Tarih boyunca milliyetçilik, Türklerde Milliyetçilik, Fransız İhtilali ve Milliyetçilik, Atatürk’ün Milliyetçilik Anlayışı.
Öz:
Milliyetçilik çok eski dönemlerden beri bilinen bir kavramdır. Bununla
birlikte, XIX. Yüzyılda siyasi bir kavram olarak tüm dünyada etkili olmaya
başlamıştır. Bu kapsamda, Osmanlı İmparatorluğu içinde de, ülkenin yıkılmasını
engellemek için ortaya atılan fikirler gibi önemli bir taraftar kitlesi
kazanmıştır.
Türklerde başlangıçta kültürel ağırlıklı olarak başlayan milliyetçilik
akımı, ortaya çıkan gelişmelerin de etkisiyle, Türkçülük-Turancılık gibi tüm
dünyadaki Türkleri birleştirmeyi hedefleyen yayılmacı bir anlayışa doğru
evrilmiştir.
Mondros Mütarekesi imzalandıktan sonra, diğer fikir akımları ile
birlikte, bu tür milliyetçilik akımları da etkinliğini kaybetmiş ve Mustafa Kemal Paşa
önderliğinde başlayan Milli Mücadele hareketi ile birlikte; Misak-ı Milli’de
belirlenen coğrafi alanla sınırlanan, daha kapsayıcı ve kültür birliğine önem
veren yeni bir milliyetçilik anlayışı ortaya çıkmıştır.
Bu milliyetçilik anlayışı; din ve ırk birliği gibi objektif unsurlara
değil, dil, kültür tarih birliği ve gelecekte de birlikte yaşama arzusu gibi
sübjektif unsurlara dayanan modern bir yaklaşım arz etmektedir.
Anahtar Kelime: Millet, Milliyetçilik, Türkçülük, Turancılık.
Giriş
İnsanlar, tarihin en eski dönemlerinden beri kendilerine benzeyen ve aynı
kökten geldiklerine inandıkları insanların daha üstün olduğu duygusu içinde
olmuşlardır. Bu durum tam olarak bu günkü milliyetçilik kelimesi ile ifade
edilen anlama gelmese de yine de milletlerin ve milliyetçilik kavramının
oluşmasına kaynaklık teşkil etmiştir.
Bununla birlikte Milliyetçilik açısından en önemli gelişmeler XIX. Yüzyılda
ortaya çıkmıştır. Bu dönemde milliyetçilik fikri tüm dünyaya yayılmaya
başlamıştır. Bu sebeple bu dönemde başlayan fikirler XX. yüzyıldaki
gelişmelerin de temelini oluşturmuştur.[1]
Milliyetçilik konusunu ele almadan önce kısaca milleti tarif etmekte
yarar olduğunu düşünüyorum. Türk Dil Kurumu Türkçe Sözlüğüne göre millet: ‘’Çoğunlukla aynı topraklar üzerinde
yaşayan, aralarında dil, tarih, duygu, ülkü, gelenek ve görenek birliği olan
insan topluluğu, ulus; bir yerde bulunan kimselerin bütünü, herkes ve benzer özellikleri olan topluluk’’ olarak tarif edilmektedir.[2]
Burada, devletin resmi bir kurumunun ülkede geçerli anayasal millet
tanımının dışına çıkmamaya gayret ederek bir tanım yapmaya çalıştığı
görülmektedir. Mesela bu tanımda ırk, soy veya din birliğinden
bahsedilmemektedir. Ancak tarih boyunca gerek dünyada, gerekse Türk devlet
geleneğinde yapılan millet tanımlarında genellikle bu unsurlara göre de millet
tanımı yapılmıştır. Nitekim Millet kelimesi Türk diline Arapçadan geçmiştir. Arapça
millet kelimesi; din birliği çerçevesinde birbirlerine bağlı insan topluluklarını
ifade etmektedir. Bu anlam Osmanlı İmparatorluğu’nda ve Milli Mücadele
döneminde de benzer anlamda kullanılmıştır. Batı dillerinde kabul gören millet
tarifi ise, Fransızca “nation” kelimesinin karşılığı olarak; aynı kökten ve aynı
soydan gelen, aralarında ortak bağları olan insan topluluğu şeklindedir.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi Osmanlı İmparatorluğu’nun son
dönemlerine kadar olan süreçte, millet kelimesi dini anlamda kullanılmış olsa
da, gerek eğitim vb. amaçlarla Avrupa’ya giden, gerek yabancı kaynakları okuyup
araştıran ve gerekse batı ile daha yakın teması olan Hristiyan azınlıklarının
milliyetçilik hareketlerinden etkilenen bazı Türkler zamanla Fransız
ihtilali’nin yaydığı fikirlerden etkilenen ‘’nation’’ anlamında millet ve
milliyetçilik tanımlarına yaklaşan millet tanımlamaları yapmaya ve buna bağlı
olarak bir Türk milliyetçiliği fikrini geliştirmeye başlamışlardır.
Tüm bunlardan anlaşılacağı gibi, zaman içinde, millet tarifinde hâkim
olmuş iki görüş ortaya çıkmıştır. Bunlardan birincisi, objektif millet
anlayışıdır. Bu görüşe göre; millet aynı ırktan gelen, aynı dili konuşan ve
aynı dine inanan insanların meydana getirdiği topluluktur. İkinci görüş ise,
sübjektif veya kültürel millet anlayışıdır. Bu anlayışa göre ise; bir milletin
meydana gelmesinde, ırk, dil veya din esas alınarak yapılan tanımlar eksiktir.
Yani bir toplumdaki fertlerin arasında, kültür birliği, gönül birliği, ülkü
birliği, birlikte yaşama ve ortak tarih şuurunun var olması gerekmektedir.[3]
Milliyetçilik ise milliyet duygusundan hareket eden bir fikir akımıdır.
Bu duygu kişilerin, milli tarihlerine, milletlerin mazideki hem parlak, hem de
felâket ve ıstıraplarına karşı derin bir içsel bağlılık ve saygı hissi şeklinde
ortaya çıkar. Yani milliyetçilik kişinin milletini sevmesi, milletine güven
duyması, onun varlığını ve güçlenmesini savunmasıdır.
Türklerde Millet ve
Milliyetçilik.
Millet ve milliyetçilik kavramları Türklerde tarihin en eski
dönemlerinden itibaren var olmuştur. Tarihte ilk defa Türk boylarını bir bayrak
altında toplayan ve Mete ile birlikte Türklerin milli birliklerini kurdukları bilinmektedir.[4]
Yine Orhun abidelerinde geçen kavramlar incelendiğinde Türk milletinin
geçmişinde de milli duygunun ve milliyet fikrinin var olduğu görülmektedir. Türk
milliyetçiliğinin en önemli yazılı belgelerinden biri olan Orhun abidelerinde
millet, milliyetçilik hatta Türk birliği fikrini açıkça görmek mümkündür. Dahası
bu devletin adı bile Göktürk Devleti’dir.
Bu abidelerde;“Ben Gök Tanrı gibi
gökte yaratılmış Bilge Kağan’ım. Türk ulusu, sesimi sonsuzluğa kadar işit..”,
“Ey Türk ulusu! Tutsaksan özgür,
yoksulsan varlıklı, çıplaksan giyimli olacaksın. Niçin yenik düştüğünü, niçin
tutsak olduğunu bilmelisin ve hiç unutmamalısın!”[5]
sözleri yaklaşık 1300 yıl öncesinde de Türklerde millet duygusunun var olduğunu
göstermektedir. Yine aynı kitabelerde yer alan “Ey Türk ulusu, bu gerçekleri işitin, bilin! Yukarıda gök çökmedikçe
aşağıda yağız yer delinmedikçe, Türk ulusu, senin ülkeni kim alabilir? Töreni
kim bozabilir? Ey, Türk ulusu, titre ve kendine dön!”[6]
denilerek Türk milletinin sonsuza dek yaşayacağına olan inanç açık bir şekilde
ifade edilmektedir.
Türklerdeki milli duygular ve millet bilincinin, İslâmiyeti kabul etmelerinden sonra da devam
ettiğini görmekteyiz. Nitekim Kaşgarlı Mahmut’un “Divan-ü Lügat-it Türk” isimli
eserinde bu milli duygular açıkça görülmektedir. Kaşgarlı Mahmut, eserinde
“Türklerin Hazreti Muhammed tarafından övüldüğüne” dair Hadis’lere yer
vermiştir.[7]
Ahmet Yesevi, Yunus Emre gibi önemli kililer de milli duyguları dil birliği
içinde devam ettirmişlerdir. Bu dönemlerde, Karamanlı Mehmet Bey, Türkçe’nin
yazı ve saray dili olmasını emrederek Türkçe’nin Arapça ve Farsça karşısında
gerilemesine karşı çıkmıştır. Onun Türkçe’ye verdiği bu önem, dilde
milliyetçilik olarak kabul edilebilir.
XV. asırda Ali Şir Nevai de dil milliyetçiliğine bir örnek olarak
gösterilebilir. Ali Şir Nevai yaşamı boyunca Türk dil ve kültürünün Fars dil ve
kültüründen üstün olduğunu göstermeye gayret etmiştir. O “Muhakemet-ül
Lûgateyn” adlı eserini de bunu ispat etmek için yazmıştır. Hatta bazı
yazılarında Türklerin Farslara göre zekâ ve anlayış olarak ta üstün olduğunu
savunmuştur.[8]
Aynı milli duygu ve uygulamalar Osmanlı Devleti’nin bazı dönemlerinde
de görülmektedir. Bunlardan biri de Türklerin üstünlüğünü Kur’an ayetleri ve
hadisleri örnek göstererek ispatlamaya çalışan Vani Mehmet Efendi’dir.[9]
Her ne kadar, yukarıda belirtildiği gibi çok eski devirlerden beri
Türklerin yazılı edebiyatlarında ve devlet uygulamalarında milliyetçilik
izlerine rastlanıyorsa da Türklerde bugünkü anlamda milliyetçilik, Fransız
ihtilâlinde sonraki gelişmelerle ortaya çıkmıştır. Bu anlayış kısa süre içinde
tüm Avrupa’ya yayılmıştır. Bu durum ise Osmanlı İmparatorluğu içindeki azınlıkların
devlete karşı milliyetçi isyanlar başlatmalarına sebep olmuştur. Önceleri
Hristiyan Balkan milletleri arasında başlayan milliyetçilik hareketleri ve
isyanlar sonraki yıllarda imparatorlukta yaşayan Müslümanlar arasında da
görülmeye başlamıştır. Bu gelişmeler Osmanlı Türk aydınlarının da uyanmasına ve
Türk milliyetçiliğinin ortaya çıkmasına etki etmiştir.
Osmanlı Türklerinde
Milliyetçilik Fikrinin Ortaya Çıkması.
Osmanlı Türklerinde milliyetçilik fikrinin ortaya çıkmasında, yukarıda
da bahsedildiği gibi, birçok sebepler
vardır. Bütün bu sebeplerin sonucunda Türk aydınlarında milliyetçiliğe doğru
bir hareketin başladığını görmekteyiz.
Milliyetçiliğin sistemli bir fikir akımı olarak ortaya çıkması daha
sonra meydana gelen gelişmelerle olmuştur. Özellikle, ortaya çıkan isyanlarla
giderek artan toprak kayıpları karşısında Türklerin, devleti ayakta tutmak için
gösterdikleri dayanışma Türk milliyetçiliğinin gelişmesi için kuvvetli bir
zemin hazırlamıştır.
Milliyetçiliğin gelişmesinde başka bir faktör de, XIX. yüzyıldan
itibaren başlayan toprak kayıplarının bir sonucu olarak elde kalan topraklara
Kırım, Kafkasya ve Balkanlardan birçok insanın göç etmesidir. Kaybedilen
topraklardan göçlerle gelen bu insanlar arasında eğitim düzeyi yüksek birçok aydın
bulunmaktaydı. Osmanlı siyasi ve kültürel hayatında önemli roller oynayan bu
insanlarda özellikle şiddetli bir Rus düşmanlığı ve vatanlarına karşı duygusal
bağlılık mevcuttu. Bunlardaki milliyetçi düşünceler Osmanlıdaki Türk aydınlarım
da etkiledi.
Özellikle Kırım savaşından sonra Osmanlı devletinin Rusya’daki
Türklerle ilgilenmesi ve siyasi münasebetleri milliyetçi düşüncelerin canlanmasında
daha da etkili olmuştur. Bütün bu gelişmeler önceleri İslâmi dayanışmayı
güçlendirmiş daha sonraları ise, gelişen siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik
olayların tesiriyle Türk milliyetçiliğinin gelişmesini sağlamıştır.
Devletin içindeki Hristiyan unsurlar ve daha sonra Türk olmayan
Müslüman nüfus, özellikle de Araplar arasında milliyetçiliğinin ortaya
çıkmasıyla, Türkler de giderek daha da artan bir oranda kendilerini ayrı bir
millet olarak hissetmeye başlamışlardır.
Öte yandan, Osmanlı devletinde meydana gelen bütün bu milliyetçi gelişmeler
devlet yöneticilerini bazı tedbirler almaya yöneltmiştir. İmparatorluğun bütünlüğünü
korumak için azınlıklar arasındaki milliyetçi gelişmelere karşı askeri, siyasi
ve idari tedbirler alınmaya başlanmış, ülke içindeki milletleri imparatorluk
fikri etrafında bir arada tutmaya çalışılmıştır.
Bu maksatla gelişen Osmanlıcılık fikri özellikle Genç Osmanlılar
tarafından bir ideoloji olarak geliştirilmeye çalışılmıştır. Böylece
Osmanlıcılık Türklerde değişik anlamda da olsa ilk nasyonalizm kavramı
olmuştur. Amaç imparatorluk içindeki milletleri eşit siyasi haklara sahip bir
Osmanlı milleti olarak tanımlamak ve ortak bir vatan mefhumu etrafında
birleştirmekti. Ancak 1908 yılındaki II. Meşrutiyet’in ilanından sonra, İmparatorluğun
değişik unsurları arasında görülen kısa bir kucaklaşmanın hemen ardından,
Osmanlılık kavramının boş bir ütopya olduğu ortaya çıkmaya başladı.[10]
Bu durum Balkan Savaşları sonucunda tamamen netleşmiş oldu.
Hristiyan Balkan uluslarının bağımsızlığı ve Balkan coğrafyasının
çoğunun elimizden çıkmasının ardından ülkede halkın büyük bir çoğunluğu
Müslümanlardan oluşur hale geldi. Bunun sonucunda da gayrimüslimleri de kapsayan
Osmanlıcılık fikri tamamen ortadan kalkmasa da giderek zayıfladı ve artık daha
az telaffuz edilir hale geldi.
Osmanlıcılık fikri ile devletin bir arada tutulamayacağını anlayan
yöneticiler ve aydınlar arasında bu sefer daha II. Abdülhamit devrinde devletin
bir arada tutulmasında uygulanan siyasi bir kavram olan ve artık imparatorluğun
ezici bir çoğunluğunu teşkil eden Müslümanları bir arada tutmak düşüncesi ağır basmaya
başladı. Bu düşünce, padişahın aynı zamanda halife olması sebebiyle, imparatorluğun
en yaygın ideolojik gücü durumuna geldi. Ancak kısa süre içinde İslâmcılık düşüncesi
ile de devleti bir arada tutmanın mümkün olamayacağı ortaya çıktı. Çünkü imparatorluk
içerisindeki Türk olmayan Müslüman gruplarda da milliyetçi hareketler giderek
güçlenmeye başladı.
Osmanlıcılığı ve Panislâmcılığı ortaya çıkaran unsurların pek çoğu aynı
zamanda o dönemde henüz başlangıç hâlinde olan Türk milliyetçiliğinin de
gelişmesine yol açmıştır. Bu iki fikir akımının yetersizliklerinin zamanla
ortaya çıkması sonucunda Türk milliyetçiliği giderek daha da güçlenmiştir. Bunda
1910 yılından itibaren yoğun bir şekilde Osmanlı İmparatorluğu’na gelen birçok
Asyalı Türk aydınının da katkısı olmuştur. Bunlar ayrıca daha çok ülke
sınırları içinde sınırlı olan diğer iki görüşün aksine dikkatlerin Rusya, İran
ve değişik bölgelerde yaşayan Türklerle bir birlik oluşturma düşüncesine
çevrilmesine sebep olmuşlardır. Çünkü söz konusu bölgedeki halklar Türklerle
sadece aynı ırka değil aynı zamanda aynı dine de mensuptular.[11]
Artık Osmanlıcılık fikrinin devleti bir arada tutamayacağı anlaşılmış,
İslâmcılık fikrinin de Müslümanların birleştirmediği görülmeye başlanmıştır.
Tüm bunların etkisiyle çeşitlenen siyasi hayat içinde milliyetçilik akımı II.
Meşrutiyetten sonra iyice belirginleşmiş ve değişik hedefleri olan ulusçuluk tartışmalarını
başlatmıştır. Bundan sonra Milliyetçilik, kültürel alanda, fikri alanda, siyasi
alanda gelişmeye, yayılmaya ve Türklerin kurtuluşu için tek çare olarak
görülmeye başlanmıştır.
Bu üç fikir akımının mevcut durum göz önüne alınarak değerlendirilmesi
ve Türkçülük veya Milliyetçilik fikrinin en uygun çözüm olduğunun ispatlanmaya
çalışılması ise ilk olarak Yusuf Akçura tarafından, Kazan’da yazılıp Mısır’daki
‘’Türk Dergisi’’nde yayımlanan ‘’Üç
Tarz-ı Siyaset’’ isimli yazı ile ortaya konulmuştur. Diğer görüşleri savunanlar
tarafından yoğun eleştirilere uğrayan bu yayım tüm olumsuz eleştirilere rağmen
milliyetçilik anlayışının daha sonraki gelişiminde oldukça önemli etkiler
bırakmıştır.
Akçura bu eserinde; Osmanlıcılık ve İslamcılık düşüncelerinin olumlu ve
olumsuz (güçlü ve güçsüz) yönlerini açıkladıktan sonra kendi görüşüne göre
ülkenin ve milletin geleceği için en uygun çare olacağını düşündüğü Türkçülük hakkında
değerlendirmeler yapmıştır. Buna göre; önce Osmanlı İmparatorluğu içindeki
Türkler ve az da olsa Türkleşmiş olan diğer Müslüman unsurlar (Türkleştirilerek)
ile Türk milliyetçiliği esasında bir birlik sağlanması, müteakiben Asya ve Doğu
Avrupa’daki Türklerle birleşerek büyük bir Türk birliği kurulmasına çalışılması
en uygun çözümdür.[12]
Milliyetçiliğin oldukça uzun bir zamandır dil, kültür ve fikir alanında
etkinliğini sürdürmesine rağmen bu yaklaşım büyük bir siyasi Türk birliğinin
kurulmasını ortaya atan sistemli ilk yaklaşım olmuştur. Bu yaklaşım daha sonra;
bir yönüyle milliyetçilerin bir kısmının ‘’Turancılık’’ diye ifade edilen Türk
birliğini savunmasına yol açtığı gibi diğer yönüyle (Türk çoğunluğu ve azda
olsa Türkleşmiş diğer unsurların tamamen Türkleştirilmesi anlamında) de Türkiye
Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra yeni bir millet oluşturma sürecine etki
etmiştir. Yusuf Akçura 1908 yılında II. Meşrutiyet’in ilanından sonra
İstanbul’a gelmiş ve bu fikirlerini ‘’Türk Yurdu Gazetesi’’nde yayımladığı
yazılarla geniş kitlelere açıklamaya başlamıştır.
Türk milliyetçiliğinin temelleri dil, tarih ve edebiyat sahasındaki
çalışmalarda o tarihe kadar büyük merhaleler kaydetmiş ve kültürel temelleri
atılmıştı. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Paris kolu daha 1902 ve 1906
döneminde milliyetçilik görüşünü benimsemiş ve buna göre faaliyetlere başlamıştı.[13]
Bunların da etkisiyle milliyetçilik fikri daha hızlı yayılmaya ve
teşkilâtlanmaya başladı. Bu dönemde milliyetçiliği savunan birçok yayının
yanında birçok cemiyet de kurulmuştur.
Bu sırada Türklerde milleti sosyal bir gerçek olarak ilk defa tarif
eden kişi Ziya Gökalp olmuştur. Gökalp, milleti meydana getiren temel
faktörlerin ırk, kavim, coğrafya olmadığını ifade etmiş milletin; dilce ahlâkça
ve güzellik duygusu bakımından müşterek olan, yani aynı terbiyeyi almış
fertlerden oluşan topluluk olduğunu belirtmiştir.[14]
Buraya kadar bahsedilmeyen ve oldukça etkili olan diğre bir fikir akımı
da Batıcılık’tır.[15]
Ancak bu fikir kendi başına milliyetçilik üzerinde müstakil bir etkiye sahip
olmadığı gibi diğer fikir akımlarını savunanların da büyük bir kısmı, birbirlerinden
oldukça farklı yorumlasalar da, aynı zamanda Batıcılık akımına taraftardırlar.
Bu sebeple detaylı olarak bu konudan bahsedilmemiştir.
Milli Mücadele ve Milliyetçilik.
II. Meşrutiyet döneminin Türkçülük faaliyetleri ve bu dönem Türkçülerinin
fikir ve düşünceleri Osmanlı Devleti içerisinde günden güne en büyük ve etkin
güç olmaya devam ederken, Osmanlı Devleti kendisini Birinci Dünya Harbi
içerisinde bulmuştu. Bu savaş esnasında Müslüman Arapların İngilizlerle
işbirliği içine girmeleri ve bağımsızlık peşine düşmeleri sonucunda İslamcılık
fikri artık daha geri plana atılarak Türkçülük-Turancılık fikirleri ön plana
çıkmıştır.
Rusya’da Ekim devrimi’nin ardından Kafkasya’da yeni Türk ve Müslüman
devletlerin ortaya çıkması sonucunda, artık Türk olmayan Müslüman Ortadoğu da
devletin elinden çıkmaya başlayınca, Türkçülük/Turancılık ideolojisi kapsamında
devleti yönetenler Kafkasya’ya doğru ilerleyerek bir çıkış yolu bulmaya
çalışmıştır. Fakat Osmanlı Devleti dört yıl süren Birinci Dünya Savaşı
sonucunda müttefikleriyle beraber yenilince bu girişim de akamete uğramıştır.
Savaşın sonunda 30 Ekim 1918 Tarihinde imzalanan Mondros Mütarekesi ile
bu durum resmiyet kazanmıştır. Böylece öne sürülen bu üç fikrin de
(Osmanlıcılık-İslamcılık-Tuarncılık/Türkçülük) ülkeyi kurtaramayacağı ortaya
çıkmış oldu. Fakat yeni oluşan şartlar
altında yeni bir milliyetçilik için uygun şarlar ortaya çıkmaya başlamıştı.[16]
Bunda Osmanlı İmparatorluğu’nun Türk olmayan kısımlarının elden çıkmış
olmasının ve artık çoğunluğu Türklerle meskûn arazilerin de paylaşılmaya
başlamasının etkisi büyük oldu.
Ancak bunda; fikri, siyasi ve hukuki düzeyde en büyük etken, ABD
Başkanı Wilson’un daha savaş devam ederken, içinde; ‘’Osmanlı İmparatorluğu’nun
Türklerin çoğunluğu oluşturduğu bölgelerinin Türklere bırakılacağına’’ dair
ilan ettiği prensipler ve daha sonra Lenin’in milletlerin kendi kaderlerini
tayin hakkı söylemleri oldu. Nitekim Mütareke’nin hemen ardından, işgal
edilmemiş Osmanlı toprakları içinde kalan her bölgede, Osmanlı Devleti
sınırları içinde kalmaya devam etmek için bölgelerinde Türklerin çoğunluğu
oluşturduğunu tüm dünyaya, özellikle de İtilaf Devletlerine, ispatlamaya
çalışan ve isimleri genellikle ‘’Müdafayı Hukuk’’ olan örgütler kurulmaya
başlandı. İsimlerinden de anlaşılacağı gibi bu örgütler, kendi bölgelerindeki
Türk halkının Wilson prensiplerine göre hakkını ve hukukunu korumayı amaçlayan
faaliyetlere başladılar.
Bu anlayış işgal edilmemiş tüm topraklara yayılarak belirli bir coğrafyaya
ve o coğrafya üzerinde yaşayan insanların çoğunluğuna dayanan yeni bir
milliyetçilik anlayışının gelişmesine yol açtı. Artık, bu örgütlerin başını çeken
milliyetçiler; Mondros Mütarekesi imzalandığı zaman henüz işgal edilmemiş
topraklarda nüfusun çoğunluğunu Türklerin oluşturduğunu ve bu sınırların yeni
Türk sınırları olarak kabul edilmesini isteyen bir milliyetçilik anlayışını
savunmaya başladılar.
İşte bu yeni yaklaşım Samsun’a çıkan ve bu anlayışın ülkenin kurtuluşu
için tek çare olduğunu her yere duyuran Mustafa Kemal Paşa ve beraberindeki
ekibin de başlangıçtan itibaren hâkim ideolojisi haline geldi. Mevcut durumu
çok iyi bir şekilde okuyan Mustafa Kemal Paşa önderliğindeki harekete
katılanlar, kurtuluşun belli sınırlar içinde bir birlik kurulması esasına
dayanan milli gayelere yönelmekle elde edileceği düşüncesine varmışlardı. Bu
düşüncenin kısa sürede taraftar bulmasında Türklerin yüzyıllar boyunca idare
ettikleri ve dini olarak ta kendilerine denk görmedikleri Yunanlıların İzmir’i
ve Ermenilerin de Doğu Anadolu’da bazı bölgeleri işgal etmelerinin halkın
duyguları üzerinde yarattığı infial de önemli katkıda bulunmuştur.
Bu dönemde Amasya Tamimi ile başlayıp, Erzurum ve Sivas Kongreleriyle
devam eden ve Ankara’da süreklilik kazanan söylemlerde kullanılan kelimelere
dikkat ettiğimizde, milli duyguların ne kadar ilerde olduğu görülmektedir.
“Milli istiklâl, Milli Mücadele, Milli Hareket, Milli Zafer, İrade-i Milliye, Hâkimiyet-i
Milliye, Kuva-yı Milliye, Misâk-ı Milli, Büyük Millet Meclisi” gibi kelimeler buna
en büyük delildir. Bu kelimeler incelendiğinde içerisinde yüksek bir
milliyetçilik anlamını taşıdığı görülmektedir.
Ancak; bu milliyetçiliğin belli sınırları ve sınırlamaları vardır. Bir
defa bu milliyetçilik yayılmacı değil savunmacı ve bir coğrafya ile sınırlı
hedefleri olan bir anlayıştır. Mücadelenin başından itibaren kullanılan
söylemlere bakılırsa, kullanılan millet ifadesiyle, sadece etnik anlamda Türkler
değil, Türk olmasa bile belirlenen coğrafyada yaşayan tüm Müslümanlar da ifade
edilmektedir. Yani ırk temelinden çok belli bir coğrafyada yaşayan aynı dinden
ve kültürden insanların birliğini savunmaktadır. Bu durum Erzurum ve Sivas
Kongrelerinde alınan ve ‘’Irkı ve meshebine bakılmaksızın belirlenen sınırlar
içinde yaşayan tüm Müslüman unsurların bir birinden ayrılmaz öz kardeş
oldukları’’ hakkındaki kararda da net olarak görülmektedir. Bu milliyetçilik
esas olarak Misakı Milli esaslarına göre tam bağımsız bir devlet kurmayı savunan
siyasi bir yaklaşımdır.[17]
Bu hareket yabancı devletler ve bu arada işgalci İtilaf Devletleri
temsilcileri tarafından da başından itibaren milliyetçi bir hareket olarak
görülmüş ve bu şekilde isimlendirilmiştir. İstanbul’daki İngiliz Yüksek
Komiseri Amiral Calthorpe, Lord Curzon’a çektiği 23 Haziran 1919 tarihli
telgrafta Türk milliyetçiliği ile ilgili şu ifadeleri kullanmaktadır:
“Çanakkale Savaşlarında büyük ün kazanmış olan Mustafa Kemal Paşa, bir ay kadar
önce ordu müfettişi olarak Samsun’a varışından bu yana kendisini anti yabancı
düşüncenin ve milliyetçi düşüncenin merkezine koymaktadır.”[18]
Bu dönemdeki milliyetçilik söylemi tüm ülkeyi etkilemiş ve yeni Türk
milliyetçiliğinin temellerinin oluşturulmasında etkili olmuştur. Bu dönemde
İstanbul’da yapılan mitinglerle işgal kuvvetlerinin protesto edilmesi ve
arkasından Anadolu’da oluşan tepkiler millet bilincinin ülkenin her yerine
yayıldığını göstermektedir. Amasya Tamimi, Erzurum Kongresi ve Sivas Kongresi’nde
alınan kararlar[19], Misak-i
Milli kararlan, Büyük Millet Meclisi’nin açılışı da hep milli bilincin birer ifadesidir.
Bu milliyetçilik; vatan, din ve siyasi birlik temelli bir milliyetçilik
olmuştur.
Milli Mücadeleyi besleyen Kuva-yı Milliye ruhuna, yukarıda da
belirttiğimiz gibi İslâm dininin birleştirici gücünün büyük bir tesiri olduğu
bir gerçektir. Büyük Millet Meclisi’nin Cuma günü namazdan sonra açılması ve
vatanın her tarafında “Kuran-ı Kerim” ve Buhar-i Şerif okutulması Mustafa Kemal
Paşa’ya Gazi unvanının verilmesi ve Mehmet Akif Ersoy’un yazdığı istiklâl
Marşı” Milli Mücadele’de milli birliğin sağlanmasında dinin etkinliğini
göstermektedir.[20]
Buradaki milliyetçiliğin diğer bir yönü de Batı devletlerinin
sömürgecilik ihtirasına karşı bir hareket olarak ortaya çıkmasıdır. Mustafa
Kemal Paşa’nın liderliğinde başarıyla idare edilen ülkenin bağımsızlık savaşı
diğer tüm duygu ve idelojilerden farklı olarak vatanseverlik, vatanı
işgalcilere karşı korumak duygusunu işleyerek halkın desteğini harekete geçirmiştir.
Bu durum daha sonraları başka milletlere de örnek teşkil etmiştir.
Cumhuriyetin İlk Yıllarında
Milliyetçilik İlkesi ve Atatürk.
Milli Mücadele sonucunda, Osmanlı Devleti tarihe karışmış ve yerine
yeni bir devlet ve yeni bir sistemle idare edilen Türkiye Cumhuriyeti
kurulmuştur. Kurulan yeni cumhuriyet Türklerin çoğunlukla olduğu bölgeler
üzerinde kurulmuş milli karakter taşıyan büyük oranda Türklerden oluşan milli
bir devlettir. Milli mücadelenin başından beri devam eden milliyetçilik anlayışı
cumhuriyet döneminde devletin resmi ideolojisinin de en önemli unsuru olmuştur.
Osmanlı Devleti’nin yıkılması daha önce hüküm süren bütün ana politik
ideolojileri itibardan düşürmüştür. Osmanlıcılık var oluş nedenini yitirmiş,
İslamcılık ve Pantürkizm ise İmparatorluğu kurtarmayı başaramamıştır.
Dolayısıyla 1923’ten itibaren Mustafa Kemal yeni Cumhuriyeti milliyetçiliğin
birleştirici yeni bir anlayışı ile idare etmek için çaba sarf etmiştir. Zaten
Mustafa Kemal Atatürk daha 1921 yılında, Eskişehir’de yaptığı bir konuşmada; “Ne İslâm birliği ne de Türk birliği bizim
için bir doktrin veya mantıklı bir politika meydana getirebilir. Bundan böyle
yeni Türkiye’nin, hükümet politikası kendi milli sınırlan içinde Türkiye’nin
kendi öz egemenliğine dayanma ve bağımsız yaşamadan meydana gelmektedir.”
demiştir.[21]
Bağımsız yaşama, milli sınırlar içinde kalma, milli egemenliğe dayanma
fikri, Atatürk’ün Cumhuriyet kurulduktan sonra da savunduğu temel fikirlerdir. Her ne kadar bazı yazar ve
arştırmacılar tarafından; ‘’Başlangıçta
çok sık vurgulanan ’milli’ ve ‘millet’ kavramlarının dini temelli millet
kavramı anlamında kullanılmıştır. Cumhuriyet kurulduktan sonra Mustafa Kemal
Türkçülüğü ön plana getirmiş ve Türk milliyetçiliğini ortak dil, kültür ve
ideal temelinde şekillendirmiştir.’’[22]
deseler de Türk milliyetçiliği hiçbir zaman ırk veya soy temelli olmamış,
kapsayıcı ve kültürel temelli olmuştur. Ayrıca yeni milliyetçilik tanımı
beynelminelcilikten çok Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan tüm insanları tek bir
millet çatısı altında toplamaya yöneliktir.
Bunu Atatürk’ün değişik zamanlarda millet ve milliyetçilik ile ilgili
yaptığı konuşmalarda da görmek mümkündür. Örneğin onun; ‘’Biz doğrudan
milliyetperveriz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin mesnedi Türk
camiasıdır. Bu camianın efradı ne kadar Türk harsiyle meşbu olursa o camiaya
istinat eden cumhuriyette o kadar kuvvetli olur.’’[23],
‘’Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türk halkına Türk milleti denir.’’ ve ‘’Zengin
bir anılar mirasına sahip olan, sahip olunan mirasın korunmasında ve devamı
hususunda iradeleri ortak olan insanların birleşmesinden vücuda gelen topluma
millet adı verilir.’’[24]
şeklindeki konuşmaları buna örnek olarak gösterilebilir.
Cumhuriyetin kurulduğu ilk yıllarda, Atatürk’ün ortaya koyduğu yeni
milliyetçilik anlayışının etkisiyle Pantürkizmi savunan Meşrutiyet dönemi
Türkçü ve milliyetçi aydınların da fikirlerini, kısmen veya tamamen değiştirmişlerdir.
Mehmet Emin (Yurdakul) kendi şiirlerini yeniden düzenleyerek Turan
kelimesi yerine vatan kelimesi kullanmaya başlamıştır. Ahmet Ağaoğlu basın
bürosu müdürlüğünü kabul etmiştir. Ağaoğlu bir Fransız gazeteciye “Ankara, eski Osmanlı İmparatorluğu’nun
gösterişinden feragat ederek milliyetçidir. Etnografik Türk sınırları ile tahdit
edilmiş mütevazı bir Türk Yurdu kurmayı dilemektedir. Bunun için barışa ve
huzura ihtiyaç duymaktadır.” demiştir.[25]
Yusuf Akçura ise, bir tarih
profesörü olarak yeni Türkiye Cumhuriyeti’ni Pantürkist görüşlerinin
gerçekleştiği bir ülke olarak değerlendirmiştir. Ayrıca Meşrutiyet dönemi
Türkçülerinden Tekin Alp da bu dönemde Mustafa Kemal Atatürk’ün milliyetçi
düşüncelerini benimsemiştir.
Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren uygulanan milliyetçilik anlayışı,
Türk toplumunun çağdaşlaşmasını öngören ileriye dönük bir milliyetçilik
olmuştur. Milli Mücadele yıllarında vatanın savunulması ve kurtarılması şeklinde
sadece siyasi bir gaye olarak ele alınan milliyetçilik, Milli Mücadele’nin
gerçekleşmesinden sonra anlamı genişleyerek siyasi, kültürel ve ekonomik olmak
üzere bütün hayat ve faaliyetlerin hepsini ifade eden bir gaye halini almıştır.
Atatürk’ün tabiriyle; ‘’Türk ulusunun
yönetiminde ve korunmasında ulusal birlik, ulusal duygu, ulusal kültür en
yüksekte göz dikilen ülküdür.’’, ‘’Çünkü,
ulusal varlığın temeli, ulusal bilinçte ve ulusal birlikte’’ görülmektedir.[26]
Sonuç.
Tüm bu açıklamalardan da anlaşılacağı gibi, Atatürk’ün savunduğu
milliyetçilik anlayışının, daha önceki Türkçülük ve Turancılık gibi birbirine
benzer fikirlerden farklı olarak bazı belirli özellikleri vardır.
Bir defa bu anlayış antiemperyalisttir.[27]
Yani her türlü emperyalizme karşı milli bağımsızlığı savunur. Bu anlamda kendisi
de barışçı ve savunmacıdır. Emperyalist ve yayılmacı amaçlar taşımaz.
Bu anlayış ayrıca milli sınırlara, yani bir vatan kavramına dayanır. Türkiye
Cumhuriyeti toprakları içinde yaşayan herkesi Türk milletinin birer üyesi
olarak kabul eder. Irkçı ve ayrımcı değil kapsayıcıdır. Fransız İhtilali’nden
sonra Avrupa devletlerinin çoğunun benimsendiği gibi; vatandaşlık, dil birliği,
kültür ve tarih birliği gibi unsurlara dayanır.
Bu anlamda ülke içinde tüm insanların aynı ülkü içerisinde, dini,
mezhepsel, etnik vb. ayrımcılıktan uzak olarak bir tek ulus olmanın bilincine
varmalarını sağlamaya çalışan, milli birlik ve bütünlüğe büyük önem veren bir
anlayıştır. Bu sebeple aynı zamanda laik bir anlayışa sahiptir.
Millet egemenliği ilkesiyle
bağlantılı olarak; halkçıdır, eşitlikçidir ve demokrasiye yöneliktir. Belli bir
sınıfa değil ülkede yaşayan halkın tümüne dayanmayı öngörür.
KAYNAKLAR:
Kitaplar:
ACUN; Fatma, Yakın Dönem Tarihi Metodolojisi, Hacettepe Üniversitesi
Yayınları, Ankara, 2008.
AKÇURA; Yusuf, Üç Tarz-ı Siyaset, TTK Yayınevi, Ankara, 2007.
Atatürk, Genkur. ATASE Bşkanlığı Yayınları, Ankara, 1979.
CEVİZOĞLU; Hüseyin, Atatürkçü Düşünce ve Sonuçları, 2.Baskı,Kara
Kuvvetleri Güçlendirme Vakfı, Ankara, 1982.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Vecizeler, İnkilap ve Aka, İstanbul, 1981.
GENTİZON; Paul, Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu, Çev. Fethi Ülkü, Kültür
ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1983.
GÖKALP; Ziya, Türkçülüğün Esasları, 3.Baskı, İnkilap Kitabevi,
İstanbul, 1987.
İNCEDAYI; Cevdet Kerim, İstiklal Harbi (Garp Cephesi), Yapı Kredi
Yayınları, İstanbul, 2007.
MERAM; Ali, Türkçülük ve Türkçülük Mücadeleleri Tarihi, Kültür
Kitabevi, İstanbul,1969.
KONGAR; Emre, Devrim Tarihi ve Toplumbilim Açısından Atatürk, Remzi
Kitabevi, 6. Basım, İstanbul, 2002.
KUBALI; Nail, Türk Devrim (İnkilap) Tarihi, Harp Akademileri Basımevi,
İstanbul, 1973.
OKUR; Mehmet, KÜÇÜKUĞURLU; Murat, İngiliz Yüksek Komiserlerinin Gözüyle
Milli Mücadele, 1918-1920, Serander Yayınları, İstanbul, 2006.
OLCAYTU;Turhan, Teknik Basın Sanayii, 7. Baskı, 198.., Ankara.
SAFA; Peyami, Türk İnkilabına Bakışlar, Ötüken Yayınları, İstanbul,
2011.
Elektronik Yayınlar:
AYIN;Faruk, Atatürk ve Milliyetçilik, ATAM, http://www.atam.gov.tr/dergi/sayi-42/ataturk-ve-milliyetcilik.
TDK Büyük Türkçe Sözlük, http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_bts&arama=kelime
&guid=TDK.GTS.5484302e846524.25543852.
[1]
Faruk Ayın, Atatürk ve Milliyetçilik, ATAM, http://www.atam.gov.tr/dergi/sayi-42/ataturk-ve-milliyetcilik.
[2] TDK
Büyük Türkçe Sözlük, http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_bts&arama=kelime&guid=TDK.GTS.
5484302e846524.25543852.
[3] Ayın,
a.g.m.
[4] Ayın,
a.g.m.
[5] Ali
Meram, Türkçülük ve Türkçülük Mücadeleleri Tarihi, Kültür Kitabevi,
İstanbul,1969, s.14.
[6] Meram,
a.g.e., s.17.
[7] Meram,
a.g.e., s.41-42.
[8] Meram,
a.g.e., s.59-60.
[9] Detaylı
bilgi için bkz. ‘’Meram, a.g.e., s.69-74.’’
[10] Paul
Gentizon, Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu, Çev. Fethi Ülkü, Kültür ve Turizm
Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1983, s.66.
[11] Gentizon,
a.g.e., s.66.
[12] Detaylı
bilgi için bkz.; ‘’Yusuf Akçura, Üç
Tarz-ı Siyaset, TTK Yayınevi, Ankara, 2007.’’
[13] Fatma
Acun, Yakın Dönem Tarihi Metodolojisi, Hacettepe Üniversitesi Yayınları,
Ankara, 2008, s.138.
[14] Detaylı
bilgi için bkz.: ‘’Ziya Gökalp,
Türkçülüğün Esasları, 3.Baskı, İnkilap Kitabevi, İstanbul, 1987.’’
[15] Turhan
Olcaytu, Teknik Basın Sanayii, 7. Baskı, 198.., Ankara, s.48.
[16] Peyami
Safa, Türk İnkilabına Bakışlar, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2011, s.90-91.
[17] Nail
Kubalı, Türk Devrim (İnkilap) Tarihi, Harp Akademileri Basımevi, İstanbul,
1973, s. 112.
[18] Mehmet
Okur, Murat Küçükuğurlı, İngiliz Yüksek Komiserlerinin Gözüyle Milli Mücadele,
1918-1920, Serander Yayınları, İstanbul, 2006,s.
[19] Cevdet
Kerim İncedayı, İstiklal Harbi (Garp Cephesi), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul,
2007,s.33-42.
[20] Ayın,
a.g.m.
[21] Ayın,
a.g.m.
[22] Acun,
a.g.e. s.139.
[23] Gazi
Mustafa Kemal Atatürk, Vecizeler, İnkilap ve Aka, İstanbul, 1981, s.32.
[24]
Atatürk, Genkur. ATASE Bşkanlığı Yayınları, Ankara, 1979, s.18.
[25] Ayın,
a.g.m.
[26] Hüseyin
Cevizoğlu, Atatürkçü Düşünce ve Sonuçları, 2.Baskı,Kara Kuvvetleri Güçlendirme
Vakfı, Ankara, 1982, s. 37.
[27] Emre
Kongar, Devrim Tarihi ve Toplumbilim Açısından Atatürk, Remzi Kitabevi, 6.
Basım, İstanbul, 2002, s.315.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder