaret etmiştir. İlk olarak Bakü’ye gitmesinin özel bir
sebebi vardır. Çünkü Azerbaycan bağımsızlığını ilan ettiği günden beri Rusya
için kara kedi durumunda olmuştur. Bu yüzden, Karabağ Savaşın'da Rusya, sadece
Ermenileri desteklemekle kalmamış, Rus birlikleri de sivil Türk halka yapılan
acımasız saldırı ve katliamlara Ermenilerle birlikte iştirak etmiştir. Bağımsızlığını
ilan ettiği günden itibaren Rusya’ya bağımlı olmayı benimsemiş olan
Ermenistan, bu saldırılardan sonra Rusya’nın bölgede tutunması için temel
dayanak noktası olmuştur. Putin Azerbaycan’dan sonra Gürcistan’a
yaklaşmış, istediğini tam olarak alamayınca da, gerek Abhazları, gerekse Oset
ve diğer azınlıkları kullanarak bu ülkeye yoğun bir şekilde baskı yapmaya başlamıştır.
Fakat evdeki hesap çarşıya uymamıştır. Rusya
ile nispeten olumlu bir ilişki kurmaya dikkat eden Şvardnadze, ABD’den
bazı odaklar tarafından pompalanan renkli devrimlerin biriyle iktidardan
ayrılınca iktidara gelen Sahakashvili, tamamen batı taraftarı politikalar
izlemeye başlamıştır. Bunu, Rusya açısından daha vahim hale getiren, askeri
eğitim ve yardım için Türkiye’den gönderilen askeri personel tarafından Gürcistan’da
bazı askeri merkezlerin kurulması olmuştur. Gürcistan, ABD askeri birimlerini de
ülkeye kabul edince artık ağır bir cezaya çarptırılmayı hak etmişti.
Bunun için uygun fırsat 2008 yılında ortaya
çıktı. Ordusunu yeterince güçlendirdiğini ve Abhazya ile Osetya’da isyancıları
bastırabileceğini düşünen Shakashvili, bu bölgelere askeri birliklerini sokunca
hiç beklemediği bir şeyle karşılaştı. Bu karşılaştığı şey tüm dünya için de sürpriz
olmuş ve heyecan yaratmıştı. Yoğun hava desteği ile desteklenen Rus zırhlı ve
motorlu birlikleri, bir gece ansızın güneye doğru yola çıkmış ve Gürcistan
Ordusu’na saldırmıştı. Yenilip dağılan Gürcü kuvvetleri güneye doğru kaçarken,
Rus birlikleri de nefes almadan arkalarından ilerliyordu. Bir ara, acaba Rusya
Bakü Tiflis Ceyhan boru hattına kadar inecek mi diye herkes gözünü bu
Rus taarruzuna çevirdi. Ancak Putin hedefine ulaştığından bu hatta gelmeden
birliklerini durdurdu. Putin böylece; Oset ve Abhazları katliamdan kurtarma
bahanesiyle Gürcistan topraklarını işgal etmiş öte yandan Türkiye, AB ve ABD’ye de, eğer Rus çıkarlarına
saldırılırsa, buna karşılık vermek için boru hatlarına istediği zaman
ulaşabileceği mesajını vermişti.
Rusya bundan sonra bu iki özerk bölgede
düzenlediği orta oyunu ile bunlara bağımsızlık ilan ettirip ardından da resmen tanıdı. Dünya kamuoyuna da; Abhaz ve Osetlerin kendi kaderini
tayin hakkı olduğunu deklare etti. Fakat bu; sadece uydurma olduğu için değil, bağımsızlık kararı alanların Abhaz ve Osetler olmadığı için de yalandı. Çünkü Osetya ve Abhazya’da en büyük nüfus Ruslardan oluşuyordu.
Abhazya’da Abhazlar belki de Ermenilerden bile azdı. Baştan beri bilinmesine
rağmen bu hareket tüm dünyaya şunu göstermiştir: Putin, Rusya’yı yeniden bir
süper güç ve bir dünya devleti haline getirmek için güç kullanmayı bir politika
olarak kullanmaya ve çatışmayı göze almaya hazırdır.
Bilindiği gibi, Putin’in bu yolda
yaptıklarında ona akıl hocalığı yapan çok sayıda kişi vardır. Akıl hocalarından
en önemlisi de 1. Dünya savaşı öncesinde ortaya çıkıp savaş sonrasında da bir süre Bolşevik Devrim’den kaçan entelektüeller arasında devam eden Avrasyacılık
Jeopolitik teorisini yeniden ve yeni bir versiyonla ortaya atan Aleksander
Dugin’dir. Dugin’in iddiasına göre Rusya Avrupalı değildir. Ama Asyalı da
değildir. İkisinin ortasında, hem Avrupalı ve hem de Asyalı olan kendine has
bir varlıktır. Rusya bu merkezi konumuyla güçlü bir şekilde var olabilmek için
imparatorluk stratejileri uygulamalıdır. Bu stratejiler de yayılmacı olmak
zorundadır. Fakat günümüz dünyasında eski usul savaşlar vasıtasıyla
yayılmacılık mümkün değildir. Onun için Rusya, ittifaklar ve işbirliği yaparak
etkisini daha geniş bir bölgeye yaymaya çalışmalıdır. Bunun için gerekli askeri
güç Rusya’da vardır ancak Rusya Sovyet döneminde de görüldüğü gibi teknolojik
ve ekonomik güç açısından tek başına yetersiz kalmaktadır. İşte bu sebeple Rusya,
kendisinde olmayan teknolojik ve ekonomik zekâya sahip olan Almanya ve Japonya
ile işbirliğine girmelidir.
Ayrıca Rusya, süper güç olmak için sıcak
denizlerde daimi bir donanma bulundurmalıdır. Ama bu sıcak deniz yolu artık
eskisi gibi Akdeniz’e uzanan yol değildir. Rusya sıcak bir okyanusa çıkmak
zorundadır. Bunu başarırsa zaten Akdeniz’e ulaşması kolaydır. Bu sebeple Rusya
için güneyde işbirliği yapılacak en uygun ülke, Batı ile sorunları olan
İran’dır. Türkiye ise Dugin’in deniz medeniyeti dediği (Ona göre Rusya kara
medeniyetidir ve tarih boyunca mücadeleler Kara ve Deniz medeniyetleri arasında
olmuştur.) ABD ve İngiltere gibi ülkelerin bulunduğu NATO’ya üye olduğu için
ezilmesi gereken düşman veya en azından rakip bir ülkedir. Bunun diğer bir
sebebi de; Türkiye’nin aynı dil ve ırktan insanların yaşadığı Orta Asya Türk Cumhuriyetleri
ve Rusya’daki Türk ve Müslüman özerk cumhuriyetlerle birleşmeyi öngören Turancı
bir politika izlemesinin Rusya’nın tüm hayallerini suya düşürecek bir durum
olacağını düşünmesidir. Rusya’nın Kafkasya’ya bu kadar önem vermesini bu
kapsamda değerlendirirsek bu bölgenin, Rusya’nın Karadeniz’de hâkim bir
pozisyonda olması kadar İran yoluyla gelecekte Hint Okyanusu’na çıkması
açısından önemli olmasından da kaynaklanıyor denilebilir. Ayrıca bu bölge kontrol
altına alınırsa, Türkiye’nin Orta Asya’ya etki etmesinin de önü alınabilir.
Neyse, Dönelim Putin’e….
Putin Kafkasya’daki bu sorunu kendi
bildiğince halledince yönünü hemen Batı’ya dönmüştür. Burada en önemli konu
Ukrayna’dır. Ukrayna Slav kökenli olmasına rağmen tarih boyunca; Türk
unsurlarla karışması, Baltık ülkeleri tarafından bir müddet yönetilmesi,
Katolik mezhebinin yaygın olması vb. sebeplerle Ruslardan çok ayrı bir kültür
ve kimlik geliştirmiştir. Bu sebeple, her zaman Rus işgallerini direnişle
karşılamış, çok defa baskı ve katliamlara maruz kalmış, bu sebeple de Rusya’ya karşı
daima olumsuz duygular beslemiştir. 1. ve 2. Dünya Savaşlarında bağımsızlığa
kavuşma noktasına gelmişse de Rusya yine bu ülkeyi ordularıyla ezmiştir.
Bu işgal dönemlerinin etkisiyle Ukrayna’ya
çok sayıda Rus Ortodoks nüfus yerleştiğinden Soğuk Savaş sonrasında bu durum
ülkede yönetime kimin geleceği konusunda büyük sorunlar yaşanmasına sebep
olmuştur. Bazen Rusya yanlıları, bazen de Batı ve bağımsızlık yanlıları
iktidara gelmiş ancak bu durum ülkeyi parçalanmanın eşiğine
getirmiştir. Bunun temel sebebi; Batı, Ukraynalıları kendine doğru çekerken
Rusya’nın da Rus Ortodoks ve Rusya yanlılarını inatla kendine doğru çekmesi
olmuştur. Böylece iki taraftan inatla çekilen Ukrayna sonuçta ikiye bölünmüştür.
Rusya’nın Ukrayna tutkusu milliyetçilik, halkların
kendi kaderlerini tayin hakkı gibi Rusya’nın uydurmalarından
kaynaklanmamaktadır. Konu yine Emperyalist Rusya’nın jeopolitik
zorunluluklardan kaynaklanan çıkarlarıdır. Öncelikle Ukrayna; Rusya'nın
yüzyıllardır devam ettirdiği sıcak denizlere inme politikasının kilit noktası
olan Kırım'a sahiptir. Bu bölge Karadeniz’deki Rus deniz kuvvetleri için en
hayati üs durumundadır. Bu bölge aynı zamanda antik dönemlerden beri Çin ve
Avrupa arasındaki önemli ticaret yollarından biri olan step yolunun batıdaki
ucudur.
Bundan başka Ukrayna önemli bir tarım
potansiyeli ile daha çok doğu ve güneydoğusunda yoğunlaşmış önemli sanayi
bölgelerine sahiptir. Daha da önemlisi Rus doğalgazını Avrupa'ya taşıyan önemli
boru hatlarını üzerinde bulundurmaktadır. Yani Ukrayna; Avrupa'nın ihtiyaç
duyduğu, Rusya'nın da ekonomisini krizlere girmeden yürütebilmesini (Rus
ekonomisi önemli bir şekilde karbon yakıtlarının yurt dışına yapılacak
ihracatına bağımlıdır.) sağlayacak doğalgaz ve petrolün geçtiği bölgede adeta
bu hattın boğazını tutmuş bir pozisyondadır.
Bu sebeple Ukrayna; Avrupa ve Rusya için
büyük bir anlam taşımaktadır. Bu durum, bu ülkelerin krize yaklaşımlarına da etki
etmektedir. Rusya ve Avrupa krize daha temkinli yaklaşırken ABD daha agressif
hareket etmiş ve Avrupa'dan bağımsız politikalar takip etmiştir. Bunun üzerine
Putin, Kafkasya’da da yaptığı gibi, etnik Rusları kullanarak yayılmacı bir
strateji uygulamış, bunun için Kırım halk oylaması yapılarak Rusya’ya
bağlanmıştır. Fakat Putin, bu durum Rusya için de risk taşıdığından, uluslararası arenada ihtiyatlı davranmaya özen göstermektedir. Çünkü Rusya’da
da şu anda sesini çıkaramayan birçok özerk bölge ve cumhuriyette birçok
ayrılıkçı akım ortaya çıkabilir. Çeçenistan sorunu bu kadar zor bastırılmışken
Rusya yeni bir benzeri hareketi kaldıramayabilir. Mesela aynı şeyi, yani
bağımsızlık ilanı için bir referandumu Tataristan yaparsa ne olacak?
Putin’in Kafkasya ve Doğu Avrupa’da bu emperyalist
politikaları ve uyguladığı stratejiler şimdilik başarılı olmuş gibi
görünmektedir. Belki de bunlardan da cesaret alan Putin, artık yeniden Ortadoğu
politikasına girmenin zamanının geldiğini düşünerek, 30 Eylül 2015’ten beri
Suriye rejimine askeri birlikleriyle fiilen destek vermeye başlamıştır. Burada
Putin’in söylemi, bölgeye yerleşmek isteyen diğer devletler gibi, IŞİD terör
örgütüne karşı mücadele üzerinden yürütülen bir propagandayı kendine dayanak
almaktadır. Fakat biraz dikkatli bakılırsa bunun yalandan başka bir şey
olmadığını kolaylıkla görebilir.
Rusya, Suriye
rejiminin kara operasyonlarına destek vermeye başladığı ilk günden itibaren daha çok ÖSO, Nusra ve Türkmen
bölgelerini bombalamıştır. Bunun da sebebi gayet açıktır. Çünkü diğer müdahil
devletler gibi Rusya’nın da terörle mücadele gibi bir hedefi filan yoktur. Esas
amaç kendi çıkarlarını korumaktır. Peki diyebilirsiniz ki nedir Rusya’nın
Suriye’deki çıkarları? Anlatmaya çalışayım.
Rusya’nın Akdeniz’deki tek deniz üssü Tartus’tadır.
Bu üsler olmazsa Rus donanması uzun süre Akdeniz’de kalamaz. Dolayısıyla Süveyş
Kanalı vasıtasıyla iki okyanusu birleştiren ve dünya petrol rezervlerinin çok
büyük bir bölümünün bulunduğu Ortadoğu’yu kontrol eden Akdeniz’de bir varlık
gösteremez. Bunu yapamazsa süper güç olma iddiası da sadece bir iddia olmaktan
öteye geçemez.
Bu bölge şu anda Esat rejiminin
kontrolündedir. O zaman niye başka yerle uğraşıyor bu Rusya diye aklınıza
gelebilir. Daha önce ‘’Suriye İç Savaşı’nın Yapısal Sebepleri ve Ortaya Çıkan
Gelişmeler.’’ başlıklı yazımda bunun sebebini açıklamıştım. O yazıya bakılırsa
görülecektir ki Şam merkezli bir Suriye devletinin yaşayabilmesi için iki husus
şarttır. Bunlardan biri; Hama, Humus ve Halep gibi ekonomi, ticaret ve
ulaştırma merkezlerinin mutlaka bu devletin elinde olması gereğidir. Diğeri de
denize açılabilmesidir. Şam merkezli bir devletin dünyaya açılabileceği iki yol
vardır. Bunlardan biri Lübnan limanları diğeri de Lazkiye ve Tartus limanıdır. Güneydeki
Tartus limanı nispeten daha küçük ve zaten bir kısmı da Rusya ve Suriye ordusu
tarafından üs olarak kullanılmaktadır. Ama Lazkiye limanı oldukça büyük ve bir
ülkenin dış bağlantısı için de gayet müsaittir. Zaten iç savaş öncesinde de
Suriye tüm dış ticaretini bu limandan yapmaktaydı. Ben 2000’li yıllarda
Lazkiye’ye 4-5 defa gitmiş ve bu limanı görmüştüm. O zaman bile her yer
konteyner dolu, limanda gemiler gelip gidiyor ve oldukça işlek bir liman olarak
görünüyordu.
İşte konu budur. Halep ve Lazkiye
bölgelerinin Suriye’de Eset rejiminin kontrolünde kalması, rejimin
de bu rejimin kontrol edeceği bir devletin de olmazsa olmazıdır. Ama şu anda
Suriye’de savaşan gruplara bakıldığında bunun önünde duran önemli bir sorun olduğu
görünmektedir. Lazkiye’nin kuzey bölgelerinin çoğu ÖSO, Nusra ve Türkmen askeri
güçlerinin elindedir. (Tekrar belirteyim burada IŞİD filan yoktur.) Bu bölgeler
başka bir gücün elinde olduğu müddetçe Lazkiye’yi elinde tutan bir güç hiçbir
zaman burayı sonsuza dek elinde tutacağından emin olamaz. Çünkü Suriye’nin,
bizim Hatay ilimize sınır bölgesi olan, kuzeyi yüksek dağlar ve ormanlık
arazilerden oluşmaktadır. Burada konuşlanan askeri güçler her zaman Lazkiye’yi
tehdit edebilir. Diğer bir konu da Lazkiye’den bizim Yayladağı ilçemize kadar
uzanan ve bölgede ulaşıma uygun tek yaklaşma istikameti de Türkmenlerin
çoğunlukta bulunduğu Bayır-Bucak kasabaları ve bunlara bağlı Türkmen köylerinin
ortasından geçmesidir. Bu durumuyla bu bölge Türkiye’nin de barışta ve savaşta
en kısa yoldan etki edebileceği bir bölgedir. Dolayısıyla çok önemlidir. Onun
için bu bölgedeki Türkmen varlığı Rusya’nın çıkarları için uygun değildir.
Buradan sürülmeleri, gitmezlerse de yok edilmeleri lazımdır.
Bu bölgenin önemi sadece bundan ibaret
değildir. Mesela bu bölge, Lazkiye’den Halep’e giden ana karayolunu da kontrol
eden bir konumdadır. Bu yol bizim en güney uçtaki köyümüz olan Beysun (yeni
adıyla Topraktutan) köyündeki karakolumuzdan da çıplak gözle görülmektedir. Bu
yol oldukça geniş ve otoban diyebileceğimiz bir yoldur. Bu da yetmedi derseniz Türkmen
bölgesinin önemini anlatmaya devam edeyim. Lazkiye’de şehir merkezinin 2 km doğusunda tren
garı vardır. Buradan yola çıkan trenler, Halep’e giderken yine bu Türkmen bölgesinden
geçmek zorundadır. Ayrıca Lazkiye’nin Şam yönetimi için önemini vurgulamak için
buradan Hama ve Humus’a da tren yolu olduğunu ve ayrıca Lazkiye şehrinin 25 km
güneyinde, Ceble şehrine yakın bir bölgede bir Uluslararası Havaalanı bulunduğunu söylemek yeterli olur sanırım. Bu perspektiften bakınca Suriye’de
Türkiye-Rusya çekişmesi sanırım daha sağlıklı bir şekilde anlaşılabilir.
Müsaade ederseniz konuyu biraz daha açmaya
çalışayım. Yakın zamanda Suriye’de çözüm sağlanması için sanırım Avusturya’da bazı
uluslararası görüşmeler yapılmıştı. Bu görüşmelerde ise hemen bazı olumlu
gelişmeler ortaya çıkmıştı. Bunun en önemli sebebi Avrupa ve ABD’nin artık bu
sorunun çözülmesini istemesidir. Çünkü IŞİD terör örgütü, ABD ve Batıyı da
tehdit etmeye başlamıştır. Daha da önemlisi Türkiye’ye sığınmış 2,5 milyondan
fazla Suriyeli göçmenden yüz binlercesi bir yolunu bulup Avrupa kapılarına
dayanmıştır. Avrupa yeni bir göç dalgasını korku ile karşılamıştır.
Suriyelileri sınırlarında gören başta Almanya olmak üzere birçok AB ülkesi bu
durum karşısında büyük bir panik yaşamaya başlamıştır. Bu sebeple AB ülkeleri
artık Suriye sorununun bir an önce çözülmesini istemektedir. İşte bu durumu
gören, yani Suriye sorununun yakın bir zamanda mutlaka çözüleceğini gören bazı
emperyalist ülkeler bu görüşmelerden sonra doğrudan müdahale etmek için Suriye
sorununun içine girmişlerdir. Bundan maksatları çözüm öncesi kendileri için en
uygun mevzileri kazanmak ve kendi destekledikleri unsurların mümkün olduğu
kadar geniş ve stratejik alanları kontrol altına almasını sağlamaktır.
Yine
‘’Suriye İç Savaşı’nın Yapısal Sebepleri ve Ortaya Çıkan Gelişmeler.’’ başlıklı
yazıma bakarsanız Suriye’nin Şu anda Işid kontrolünde olan bölgesi aslında o
kadar da önemli bir bölge değildir. Nüfus yoğunluğu fazla ve stratejik önemi
olan bölgeler Şam-Hama-Humus-Halep şehirleri ile bu hattın batısındaki bölgeler
ve Türkiye sınırında bulunan, nüfus yoğunluğu nispeten fazla ve Kamışlı gibi az
da olsa petrol çıkan bölgelerdir. Zaten azıcık dikkat ederseniz mücadelenin de
bu bölgelerde yoğunlaştığını görürsünüz.
Yani Rusya Suriye’de, günlerdir
propagandasını yaptığı sebeplerle değil, yeniden emperyal politikalara dönen
Putin’in Rusya’yı bir dünya gücü olarak ayağa kaldırma stratejisinin
bir uzantısı olarak bulunmaktadır. Ancak uçağı düşürülen Putin, Kafkasya ve
Doğu Avrupa’da karşılaşmadığı bir tavırla karşılaştığı için çok sinirlenmiş ve
hatta paniğe kapılmıştır. Ne ABD, ne de AB’nin güçlü ülkeleri Rusya’nın
saldırgan tutumu karşısında böyle bir karşılık vermemişken, Türkiye gibi
kendisinin gözünde oldukça küçük olan bir ülkenin bunu yapmış olmasını
hazmedememektedir. Çünkü bunun, başkalarına da örnek olacağını düşünmektedir.
Eğer buna çok önemli bir ceza kesemezse başka ülkelerin de, Rusya’nın bir
blöften ibaret olduğunu düşünerek hareket edeceğinden korkmaktadır. Fakat
aslında elinde yapabileceği fazla bir şey de yoktur.
Zaten bu sebeple uçak düşeli beri sürekli
olarak demeçler vermekte, internet ve televizyonlar üzerinden Türkiye ve dünya
kamuoyuna karşı psikolojik harekât icra etmeye çalışmaktadır. Aslında
Türkiye’de insanların psikolojik harekâta yatkınlığı olduğunu Putin de çok iyi
bilmektedir. Çünkü bu ülkede gazete köşelerinde, sanal âlemde, televizyonlarda
üç beş tane şerefsizin yaptığı psikolojik harekât sonucu bu ülkenin halkının
önemli bir kısmı bunlara inanmış, ülkenin yasal hükümetinin de desteğiyle
Türk Ordusu neredeyse tamamen çökertilme noktasına getirilmiştir. Bu sebeple
Putin şimdilik buna ağırlık vermekte ve aslında birbiriyle çelişen tutarsız
iddialarla kendini tatmin etmektedir. Mesela Putin; Suriye’deki Türkmen silahlı
güçlerini, ÖSO güçlerini vb. resmi devlet otoritesine karşı mücadele ettikleri
için terörist olarak tanımlamaktadır. Hâlbuki kendisi önce Karabağ’da, sonra Abhazya
ve Osetya’da şimdi terörist dediği kişilerle aynı işleri yapanları ordularını
göndererek savunmuş ve Azerbaycan ve Gürcistan’dan koparmıştır. Daha sonra aynı
şeyi Kırım’da yapmıştır. Yani Rusya’ya göre kendi taraftarı ayrılıkçı gruplar
kendi kaderini tayin hakkını kullanırken Rusya çıkarına aykırı olanlar terörist
olmaktadır. Öte yandan IŞİD petrolünün Türkiye üzerinden satıldığı iddialarını, ülkesinin çıkarları için Türkmenleri katletmesine ve uçağın
düşürülmesine bahane olarak sunmaya çalışmaktadır. Nitekim Rusya kaçak petrol
satış güzergahlarını yayımlamıştır. Fakat nedense bunların hiç biri
Türkmenlerin bölgesinden geçmemektedir. Bu yayımlanan bilgilere göre en büyük
kaçakçılık PYD bölgesinden yapılmasına rağmen Rusya PYD hedeflerine tek bir
bomba dahi atmamıştır.
Bence Putin’in deli dana gibi her yere
saldırmasının tek bir sebebi vardır. Şu ana kadar çıkar çatışmasına girdiği
hiçbir devlet Rusya’ya karşı çıkmamıştır. Hiçbir Rus uçağı düşürülmemiş, hiçbir
Rus tankı vurulmamıştır. Bu da Putin’de; ‘’ben büyüğüm, ne yaparsam yapayım
kimse karşı çıkmaya cesaret edemez’’ inancı oluşturmuş olmalıdır. Zaten o
yüzden daha önce de aynı yerde Rus uçaklarının yaptığı sınır ihlalleri dile
getirilip ikaz edildiğinde bunu kale bile almamıştır. Şimdi hiç beklemediği bir
ülke olan Türkiye, Rus uçağını vurunca Putin çok büyük bir travma
geçirmiştir. Zaten; ‘’Hiç beklemediğimiz yerden darbe yedik. Sırtımızdan
bıçaklandık.’’ demesi de, belki bu sebeptendir.
Burada ilave edeyim ki ben Öcalan krizi
sırasında sınırda görev yapmıştım. O dönemde de angajman planları ve misli ile
mukabele planları yayımlanmış ve yazılı olarak bize gelmişti. Bu planlar
geldikten sonra biz planda yazan şartlar oluştukça ayrıca yukarıya sormaya
gerek duymadan bunların gereğini yapmıştık. Bu Rus uçağının da benzer şekilde
düşürüldüğünü düşünüyorum. Yani ihlal ortaya çıkınca o bölgede devriye uçuşu
yapan uçak plana göre gereğini yapmıştır. Saniyeler içinde gelişen bir olayda
kimseden izin veya onay aldığını filan sanmıyorum.
Yani bu olay, hükümetin veya Genelkurmay’ın
kontrolünde yapılan kasıtlı bir olaydan çok daha önce açıklanan angajman
kurallarını aşırı megaloman ve narsist Rus yönetiminin ka’le almaması ve uçak
pilotu olan bir üsteğmen veya yüzbaşının plan gereği üzerine düşeni yapması
sonucu ortaya çıkmıştır.
Saygılar sunarım.
M.Ç.
3.12.2015.