.quickedit {display:none;} .quickedit {display:none;}

22 Eylül 2013 Pazar

Basın'ın Gücü


KİTABIN ADI              : BASININ GÜCÜ

YAZARI                       : Martin WALKER
SAYFA ADEDİ            : 451
BASILDIĞI YER/YIL : AD KİTAPÇILIK A.Ş.-İSTANBUL/1999
BASININ GÜCÜ
1945' in, Hitler Almanyası ile Japonya' yi yenen Büyük İttifak' m dünyası hemen hemen yok olmuştu. Büyük İttifak'ın yepyeni dünya düzenine yönelik umutlarının simgesi olarak kurulan Birleşmiş Milletler, tanınmayacak ölçüde farklılaşmıştı. İngiltere gibi Büyük İttifak içinde yer alan kazanan ülkelerden bazıları refaha ve etkinliğe yönelmiş; Almanya ve Japonya' nın yenik güçleri ise ayağa kalkmanın da ötesine geçmişti.
Ancak, 1945 dünyasının bir kalıntısı, dünyanın entelektüel, politik ve kültürel yaşamını büyük ölçüde etkilemeye devam etmekteydi: Büyük İttifak'ın gazeteleri ayakta kalmış ve hatta etkinliklerini artırmışlardı. 1945' in muzaffer müttefik ordularına, New York Times, Wahington Post, Toronto Globe and Mail, Melbourne Age, Rand Daily Mail, Pravda ve Londra' dan The Times gazetelerinin muhabirleri iştirak etmekteydi. Bu ordular, kazandıkları zaferin ertesinde başka gazeteler de kurdular. Paris' te Le Monde, General de Gaullle' ün özgürlüğe kavuşmasıyla doğdu. Hamburg' da İngiliz Askeri Hükümeti Die Welt' i kurdu. Milano' da Corriere della Sera' yi kuranlar da İngiliz ve Amerikan subaylarıydı. Tokya' da Amerikan Hükümeti Asahi Şimbun' u yeni baştan açtı. Çerçeve genişletilip, İngiliz İmparatorluğu' nusavaş çabalarına ortak bir gücü temsil eden Mısırlı EI-Ahram'ın da bu çerçeveye uyduğu iddia edilebilir.
Bu oniki gazete, elçiliklerde, resmi dairelerde, TV haber merkezlerinde ve dünyanın dört bir yanındaki diğer gazetelerde yakından incelenmektedir. Bunlar kısmen geleneksel haber verme işlemleri için; kısmen radyo ile TV'nin incelemeye zaman ayıramadığı uluslar arası haberleri ele aldıkları için; kısmen de temelde çok önemli bir biçimde, dayandıkları toplumların hükümetlerinin olmasa bile, yerleşik düzenlerinin kaygı ve görüşlerini yansıtır kabul edildikleri için okunmaktadırlar.
Portekiz' de bir devrim, Kore' de bir başkana yönelik suikast, Afrika'daki kuraklık ya da Sahra Çölü'ndeki bir savaş gibi uluslar arası olayları izlemek üzere; dünya çapında yalnızca bir avuç gazete kendi muhabirlerini gönderme masrafına girme sorumluluğunu hissetmektedir. Birkaç bölgesel istisna dışında, haberin olduğu yerde hep bu oniki gazetenin muhabirlerini görürsünüz.
Bu gazetelerin, haber ajanslarından bağımsız çalışan haber toplama kaynaklan, dış temsilcilikleri, politik muhabirleri ve farklı konularda uzmanları vardır. Haber ajansları da bir avuç uluslar arası üne sahip gazetenin başyazılarını ve önemli makalelerini haber malzemesi olarak iletmektedirler. Aslında bu oniki gazetenin ünü büyük ölçüde haber ajanslarının sürekli kendilerinden alıntı yapmalarına bağlıdır.Pravda'nın Rus politikası konusundaki yorumları, Washington Post"un başkanların hataları konusundaki son haberleri, The Times'ın İngiliz ulusunun durumu konusundaki görüşleri ya da Rand Daily Mail'n Soweto'daki yepyeni bir ayaklanma dalgasının ciddiyeti konusundaki değerlendirmesi gibi; büyük bir gazetenin söyledikleri kendi başına haber sayılır.
Doğal olarak, dünya hükümetlerinin büyük çoğunluğu, elçilikleri ve yetkilileri dünyayla ilgili izlenimlerini büyük gazetelerin yargılarından süzülmüş olarak edinirler. Savaşlar ve felaketler gibi hızlı yayılan haberler dışında, elektronik medyada izlenmek üzere bir TV ekibini gönderme masrafına katlanacak kadar önemli haberlerin seçiminde büyük gazetelerin görüşlerine güvenilir. Çoğu ülkede radyoda sabah 8 haberlerini o günkü gazetelerin manşetleri belirler. Bir olay, büyük bir gazetenin yer vermesi ölçüsünde önem kazanır. Büyük bir gazetenin elinde dünyayla önceliklerini ve haberlerini paylaşmada diretme konusunda benzersiz bir güç vardır. Radyo ile TV genelde basını yönlendirmek yerine, peşinden giderler.
Bir gazetenin uzun ömürlülüğü bir dizi önemli ve olumlu özelliğe işaret eder: bir dizi farklı sosyal ve ekonomik ortamda ayakta kalabilmek, uyum sağlayabilmek, hizmet ettiği, değişen toplumu yansıtabilmek, yılların getirdiği çeşitli buhranlara göğüs gerebilmek ve hepsinden çok tarihsel bir bakış açısı ile olaylara bakabilmek.
New York Times'ın kurucusu Adolph Ochs, şöyle demiştir: "Benim gazetemin hiçbir okuyucusu gafil avlanmamalıdır." Bu söz, küresel önemi bulunan politik olayların bir gece içinde gerçekleşmediği; dikkatli bir gazetecinin gözlemleyip değerlendirmesi gereken sosyal, ekonomik ve kültürel belirtileri olduğu anlamında yorumlanabilir. İran Şahı'nı devirene benzer yaygın halk devrimlerinin filizlenmesinin dünya basınının ilgisini çekmesi gerekmektedir. Bunun önemli bir örnek olduğu düşüncesinden hareketle bu kitabın bir bölümünde bu oniki gazetenin Şah'ın düşüşünden önceki on yıl içinde İran'dan haber vermekteki becerileri karşılaştırılıp değerlendirilmiştir.
Ciddi gazetelerin hedef alması gereken haber analizi ve değerlendirmeler ile kehanette bulunma arasında çok ince bir çizgi vardır. Basın toplu bilgeliği içinde bile, kaçınılmaz olarak sık sık yanılgıya düşecektir.
Bu bilgelik daha da genel bir anlamda paylaşılmaktadır, çünkü özellikle Batılı gazeteciler arasında ahlaksal değerler ve bakış açıları konusunda geniş bir görüş birliği paylaşılmaktadır. Batı medyası "basın özgürlüğüne" inanmakta ve buna dayanmaktadır. Bu, kaçınılmaz olarak din, konuşma, düşünce ve genel olarak insan hakları konusundaki diğer özgürlüklere gazetecilerce değer verilmesi anlamına gelmektedir.
Çeşitli gazetelerin dayandıkları farklı ulusal kültürler kendi sınırlamalarını da getirmektedir. Basına yönelik farklı yasalar, basının rolüyle ilgili değişik gelenekler, farklı ekonomik ortamlar ve dağıtım yöntemleri ile farklı ilan oranları gibi faktörlerin her biri gazeteye belirli bir ulusal özellik kazandırmaktadır. Yine de, bu gazetelerin büyük çoğunluğunun birbirleriyle ortak olan noktaları kendi ülkelerindeki diğer gazetelerle olanlardan daha fazladır. Ortak özelliklerinden, dünyanın seçkin basınının temel özelliklerine ulaşabiliriz.
Bu gazetelerin her biri yazı içeriklerinin, en azından %10 olmak üzere büyük bir bölümünü dış haberlere ayırmaktadırlar. Her gazetenin kendi kurumsal sesi olarak sunduğu bir başyazı sütunu vardır. Her gazete ulusal sınırlarının dışında da tanınıp okunmakta; ve hepsi de ülkelerinin seçkin grup ve sınıflarının evine giren gazete olarak bilinmektedirler.
ABD hükümetinin New York Times'ı Pentagon belgelerini yayımlamaktan mahkemeye vermesi ya da Fransız hükümetinin Le Monde'un genel yayın yönetmenini yargıya hakaret etmekle suçlaması, dünya çapında bir haberdir. Böyle bir olay yalnız olağandışı olmakla kalmayıp, aynı zamanda ulusun yerleşik düzeni içinde de hatırı sayılır bir anlaşmazlığa işaret eder. Basın yalnızca ulusal bir tartışmanın yer alabileceği bir arena olmaktan ötedir. Büyük bir gazete kendi başına, tartışmada sözcü ya da haklı taraf olabilecek çapta bir kurumdur.
Son zamanlarda yapılan bir araştırmada şöyle öne sürülmektedir: "Seçkin basın aracılığıyla ya özgür bir toplumun düşünce ürünü, çoğulcu ve gelişmiş diyalogu; ya da kapalı bir toplumun zorunlu sosyal ve politik rehberliği yayılmaktadır." Dünya hükümetlerinin büyük çoğunluğu geleneksel Anglo-Amerikan özgür basın kavramını ne tanır, ne de kabul ederler. İngiltere ve Amerikan hükümetleri de son yıllarda kendi ülkelerinde bu kavrama karşı gittikçe daha düşmanca bir tavır takınmışlardır. Bir hükümet, tanımı gereği kendi ülkesinde egemendir. Halka doğrudan ve günlük erişebilen, bağımsız ve genelde eleştirel bir ses, bu egemenliği sınırlandırıcı bir etki olmalıdır. Basının kendisi de fazlaca özel statü iddiasında bulunamaz. Le Monde ve Guardian gibi gazeteler vakıflara ait oldukları için patronların kaprislerinden kurtulsalar da, DiWelt ile Corriere della Sera'nın tarihçeleri, dürüst ve onurlu gazeteciler tarafından yürütülen güçlü ve saygın gazetelerin bile son aşamada, servetleri sayesinde gazeteleri kendi kişisel politik silahları gibi kullanabilen patronların parmağının ucunda olduklarını göstermektedir.
Ancak katı kuralları da yoktur; New York Times ile Washington Post ve Melbourne Age güçlü ve görüş sahibi patronlara aitken, yine de geleneklere, ticari başarı ve karlılığa ve mükemmeliyete dayanan bir bağımsızlık oluşturmuşlardır. Bu unsurlar bir patrona ait olmanın tehlikelerine karşı çıkmaktadırlar.
Bir gazetenin tarihçesi hemen hemen tanımı gereği, aynı zamanda yayımlandığı ülkenin de tarihidir. Gazeteler, ülkelerinin politikasının çok ötesine giderler. Ebedi ve sanatsal yaşam, alelade insanların yaşamları, reklamcıların satmaya çalıştıkları mallar, bir ülkenin çocuklarının eğitilme biçimi, inananların dinleri, işletmeleri ile bankalarının çalışması, suçluların stili ile polisin tutumu, hepsi oradadır. Bir gazete, bir ulusun kültürünün güncesidir.
Gazeteler demokratik seçim hakkını temsil ettiklerini; bir bakıma halktan biri para ödeyip gazeteyi her aldığında "seçildiklerini" ve okurları rahatsız etmenin bedelinin ticari başarısızlık olarak ödendiğini iddia edebilirler. The Times, DiWelt, Corriere della Sera ve Washington Post gibi, finansal olarak ayakta kalabilmek için dış kaynaklara güvenen gazeteler olmasaydı, bu sav daha güçlenebilirdi. ABD' de halihazırdaki tekel gazetelerine yönelik eğilim, örneğin Washington Post' un kendi pazarında hiçbir rakibinin olmaması, basının savını daha da çürütmektedir. Halkın bilme hakkına (ya da basının onlara anlatmak istediklerini bilme hakkına) seslenen iddialı çağrılar karşısına, hükümetlerin hükmetme hakkına, bireyin kişilik hakkına, ticari anlamda bilgilerin gizli tutulması hakkına yönelik, aynı derecede iddialı karşı savlar sürülebilir. Basın özgürlüğünün yeni ve geniş tanımı bundan daha sıkı temelleredayanmalıdır.
Bu doğrultuda son derece güçlü ve gerçekçi bir gerekçe vardır. Ara sıra, bazı ülkelerde, tek tek gazeteler eski Romalıların tanımladığı rolü oynarlar: "Gardiyanları kim koruyacak?" Hükümetlerin kendileri yolsuzluğa yönelince ve görev araçlarını o yolsuzluğu vatandaşlardan gizlemek için kullanmaya başlayınca, halk nasıl öğrenecektir? Güney Afrika' da Rand Daily Mail bunu bulmuş ve devlet başkanıyla gizli polis şefini alaşağı eden bir skandala yol açmıştır. ABD'de Washington Postbulmuş ve Nixon iktidarını yıkmak için kullanmıştır. Avustralya' da Age dış kredilerde uygunsuz komisyonlarla ilgili bir skandali ortaya çıkarmış ve Whitlam Hükümeti'nin yıkılmasına yardımcı olmuştur. Fransa'da Le Monde'un Cezayir Savaşı'nda işkenceye başvurulduğunu ortaya çıkarması Dördüncü Cumhuriyet'in sonunu hızlandırmıştır. Japonya'da, Başbakan Tanaka'nın yolsuzluk içindeki hükümetini devirmek için basının birkaç kolu; dış muhabirler, haftalık dergiler ve son olarak da ağır günlük gazeteler bir araya gelmişlerdir.
Ancak, tüm bu örneklerde olay hep ucu ucuna gerçekleşmiş, söz konusu hükümetler tehditler yağdırır ve basını kısıtlayıp bir daha asla böyle bir gücü kullanmasına olanak tanımayacak planlar hazırlarken başarılmıştır. Olayların daha geniş bir basın özgürlüğünü haklı çıkardığını kabul edecek olursak, o halde gazeteler için eskisine oranla daha güçlü bir destek ve gerçekçilik gerekecektir. Pek az hükümet tek taraflıdır; bir bölümü basından nefret ediyorsa, bir bölümü basını yararlı bir müttefik olarak görecektir. Pentagon Belgeleri davasında New York Times'ın yardımına Yüce Mahkeme koşmuş, Watergate sırasında Washington Post'Kongre arka çıkmıştır. Ciddi ve aklı başında bir ulusal gazete hemen hemen kaçınılmaz olarak ülkenin yerleşik düzeninin bir parçasıdır. Bazı gazeteler hizmet ettikleri toplumların temel kurallarına meydan okumazlar. Ekonomik sistemler, yasal süreçler ve hükümet biçimleri geniş bir çerçeve içinde yasal ve kabul edilebilir görülür. Bunların hepsi, bir ayakları yerleşik düzende bulunan gazetelerdir. En başarılıları New York Times, Washington Post, Rand Daily Mail ve Le Monde gibi, diğer ayaklarını muhalafete basan, toplumun devletin yasallığını sorgulayan kesiminden kopmamış gazetelerdir.
Bu on iki gazeteye bakıldığında; standart konumun ulusal yerleşik düzenin içinde olmaktan ziyade, ona ait olmak şeklinde olduğu görülebilir. Dünya basınının öncülerinden William Schramm şöyle bir gözlemde bulunmuştur: "Prestij gazeteleri önemli ölçüde ülke liderlerinin bilmek istediklerine ve bilinmesini istediklerine göre biçimlenirler. Ülke liderliği de önemli ölçüde gazetelerin onlara söylediklerine göre biçimlenir." Burada karmaşık ve sonsuz bir geri besleme sürecinden söz edilmektedir. Bugünün gazetesi yarınki baskıya manşet olacak bir tepkiyi yaratıyor, politikacılar gazetenin başyazısına tepki gösteriyor ve bu böyle sürüp gidiyor. Bir gazete tek bir sayısına bakılarak görülebilecek ya da tanımlanabilecek bir şey değildir; tek bir fotoğraftan çok, bir sürece, oynana bir filme benzer. Eğer her gazetenin tarihçesi çoğunun hükümetlerden bağımsızlıklarını korumak gibi güç bir işte ne kadar kahramanlık ve başarı gösterdiklerini yazıyorsa da, 1970'lerde İran'ı izleme biçimleri de, haber toplama ve sunma gibi basit bir işte ne kadar başarısız olduklarını sergilemektedir.
Dünya basınının karşılaştırmalı ilgi, beceri ve performansıyla ilgili herhangi bir ciddi analiz yapılacak ise, uluslar arası öneme sahip uzun süreli tek bir olayı alıp her gazetenin yıllar süren bir dönem içersindeki performansını incelemek mantıklı görülmektedir. Bu nedenle; her gazete için ekonomik, stratejik, sosyal ve hatta ahlaksal anlamlar taşıyan; hiç kimsenin göz ardı edemeyeceği bir konu olan "1971' den 1979'a yani Şah'ın düşüşüne dek İran" konu olarak seçilebilir.
Dünya'nın önde gelen bu gazetelerinin Iran hikayesindeki performansını değerlendirirken kullanılabilecek belki de en hafif sözcük, "üzücü"dür. Verilen haberler tümüyle yanıltıcı olmuş; Le Monde dışında hepsi okurlarına İran'da olup bitenleri anlatmak gibi temel bir görevde yetersiz kalmışlardır. Bunu söylerken , dünya basınının varlık nedeni olan bir işi yaparken ki genel başarısızlığından söz edildiğini unutmamak gerekir. Okurlar gazeteleri karmaşık bir dizi amaç nedeniyle alırlar; ancak, bu kitapta ele alınan prestijli gazetelerin dünya çapında önemli olayları bildirmelerini, anlaşılabilir bir metin haline getirmelerini, dünyanın çeşitli bölgelerinde ve önemli konumlardaki devletlerde gelişmekte olan önemli sosyal ve politik eğilimleri değerlendirmelerini beklemek hakkına da sahiptirler. 1970'lerin İran'ı herhangi bir standarda göre önemli bir haberdi. Bu gazetelerin anavatanlarından hiçbiri (Pravda Dışında) İran'la komşu olmasa da, ülkenin İran Körfezi'ndeki stratejik konumu, petrol kaynakları ve Şah'ın sürekli belirttiği süper güç statüsüne geçme hırsı, önemli hiçbir gazetenin bu haberi görmezden gelemeyeceği anlamına geliyordu. Güney Afrika petrol ithalatının neredeyse tamamını iran'dan yapıyordu. Japonya, Rusya, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Mısır ve ABD her biri, 1970'ler boyunca en az bir yıl, enerji ithalatlarının en az %10'unu İran'dan yaptılar. Avustralya için İran tarım ihracatında önemli bir müşteriydi ve burada değerlendirilen diğer gazetelerin her birinin anavatanlarının önemli bir müşterisiydi. Şah'ın OPEC zammındaki rolü ve Tavus Tahtı ile kraliyete yönelik bitmeyen ilgi, onu hikayenin ayrılmaz bir parçası yapıyordu.
İran haberlerinin niceliği açısından, 12 gazete üç farklı gruba ayrılabilir. Le Monde, New York Times, Washington Post ve The Times hepsi İran haberlerine başyazılarında büyük yer verdiler ve her yıl ortalama 100'er haber yayımladılar. Asahi Şimbun, Com'ere, DiWelt ile El-Ahram İran' a ortalama bir yer ayırıp, yaklaşık haftada bir haber yayımladılar. Öte yandan haberlerinin niteliğinde önemli farklar vardı. Asahi ekonomik haberlerle ilgilenirken, Die Welt güvenlik ve terörizm konularıyla,Corriere kraliyet ailesiyle, EI-Ahram da bölgesel konularla ilgilendi. Son grup olan Pravda, The Age, Toronto Globe and Mail ile Rand Daily Mail olayların son yılına kadar İran'dan ancak yüzeysel haberler verdiler. Haberlerin niteliği ve sütunlardaki farklılıklar, Le Monde'u, New York Times'ı ve The Times'ı ayrı bir sınıfa koyarken, Washington Post da pek saygın olmayan bir dördüncülüğe yerleşti.
Her gazetenin haberciliğinin kalitesi konusundaki karşılaştırmaların sübjektif olması kaçınılmazdır. Ancak, geçmişe dönüp bakabilmenin avantajıyla, Le Monde'un derinlik, kehanet ve haberlerindeki duyarlılık açısından öne çıktığı görülebilir. New York Times ikinci gelecek, The Times ise Lord Chalfont'un Şah'ın muhaliflerine gösterdiği garip anlayışsızlık nedeniyle aşağılara düşecektir. Öte yandan, The Times ile Washington Post bütün yorum hatalarına ve Müslüman muhalefeti hemen hemen görmezden gelmelerine rağmen, verdikleri haberlerin miktarı nedeniyle, kalite yarışmasında üçüncülüğe ve dördüncülüğe yarleşmektedirler. Bir sonraki grup Asahi Şimbun, Melbourne Age veCorriere della Sera'dan oluşmakta; bunlar hikayeyi hemen hemen doğru bildirirken, muhalefetin varlığını haber vermekte, ancak pek az ilgi göstermektedirler. Son olarak da Pravda, Toronto Globe and Mail, Die Welt, Rand Daily Mail ve EI-Ahram okurlarını doğru bilgilendirip bilgilendirmediklerine pek aldırmamışlardır. Pravda'y\ etkileyen politik sınırlamalar bu gazeteyi Batı standartlarına göre değerlendirmeyi bir haksızlık haline getirmektedir. İran'ın dünyanın 1917'den beri gördüğü en geniş kapsamlı ve önemli devrimlerinden birine hazırlandığı düşünülecek olursa, Pravda'nın olup bitenleri görmeme kararlılığı nefes kesicidir. Rand Daily Mail'de birtakım politik sınırlamalar çerçevesinde hareket etmiştir ve basının ülkenin petrol kaynakları hakkında yazmasını engelleyen yasalar İran haberlerini hassas bir duruma sokmuştur. Şah'ın eleştirilmesi ülkenin enerji ithalatı açısından felaket sonuçlara yol açabilirdi. DiWelt'Batı'nın en otokrat basın kralının politik önyargıları gazetecilerin karşısına, aşmayı pek denemedikleri birtakım engeller çıkarmıştır. EI-Ahram da 1970'lerin büyük bölümünde gittikçe Şah'la yakınlaşan ve sürgünde ona kucak açan bir rejimin gizli sansürü altında bulunmuştur. Toronto Globe and Mail'in yetersizliklerinin böyle bir mazereti de yoktur. Haber eksikliği ve olanların geniş anlamda kötü kalitesi gazeteyi neredeyse ciddi değerlendirmeden diskalifiyeettirecek gibidir.
İran olayında dünyanın önde gelen gazeteleri, kendi ulus ve kültürlerinde bulunabilecek en iyi haberciliğe ve analitik paketlere sahip olmalarına rağmen işlerini iyi yapmamakla kalmamış, başarısızlıkları dünyanın okur yazar ve ilgili vatandaşlarının büyük çoğunluğunun ciddi biçimde yanlış bilgilendirilmesine de yol açmıştır. Basın, dünyada günden güne, yıldan yıla gelişen politik sürecin katılımcısı olarak, görüntüyü çarpıtan bir ayna işlevi görmüştür. Bunun basit bir nedeni vardır. Haberlerin mekaniği, basının tek bir olaya, bir duyuruya, bir şoka ya da sürprize tepki vermekte çok daha başarılı olması; anında habercilik gerektirmeyen, "dorukları" bulunmayan uzun, ağır sosyal süreçleri anlayıp incelemekte ise daha zorlanması anlamına gelmektedir. Şah'ın son yılında yaşanan olaylar, ayaklanmalar, sokak çatışmaları, gösteriler ve sinemalara yönelik saldırılar profesyonel ustalıktan yoksun bir biçimde bildirilmiştir. Bunların anlaşılması için önce olayları tahrik eden politik güçler ile sosyal gelişmelerin ciddi biçimde incelenmiş olması gerektiğinden, gazete okurları boşlukta bırakılmıştır.
Dünya basınının bu ölçüde başarısız olması çok ciddi bir takım anlamlar içermektedir. Bu görüş, Columbia Üniversitesinden Profesör Edward Said tarafından en acı biçimde ifade edilmiştir. Said'in Batı medyasına (ve düşünürlerin çoğuna) yönelik öfkeli eleştirisi 1981 yılında, "İslam Haberciliği" başlığıyla yayımlanmıştır. Said'in iddiaları şöyle özetlenebilir: "İşin özünde Müslümanlar ile Arapların yalnızca petrol üreticileri ya da olası teröristler olarak tanıtıldığı, tartışıldığı ve kabul edildiğini söylemek pek abartılı olmayacaktır... Medyanın başarısızlığının en ciddi ve gelecek hakkında pek iyi belirtiler vermeyen sonucu, şiddetli bir kriz sırasında ivedi uluslar arası konular söz konusu olduğunda, medyanın kendilerini kolaylıkla ve güvenle bağımsız, gerçek anlamda bilgilendirici bir görev yapar görmemesidir."
Batı medyasının temel görevi olan dünya olaylarını anlatmak ve incelemek işinde başarısız olması halinde, Batılı seçmenlerin her oy kullanışta bu gezegendeki hassas yaşamı avuçlarının içinde tutacaklarını söylemek için Said'in görüşlerini paylaşmak gerekir. Bu pek iyimser bir durum değildir. Batı çıkarları açısından bilinçli bir plan ya da sinsi bir yönlendirme olduğu anlamına gelmez. Kuşkusuz bu yönde de bir ölçüde sübjektif ve hatta bilinçaltı önyargı vardır ve Batılı çoğu gazeteci akıl çantalarında birtakım değerler, önyargılar ve bakış açıları taşırlar. Ancak, daha şimdiden Batılı olmayan hükümetlerden ve hatta Batılı olmayan gazetecilerden Batı medyasının kendini değiştirmesi yönünde baskı gelmektedir.
Eğer tüm kitap tek bir cümleye sıkıştırılabilse bu, Batılı gazetelerin ve gazetecilerin geleneksel olarak okurlarının dünyayı algılama oranıyla, özgürlükleri ve anayasal haklarına(böylece Batı toplumunun saygı duyduğu haklara) daha çok hizmet etmiş olduklarıdır. Ve açıkçası, XX. yüzyıl sona ererken, bu artık yeterli olmayacaktır. Gazetecilerin görevi, başarısız olmalarını kaldıramayacak kadar temel ve önemlidir.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder