.quickedit {display:none;} .quickedit {display:none;}

17 Ocak 2017 Salı

Esat, Saddam ve Kaddafi'ye övgüler düzmenin dayanılmaz hafifliği.


Sanal alemde arkadaşlarla bazı paylaşımlar üzerinden tartışma fırsatımız da oluyor. 
Benim son zamanlarda bu tartışmalarda anlamakta en çok zorluk çektiğim şey Esat, Saddam ve Kaddafi hakkındaki farklı yargılar.  
Zalim Esed, bilmem nerede cuma namazı kılacağız filan diyenleri hiç ciddiye almıyorum.
Zaten bunların hayal aleminde yaşadıkları, boş boş yaygara yaptıkları şimdiye kadar yaşanan gelişmeler net bir şekilde gösterdi.
Benim asıl anlayamadığım, Türkiye'de demokrasi savunucusu kesilip te Orta Doğu ve Kuzey Afrika'daki Saddam, Esat ve Kaddafi gibi diktatörlerin eskiden ülkelerinde yaptığı bazı uygulamaları örnek göstererek bunları övmeye çalışmaları.
Demokrasiyi savunan birinin bir diktatörü methetmesinin garabetinin farkında olduklarından olsa gerek bu tür destek verenler genellikle eski yönetimleri şimdiki anarşi ve çatışmalar ile kıyaslıyorlar.
Bazen de eski rejimlerin en güzel denilebilecek (gerçekten halkın her kesimine uygulanıp uygulanmadığını bilmediğim bazı iddiaları) uygulamaları alt alta sıralayıp bu eski diktatörleri ehveni şer göstermeye çalışıyorlar.
Söyledikleri en çarpıcı cümle ise; ''Esat veya Kaddafi, şimdiki teröristlerden çok daha iyiydiler.''
Evet, belki de haklılar.  
Bunlar sadece teröristlerden daha iyi bence. 
O da bir nebze iyi. 
Ama bir yönetimin kıyaslanacağı şey terör örgütleri değildir. Bir yönetim şekli belki başka yönetim şekilleriyle kıyaslanabilir ama terör örgütleriyle kıyaslanması bence komik olmasa bile tuhaf bir yaklaşımdır.
Bir diktatör, sadece terör örgütlerinden daha iyi diye övgüye layık olamaz.
En iyisi demokratik yönetimlerin kurulmasıdır. 
Tamam, bunlar bazı iyi uygulamalar yapmışlar ve dış güçler şimdi bu ülkeleri karıştırıyorlar. 
Kahrolsun dış güçler ama Nasrettin Hoca'nın fıkrasındaki gibi ''Hırsızın hiç mi suçu yok?'' acaba?
Ülkelerinin bu hale gelmesinin en büyük sorumluluğu Esat, Kaddafi ve Saddam değil midir? 
Tamam ABD'den Avrupa'ya, onlardan Rusya ve İran'a kadar herkes bu ülkelere çomak soktu ama aynı ülkeler bazı demokratik ülkelere de aynı şeyi yaptılar ama bu üç ülke gibi karıştıramadılar. 
Demek ki bu üç şahıs ülkelerini çok kötü yönetmiş ve dış müdahalelere karışı zayıf bırakmış. 
Ayrıca güçlü oldukları dönemlerde bu üç şahıs ve rejimleri başta kendi komşuları olmak üzere dünyanın değişik bölgelerindeki ülkeleri iç karışıklığa sürüklemek için şimdi kendilerine yapıldığı gibi terör örgütlerini desteklediler yıllarca. 
Ben oynanan oyunlara karşıyım ama bu tür tek adam diktatörlüklerine de karşıyım. 
Evet bazı iyi uygulamaları olabilir ama gidin modern bir hayvan çiftliğini görün. 
Çiftlik sahibi hayvanlara çoğu insanın sahip olmadığı kadar rahat bir ortam sunuyor. 
En besleyici yemleri veriyor. 
Hastalanmasınlar diye sürekli veteriner kontrolünde tutuyor. 
Ahırı temizliyor, ısıtıyor ve ilaçlıyor. 
Ve hatta sırtlarını kaşımaları için modern aletler takıyor ahıra. 
Bazen bizzat kendi elleriyle de kaşıyor. 
Ama bunu hayvanların iyiliği için değil kendi iyiliği için yapıyor. 
Çünkü sonuçta çiftçi hepsini kesilip etleri yensin diye satıyor. 
Orta Doğu ve Kuzey Afrika'daki diktatörler de halklarına sadece kendi yönetimlerine seslerini çıkarmasınlar diye ve seslerini çıkarmadıkları müddetçe iyi davrandılar. 
Bence bu ülke halkları sadece emperyalistlere karşı çıkanlara destek vermekle düzelmez. 
Bence demokratik olmayan yönetimlerden bir an önce kurtulup doğru dürüst yönetimler kurmaları lazım. 
Bu noktadan sonra çözüm geriye dönüp yeni diktatörler ortaya çıkarmakta değil, teröristleri de diktatörleri de def edip daha demokratik rejimler kurmaktadır.

Saygılar sunarım.

8 Ocak 2017 Pazar

Türkiye'de neden sürekli cami yapılıyor? Sebep dindarlık mı yoksa tembellik mi?


İnternette bazı paylaşımlar görünce bu konuda başımdan geçen bir olayı yazmak zorunluluğunu hissettim. 
İnternet paylaşımında; içinde iki cami olan küçük bir köy resmi ve altında da ''küçücük bir köye iki cami, bunlardan biri kütüphane olsaydı Türkiye şimdi daha iyi bir yerde olurdu'' diye de bir yazı vardı.
Önce ''Acaba?'' diye düşündüm fakat sonra eskiden şahit olduğum bir olay aklıma geldi.
Bu olayı düşününce kendi kendime dedim ki ''Camilerin çok olması, çoğu yerde dindarlıktan değil tembellikten.''
Neden mi bu sonuca vardım?
Anlatayım...
Muhtemelen siz de aynı sonuca varacaksınız....
Ben bir zamanlar 5000 nüfuslu bir yerde çalışmıştım. 
Yüzlerce yıl boyunca Osmanlı tek bir cami yapmış. 
Taştan yapılan adeta sanat eseri gibi bir yapı. 
Cumhuriyet döneminde ise 11 cami yapılmış.
Ama hepsi de gece kondu gibi. 
Sürekli benzin aldığım bir benzinliğin yaşlı bir sahibi vardı. 
Ara sıra sohbet ederdik. 
Bir gün baktım ki benzinliğin karşısındaki boş araziye cami yaptırma derneği levhası asılmış. 
Bunun ne olduğunu sorduğunda yaşlı adam ''Ya, diğer camiler uzak. Gidip gelmek zor oluyor. Şimdi bir de yaşlandığım için daha zor gidip geliyorum. O yüzden bu arsayı satın alıp bu taraflarda oturanlarla kurduğum cami yaptırma derneğine bağışladım. Hem işimiz görülür hem de sevaba girmiş oluruz.'' 
Duyduklarıma inanamamıştım.
''Peki... İmamın maaşını da sen mi ödeyeceksin?'' diye sordum. 
Adam şöyle bir yüzüme baktıktan sonra ''Ne münasebet. Koskoca Diyanet var. Onlar öder.'' dedi. 
Ben de; ''E o zaman sen nasıl bir hayır yaptığını sanıyorsun? Bu işten sana sevap yerine günah gelmesin sonra...'' deyince adam şaşırdı.
''O niye ki?'' diye mırıldandı. 
Dedim ki; ''A be dayı, 500 metre ötede cami varken sen sırf oraya gitmeye üşeniyorsun diye kapının önüne cami yaptırıyorsun. Sonra da o caminin imam maaşını, elektriğini, suyunu benim verdiğim vergilerle ödetiyorsun. Hem burada 12 tane cami var. 13. camiye ne gerek var?'' 
Adam hafifçe gülümsedi.
''Doğru söylüyorsun.... Diğer mahalleye geçen sene bir cami yapıldığında bende onlara senin bana söylediklerine benzer şeyler söylemiştim. Ama şimdi aynı şeyi biz yapıyoruz. Bizimki dindarlık değil tembellik galiba.'' dedi. 
Bunun üzerine ikimiz de gülüştük. 
Bir süre sonra da oradan ayrılıp eve gittim. 
Fakat sonra ne olduysa ben tayin olup gidene kadar o cami inşaatı başlamadı. 
Sonra ne yaptılar bilmiyorum.

Saygılar sunarım.

6 Ocak 2017 Cuma

İstanbul'da Reina'daki Yılbaşı Katliamını Kim Yaptı?

İstanbul'daki yılbaşı katliamında herkes IŞİD'e odaklanmış durumda. 
Peki ya olayın IŞİD'le hiçbir bağlantısı yoksa? 
Ya bu olay Çin ile Türkiye ilişkilerinden rahatsız olan taraflarca yapılmışsa? 
Veya Uygur katliamlarına ses çıkarmamamız için bizzat Çin tarafından organize edilmişse?
Bir başka ihtimal de o gece orada bulunan bazı şahısların ortadan kaldırılması için yapılmış olma olasılığı. 
Bence ilgililer kafasını olayın içine çok fazla sokmayı bırakıp biraz geri çekilmeli ve olan bitene biraz uzaktan bakmalı. 
Böylece büyük resmi görebilirler belki. 
Bence ilk önce öldürülen insanların kimler olduğu iyice araştırılmalı. 
Özellikle de yakın mesafeden ve hedef gözetilerek ateş edilip öldürülenler. 
Bunların kim oldukları, ne iş yaptıkları, bağlantıları filan iyice araştırılmalı.
İŞİD veya PKK saldırıları (Dün İzmir'de olduğu gibi) çabucak ortaya çıkıyor ve failler tespit edilebiliyor. 
Çünkü şehrin göbeğinde eylem yapmak çok büyük bir profesyonellik ve çok detaylı bir planlama gerektirir. 
Şimdiye kadar yapılan eylemlere bakıldığında PKK'da bu profesyonelliğin olmadığı anlaşılıyor.
IŞİD ise uluslararası terör bağlantıları sayesinde son yıllarda bu konuda daha profesyonel hale geldi ama bu olaydaki kadar değil. 
Şimdiye kadar olayın hala çözülememesinden bu işin istihbarat teşkilatları ile bağlantılı profesyonel kişilerce yapıldığı intibaı yaratıyor. 
Kastettiğim tetiği çekenlerin profesyonelliği değil.
O tetiği çeken kişi veya kişileri bulup ikna eden, onlara uygulayacakları bir eylem planı yapan, bu plana göre eyleme katılacakları örgütleyen ve görev taksimatı yapan, onları İstanbul'a getirip eylem gününe kadar gözlerden uzak bir şekilde muhafaza eden, olay öncesinde bu şahısları eylem yerine getiren, eylem sırasında etraftan kontrolsüz müdahaleler olmasın diye önlem alan, eylemden sonra da eylemcileri olay yerinden çıkarıp uzaklaştıran ve izini kaybettiren ekibin profesyonelliğinden bahsediyorum. 
Onun için bence bu olayın altında başka bir çapanoğlu olabileceği ihtimali gözardı edilmemeli.

Saygılar sunarım.

Not: Bu yazıyı beğendiyseniz alttaki butondan facebook, twitter, pinterest ve G+ tuşlarına basarak arkadaşlarınızla paylaşırsanız sevinirim. Teşekkürler.

23 Aralık 2016 Cuma

Suriye'de olanlardan kim sorumludur?


Suriye ile ilgili tartışmalarda Esat rejiminin taraftarlığını yapanlar siz konuşmaya başlar başlamaz hemen ABD emperyalizminden, İsrail entrikalarından bahsederek konuyu saptırma eğilimine giriyorlar nedense. 
ABD emperyalizmi, Rus emperyalizmi, bizim hatalı dış politikamız gibi söylemler Suriye'nin durumu ile ilgili olarak yapılan tartışmaların bir başka boyutu ve bu boyuttaki sorunlar da esas olarak Esat rejiminin kötü yönetiminin bir sonucu. 
ABD, Rusya'ya da oyun oynuyordur ama bir şey yapamıyor. 
Niye? 
Çünkü Rusya güçlü... 
Almanya'ya da oynamaya çalışıyordur ama yapamıyor. 
Neden? 
Çünkü Almanya hem güçlü, hem demokratik bir yönetimi var hem de iyi yönetiliyor. 
Suriye ve Irak gibi ülkelerde ise bu amacına kolayca ulaşıyor. 
Neden? 
Çünkü bu ülkeler çok geri kalmışlar. 
Çok kötü yönetiliyorlar. 
Hem de uzun süreden beri. 
Eğitimsiz ve ilkeller. 
Çünkü yönetim sadece kendisinin iktidarda kalmasını düşünmüş hep.
Ben Suriye'ye birçok defa gittim. 
Bunların çoğu Suriyeli heyetlerle beraber yapılmış resmi gezilerdi. 
Suriye bizden en az 40-50 sene gerideydi ben gittiğim dönemlerde. 
Her şey ilkel ve kötüydü. 
Trafik ışığı bile yoktu. 
Yol kenarları arıza yapmış arabalarla doluydu. 
Çünkü en yeni araba 15-20 yaşındaydı. 
Lazkiye'de bazı yeni arabalar gördüm. 
Suriyeli bir Türkmen albaya sordum. 
Yönetimdeki adamların çocuklarınınmış. 
Sadece yönetime yakın kesimler dışarıdan yeni araç,  getirebiliyormuş. 
Diğer vatandaşlar onların kullanmaktan bıktığı arabaları artık iyice eskidikten sonra onlardan alıyormuş. 
Daha neler gördüm anlat anlat bitmez. 
Bizi 1970'li yıllarda Akdeniz olimpiyatları için yapılmış stada götürdüler gezdirmek için.
Çünkü gösterebilecekleri daha iyi bir yerleri yoktu. 
Statta kapılar sökülüp götürülmüş. 
Ne olduğunu sordum. 
Türkmen kökenli albay kapıların çok para ettiği için Baasçıların çocukları tarafından söktürülerek satıldığını söyledi. 
Suriye'den Türkiye'ye ve Türkiye'den Suriye'ye yapılan kaçakçılığın hangi kalemlerde yapıldığından da Suriye'nin durumu anlaşılıyordu. 
Suriye'den bize yapılan kaçakçılıkta genellikle Suriye devlet üretme çiftliklerinden çalınan inekler yakalıyorduk sınırda. 
Bir diğer önemli madde de uyuşturucu maddelerin işlenmesinde kullanılan asit anhidrit. Türkiye'den Suriye'ye ise çanak antenler ve müştemilatı, pompalı tüfek, araba parçaları. Bunlar Suriye'de çok para ediyormuş. 
Çünkü arabaların çoğu eski ve dışarıdan parça ithalatı yapılmadığı için. 
Bir şey daha anlatayım bu kadar Suriye'debn bahsetmişker. 
Böylece Suriye'yi Baas yönetiminin ne hale getirdiği daha iyi anlaşılabilsin.
Sınır ihlali var diye Suriye bize protesto çekmişti bir defasında. 
Ben, bazı yetkililerle birlikte Suriyeli yetkililerle sınır kapısında görüşmeye gittim. 
Görüşme sonucunda iddiayı yerinde tetkik etmek için ihlal olduğu söylenen yerde bir gün sonra buluşmayı kararlaştırdık. 
Ertesi gün kararlaştırılan saatte ben bölgenin değişik ölçekteki haritaları ile bir GPS (Şimdi arabalara bile takılan, bulunduğun yari gösteren Tomtom gibi cihazların askeri ve daha fazla fonksiyonu olan modeli) alıp taburdan görevli personel ve kaymakamlık yetkilileriyle olay yerine gittim. 
Suriyeliler ise bomboş gelmişler. 
Yalnız yanlarında yaşlı bir adam vardı. 
Türkmen albaya bu kim diye sordum, bilirkişi olduğunu söyledi. 
Bilirkişi neyi biliyor anlamadığımdan meraklandım ama fazla bir şey sormadım çünkü ne zaman Türkmen albayla konuşsam Muhaberatçı yarbay hemen yanımıza yaklaşıyordu. 
O zaman da Türkmen albay paniğe kapılmaya başlıyordu. 
Ha bu arada bahsettiğim albay asker değil. 
Suriye'de sivil yöneticilerin bazılarına da rütbe veriyorlar. 
Aynı Osmanlıda sivil yöneticilere paşa dedikleri gibi bu adama da albay diyorlardı. 
Adamın başı belaya girer diye bir şey demedim. 
Sonra ben haritaları masaya koyup sınırın geçtiği yeri harita ve araziden göstererek sınırda bir yanlışlık olmadığını açıkladım.
Adamlar haritaları görüp beni dinledikten sonra kendi bilirkişilerini masaya çağırıp konuşturmaya başlamışlar. 
Meğer bilirkişi yakındaki köyde oturan bir çobanmış. 
Adam eskiden sınır bölgesine gelip hayvan otlatırmış. 
Uzun süre sınıra yaklaşmaya korktuğu için bölgeye gelmemiş. 
Ancak nasıl olduysa birkaç gün önce tekrar koyunları sınıra yaklaştırmış ve sınır taşının yerinin değiştiğini görmüş. 
Bunu duyunca gülmemek için kendimi zor tuttum. 
Adamların rejimi ilkel olunca her şeyleri, zihniyetleri de ilkel oluyor demek ki diye düşündüm. Hemen GPS'yi çıkarıp bulunduğumuz noktanın koordinatını aldım. 
Harita üzerinden de koordinatı okudum. 
İki rakam aynıydı. 
Bunu gösterdim ve köylünün çoktan beri buraya gelmediği için sınır taşının yerini yanlış hatırlıyor olabileceğini çünkü cihaz koordinatı ile harita koordinatı aynı olması sebebiyle sınırın değişmediğinin açık olduğunu anlattım. 
Adamlar önce elimdeki cihaza bakıp söylediğime inanmadılar. 
Bir plastik parçası nasıl yer söyleyebilir diye düşünmüşlerdir herhalde. 
Bir süre suskun kalıp hepsi muhaberatçı yarbaya bakmaya başladılar. 
Bu yarbayla görüşmelerde sürekli karşılaştığımızda biraz muhabbetim vardı. 
Ne de olsa ikimiz de istihbaratçıydık.
Ben de ona bakınca yarbay bana o alet nedir diye sordu. 
Ben istersen anlatayım bu cihazın ne olduğunu ve nasıl çalıştığını dedim. 
Tamam deyince cihazı masaya koyup ne olduğunu anlatmaya başladım. 
Hepsi gözlerini açmış ne olduğunu anlamaya çalışıyor, bu arada İstanbul'da üniversite okumuş bir Suriyeli tercüman da söylediklerimi tercüme ediyordu. 
Muhaberatçı hemen cebinden bir not defteri ve kalem çıkarıp cihazın şeklini çizdi ve tercümanın konuşmalarını not etmeye başladı. 
Herhalde çok önemli bir askeri sırrı anlattığımı düşünüyordu. 
Fakat bu cihazın sivil tipleri o zamanlar madencilik ve şehir planlamacılığı gibi alanlarda dünyanın çoğu yerinde kullanılıyordu. 
Şimdi telefonlar bile aynı işi yapıyor.
Konuşma bitince Muhaberatçı köylüyü biraz uzağa götürüp sıkı bir şekilde azarladı ve gönderdi. 
O geri geldikten sonra Suriye heyeti kusura bakmayın gibisinden bir şeyler söyleyip Suriye tarafına geçti. 
Biz de adamların durumuna acıyıp kendi halimize şükrederek sınırdan ayrıldık. 
Adamlar ülkeyi dünyadan soyutlamışlar, bırakın sıradan halkı yönetici kesiminden çoğu da dünyadan habersizdi. 
Ülkeyi çok kötü ve hoyratça yönetiyorlardı. 
Bu sebeple Esat yönetiminin ve Baas rejiminin savunulacak hiçbir tarafı yok. 
Ülkenin bu hale gelmesinden Baas ve Esatlar sorumludur. 
Hiç boşuna ABD'yi veya İsrail'i suçlamasınlar. 
Onlar bir şey yapmıyor demiyorum. 
Köpek havlar, kuş öter, yılan da sokar. 
Bu onların doğasında var. 
Emperyalist te sömürü için her şeyi yapar. 
Bu da emperyalizmin doğasında var. 
Ama nasıl yılan güçlü ve tedbirli birini sokamıyorsa emperyalistler de iyi yönetilen ülkelere istedikleri gibi oyun oynayamıyorlar. 
Irak ve Suriye'ye rahatça oyun oynadılar, çünkü bu ülkeler sapık diktatörler ve çarpık bir Arap sosyalizmi ideolojisine dayanan totaliter Baas rejimleri tarafından yönetildi yıllarca. 
Ve tabii ki çok kötü yönetildiler.
Bu sebeple her şeyin sorumlusu onlar.

Konuyla ilgili diğer hususlar hakkında tazılan bir yazıyı okumak için lütfen tıklayınız.

Halep'i ele geçiren Suriye rejiminin günahları.


Baba Esad zamanında da oğul Esad zamanında da Suriye sınırında bulundum ve birçok defa Suriye'ye gittim. 
Baba Esad süzme bir psikopattı. 
Kendisi Nusayri idi ama her cuma Şam'da, Sünniler için önemli bir şahsiyetin imamlık yaptığı bir camide cuma namazı kılardı. 
Fakat ne yaparsa yapsın, hangi mezhep veya ırka mensup olursa olsun benim için fark etmez. 
Çünkü cani ve katil ruhlu bir adamdı. 
Yerine de kendisi gibi bir oğul yetiştirdi ama kader midir nedir oğlan öldü. 
Bu sebeple Esad'ın etrafındaki (çoğu Sünni olan) Baasçılar ve ailenin önünde iki seçenek kaldı. 
Biri Beşar diğeri de şu anda Cumhuriyet Muhafızları komutanı olan kardeşi. 
Bu kardeş tam bir psikopat ve azıcık canı sıkıldığında birini işkenceye gönderen veya öldürten bir katil olduğu için, anne Esad, aile ileri gelenleri ve Baas yönetimi, daha efemine bir kişiliği olan ve kontrolü daha kolay olan Beşar'ı başkan yapmaya karar verdiler. 
Yaşı henüz 35-36 olduğu için kanun çıkarıp cumhurbaşkanı olmak için gerekli yaş sınırını düşürdüler ve babasının yerine komedi şeklindeki bir seçimle başkan yaptılar. 
Beşar İngiltere'de okumuş bir diş hekimi. 
Karısı da Suriye'deki en büyük Sünni Arap  aşiretlerinden birinin reisinin kızı. 
Başlangıçta Beşar'ın Suriye'ye internet getirme ve insanların bankamatik kartı kullanabilmesine izin vermek gibi Mozambik'te bile uzun süredir kullanılabilen yenilikleri yapmasına izin verdiler. 
Bir miktar da demokrasi söylemine ses çıkarmadılar. 
Ancak sivil toplum örgütleri kurulmaya başlayıp ta bu dernekler Esad'ın demokratikleşme söylemine güvenerek bazı basit taleplerde bulununca baba Esad'ın katil eski arkadaşları hemen devreye girdiler ve bu derneklerin başkanları tutuklandı. 
Daha ortada ne Arap baharı ne IŞİD, ne ABD ve ne de İsrail bahaneleri vardı. 
Belki Beşar iyi niyetli biriydi. 
İngiltere'de okuduğundan insan hakları ve demokrasi ile ilgili kitaplar okumuş ve bunlardan biraz da olsa etkilenmişti. 
Ama istediğini yapabilecek güç ve dirayeti yoktu. 
Bir müddet eski yöneticilerin huyuna gidip palazlanmaya çalıştı. 
Yerini koruyabileceğini düşünmeye başlayınca bu eski liderlerden bir kısmını da değiştirmeyi başarabildi. 
Ama annesi ve kardeşinin başı çektiği aile içindeki psikopat grubun gücünü kıramadığından pek bir şey yapamadı. Sonra Arap baharı geldi. 
Bundan tedirgin olduğundan sistemi babası gibi germeye ve böylece Muhaberat cinayetleri tekrar yaşanmaya başladı. Bu hava içinde eski alışkanlıklarını bırakamayan Muhabbet, Dera'da bir elektrik direğine yazı yazan birkaç reşit olmayan çocuğu içeri alıp işkencede öldürdü. 
Çocuklardan kurtulmak için bir dere kenarına attılar.
Fakat büyük bir hata yapmışlardı. 
Çocuklardan biri büyük bir Arap aşiretinin, bölgesinde sevilen ve sayılan reisinin oğluydu. 
Bu çocuklar bulununca Dera'da protesto yürüyüşleri başladı. 
Esat burada suçluları bulup cezalandırarak olayı yatıştırabilirdi ama yapmadı. 
Onun yerine halkın üzerine ateş açtırdı.
Fakat zaman babasının 80'li yıllarda bazı şehirleri haritadan silecek kadar bombaladığı zaman değildi. 
Kendi getirdiği internet, yabancı ve yerli basın sayesinde olaylar duyulunca ülke karıştı. 
Her şehirde barışçı ve tek bir silahlı örgütün bulunmadığı protestolar başladı. 
Bu protestolar da, eğer yönetim isteseydi, yatıştırılabilirdi ama zamanın değiştiğini fark edemediklerinden eski kan içici yöntemleri uygulamaya başladılar. 
Ordu sokaklara çıkıp halkın üstüne ateş açtı ve katliamlar yapmaya başladı. 
Hala ülkede herhangi bir silahlı örgüt yoktu. İlk olarak Suriye ordusundan bazı subaylar kaçarak ÖSO adıyla bir direniş örgütü kurdular. 
Fakat Esad bunları temizlerim diye yanlış bir hesapla ağır silahlarla şehirlere saldırıp PYD nin öncülleriyle işbirliği yapınca ülkede bir çok yerde kontrolü kaybetti. 
Böylece her yerde bazı yerel direniş grupları ortaya çıkmaya başladı. 
Yeni kurulan ÖSO, henüz çok zayıf olduğundan Esadlar gibi çoğu yerde kontrolü sağlayamadı ve değişik radikal dinci örgütler ülkeye akın ederek bazı bölgelerden kontrolü ele geçirmeye başladılar. 
Bu durumun ve bu arada bu gün Esat rejiminin insanları öldürmesine bahane olarak gösterdiği IŞİD gibi terör örgütlerinin ülkede yerleşmesinin esas sorumlusu Baas yönetimidir. 
Salak ve romantik oğlan, babası kadar zalim olamadığı gibi babası kadar da liderliği olmadığından ülkede şu anda kukla durumunda. 
Suriyeyi şimdi Şebiya denilen çeteler, Lübnanlı Hizbullahçılar, İran Devrim Muhafızları, Ruslar ve biraz da Esat ailesi (Beşar değil ama annesi ve kardeşi) ile babasının eski arkadaşları yönetiyor. 
Benim öğrendiğime göre Beşar işler karışınca karısını ve çocuklarını Moskova'ya gönderip kendi de çok sıkışırsa gitmeyi düşünüyormuş. 
Fakat Rusya açık açık askeri destek vermeye başlayınca tutunabileceklerini anlayan eski, yöneticilerin baskısıyla bu planından vazgeçmiş. 
Her ne ise....
Sadede geliyorum. 
Şimdi biz ne diyoruz?
Bizde başkanlık olmasın. 
Türkiye bir Ortadoğu ülkesi gibi tek adam yönetimine geçmesin. 
Erdoğan, Esat veya Saddam gibi olmasın. 
Eeee? Esat olma yolunda giden birine bu kadar karşı çıkarken Esat ve zalim rejimini allayıp pullarsak kendi kendimizle çelişmiş olmaz mıyız? 
Bu sebeple Esad'ı allayıp pullayanları anlamakta zorluk çekiyorum. 
Benim bakış açımla Suriye böyle görünüyor.
Saygılar sunarım.

Konu ile ilgili diğer bir yazıyı okumak için lütfen tıklayınız.

IŞİD nasıl yok edilebilir?


    IŞİD askerlerimizi yakarak şehit etmiş diye paylaşımlar görüyorum. Tekrar benzer şeyler olmaması için artık hükumetin işi askere yıkıp seyretmeyi bırakması gerekir. Asker savaşacak ama savaş sadece cephede yapılan bir şey değil. Bunun diplomatik, psikolojik, ekonomik vb. birçok boyutu var. Gayrinizami Harp veya klasik harp fark etmez. Artık harplerin ekonomik ve psikolojik boyutları eskiye göre çok daha önemli. IŞİD de psikolojik savaş boyutundan saldırıyor. 1000 tane IŞİD militanı ölmüştür belki bir günde, ama dünyaya sadece katlettikleri insanları gösteriyorlar. Korku yayarak insanların beyinlerine, korkuyu silah olarak kullanmaya çalışıyorlar. 
     Bu durumda onlara korkulmadığını göstermek yetmez. Onların da korkması sağlanmalı. Öldürülen IŞİD militanlarının resimleri çekilip havadan atılsın IŞİD kontorlündeki bölgelere. Özellikle de tank veya top mermisiyle parçalanarak ölenlerin resimleri. Amerikan iç savaşında Kuzey'in taktikleri de kullanılmalı bunun için. Ya da Tahmasb'ın Kanuni'ye uyguladığı strateji. Yani düşmanın savaşma azim ve iradesini kıracak ve onu yıpratacak yöntemler uygulanmalı. 
     Öyle şeyler yapılmalı ki, nasıl savaşın belki de en yetenekli generali olan güneyli general Lee'nin askerleri kaçmaya başlayınca ordusu yok olup gitti, aynısını IŞİD te yaşamalı. Bence salt askeri strateji yetmez, topyekun strateji uygulanmalı. IŞİD'in Türkiye'deki uzantılarını hemen yarın tutuklamakla işe başlanmalı mesela. Hatta teslim olmayanlar ve zorluk çıkaranlar temizlenmeli kameralar önünde. Boy boy resimleri çıkmalı gazetelerde. 
     Ekonomik kaynakları da kurutulmalı bu arada. IŞİD'e en küçük destek verenin malına mülküne el konulmalı, aynı FETÖ'ye yapıldığı gibi. Hatta IŞİD'e katılmış olanlar tespit edilip mallarına el konulamakla da kalınmamalı, onlara düşecek mirasa bile el konulmalı şimdiden. Kimse çocuğunu IŞİD'e göndermeye cesaret edememeli. IŞİD'e mali kaynak sağlayanlar tamamen yok edilmeli. 
     Başka ülkelerdeki IŞİD destekçilerine suikastlar yapmalı MİT. Bu dünya üzerinde nerede olurlarsa olsunlar rahat verilmemeli. IŞİD'in zayıf taraflarının tamamı istismar edilmeli. Hava saldırılarına ağırlık verilmeli daha çok. Hemen yarın IŞİD mevzilerine napalm atılıp mevzidekiler yakılmalı. Bakalım insan yakmak nasıl oluyormuş öğrensinler. 
     Mesela bu gün videosu yayımlanan tankların bulunduğu köy haritadan kaldırılmalı. Orada siviller kalmamıştır zaten. Göz yaşartıcı bombalar atılmalı yerleşim yerlerine sürekli olarak. Öldürmez ama öldürmekten daha çok korkutur insanı. Öte yandan bu herifler bir şeyler yiyordur herhalde. IŞİD kontrolündeki tarlalar ve çiftlik hayvanları dahil tüm yiyecek kaynakları yok edilmeli. Fırınlar, gıda depoları, marketler ve lokantalar vurulmalı. IŞİD bölgesinde hareket eden tüm araçlar anında vurulmalı ayrıca. Rahat hareket edemesinler. Arabaya binmenin ölüm olduğunu anlasınlar. IŞİD bölgesi çöle ve harabeye çevrilmeli. Adamlar bizimle mücadele edeceğine hayatta kalmak için açlıkla mücadele etmeli. IŞİD ile mücadele diğer mücadele edenlerle de koordine edilmeli. 
     Sadece ABD, Rusya vb de değil. Gerekirse Esat dahil herkesle ortak harekat yapılmalı. Kuşatma ve tecrit MÖ 7000'lerden beri başarıyla uygulanan bir strateji. Kaleler kuşatılıp tecrit edilerek içeridekiler aç kalınca ele geçirildi 7-8 bin yıl boyunca. 1. ve 2. Dünya Savaşında İngiliz ablukası çökertti Almanyayı. Tüm IŞİD bölgesi, IŞİD'le savaşan tüm tarafların ortak hareketiyle tecrit edilmeli. Bu bölgeye giren veya çıkan her şey ve herkes vurulmalı. Ne kadar dayanabilirler ki böyle yapılırsa? Bende merak ediyorum. Yapılsın da öğrenelim diyorum. 
     Söylediklerimi çok şiddetli bulanlar olacaktır. 
     Ama unutmamak lazım ki IŞİD mutlak savaş yapıyor Clausewitz'in bahsettiği gibi. 
     Eğer taraflardan biri mutlak savaş yapıyorsa doğru savaş yapmak mümkün değildir. 
     Eğer yenilmek istemiyorsanız tabii ki. Yöntemler acımasız gelebilir. 
     Ama savaşın kendisi acımasız bir şeydir zaten. 
     Nasılsa birileri ölecek sonuçta. 
     Neden biz ölelim ki?

IŞİD ile ilgili diğer bir yazıyı okumak için tıklayınız.

6 Kasım 2016 Pazar

Bir günlük bir gezinin notları: Kızılcahaman'ın yemekleri ve Soğuk Su Doğal Parkı

       Bu gün sabahleyin Oran'daki Panora Alışveriş Merkezi'nin önünde arabama binerek yola çıktım.
Konya Yolu'ndan Ankara'ya doğru inmeye başladım ve Taurus Alışveriş Merkezi yakınlarında sola dönerek Malazgirt Bulvarı'na girdim. Bulvar boyunca dümdüz devam ederek Eskişehir Yolu köprüsü altından GİMAT'a kadar gittim. Burada sağa dönerek köprünün üzerine çıktım ve İstanbul Yolu üzerinde Bolu istikametine doğru arabayı sürmeye devam ettim.
       Kara Havacılık Okulu (solda)'nu geçtikten bir süre sonra, eskiden Şaşmaz isminde bir şampuan veya deterjan fabrikasının (solda) bulunduğu yere vardım. Burada, o eski fabrikası binasının yerinde olmadığını gördüm. Biraz üzüldüm çünkü 2-3 yıl bu binanın 200-300 metre ilerisinde sağda bulunan kışlada çalışmıştım ve işe gider gelirken hep bu binanın önünden geçerdim. Sol tarafta askeri hava alanı hala yerinde duruyordu. Bu hava alanından yıllarca doğuya göreve gitmek için uçağa bindiğimden ve görev dönüşü de buraya indiğimden hala yerinde olmasına sevindim. Şimdi ne maksatla kullanıldığı hakkında hiçbir bilgim yok, çünkü 15 Temmuz irticai darbe girişiminden sonra birçok askeri kışlanın kapatılacağı söyleniyordu. Burasını ne yaptılar bilmiyorum.
      Sağ tarafa bakınca, çalıştığım birliğin nizamiyesinde cezaevi tabelası olduğunu gördüm. Bir süre Özel Kuvvet alaylarına kışlalık yapan ve daha önce de içinde bir muhabere birliği bulunan bu kışla şimdi cezaevi yapılmış. Buna pek şaşırmadım çünkü bunda şaşılacak bir durum yoktu. Memleket büyük bir ceza evine döndüğü için burasının da cezaevi olmasını normal karşıladım.
      2000'lerin ilk yıllarından beri, açılım maskaralığıyla, Allah verdikçe veriyor soytarılığıyla suç örgütleri devlet eliyle beslenip büyütüldükten sonra kendilerini yeterince güçlü görüp hükumetin yetkilerinin bir kısmını ele geçirmek istediler. Devlete karşı suç işlemelerine ses çıkarılmayan ve hatta desteklenen bu suç örgütleri hükumete karşı gelince birden bire terörist oluverdiler. Bu sebeple bir süredir memlekette tutuklananların çokluğundan hapishaneler yetersiz gelmeye başladı.
      Neyse...
      Yola devam ettim.
      Kazan'a yaklaşınca çok trajikomik bir durumla karşılaştım. Kazan levhasında ilçenin ismi Kahramankazan olarak yazılmıştı. Malum şimdiye kadar Türkiye'de kahraman unvanı bir tek Maraş'a verildi. O da, kurtuluş savaşı sırasında, o zamanlar dünyanın en önemli süper güçlerinden biri olan Fransızlara karşı tüm bir ilin (şehir merkezi, köyler ve ilçelerin tamamı) ellerindeki iptidai silahlarla direnerek aylarca savaşması ve Fransızları şehirden çekilmek zorunda bırakması sebebiyle ve TBMM kararıyla verilmişti.
       Kazan'a böyle bir ünvan verilmesine ağlayayım mı güleyim mi bilemedim. Esas şoku akşam Kazan belediyesinin internet sitesine girince yaşadım. Kahraman unvanını aldıktan sonra Kazanlılar ilçelerinin yeni ismi yazılı olan kimlik kartlarını alabilmek için nüfus müdürlüğüne üşüşmüşler. İnşallah herkesin kimliğini değiştirebilmişlerdir. İnsanlar bu kadar istediğine göre vatandaşa hizmette kusur etmemek lazım.
       Şu sıralar önüne gelen herkes, yüzlerce veya onlarca yıldır kullanılan yer isimlerini bir gecede değiştiriyor. Kimse de bir tepki göstermiyor maalesef. Buna alıştık artık ama Kazan'ın kahramanlığını yine de pek anlayamadım. Benden habersiz ülkeyi yabancı bir devlet işgal etti de Kazan kendi kendine mi kurtuldu? Eğer 15 Temmuz gerici ve irticai darbe teşebbüsü karşısında direnç gösterdiği için ilçeye bu ünvan verildiyse Ankara ve İstanbul da direndi. O zaman Ankara ve İstanbul neden kahraman değil de sadece Kazan kahraman? Ama ne diyeyim. Artık olan olmuş ve ilçe isim levhaları da yol kenarlarına konmuş bir kere. Bu uygulama hem Kazanlılara hem de ülkemize hayırlı uğurlu olur inşallah.
       Kazan'da ve daha doğrusu o civardaki tüm yol boyunca dikkatimi çeken bir şey daha oldu. Bir sürü yerde, yol kenarındaki büyük reklam panolarına cumhurbaşkanının resimleri yapıştırılmış. ABD dahil 21-22 ülkeye gittim. Bunların içinde böyle sağda solda her yere cumhurbaşkanının resminin yapıştırıldığı sadece iki ülke gördüm. Biri Irak, diğeri ise Suriye. Onların da o zamanlar cumhur(devlet)başkanları diktatör Saddam Hüseyin ve diktatör Esatlar (Hem Hafız hem de Beşar döneminde Suriye'ye gittim. Hafız'ın zamanında sadece onun, oğlunun zamanında ise Beşar ve Hafız'ın resimleri her yerde vardı.) idi.
      Bu resimleri görünce resmen ürperdim. Türkiye, sizi AB'ye sokacağım diye iktidara gelenlerin eliyle resmen Ortadoğu devleti ve Ortadoğu tarzı bir diktatörlük rejimine mi götürülüyor? İki resimle nasıl böyle bir düşünceye varıyorsun diyenler olabilir. Ama bana küçükken ebeveynlerim derdi ki ''Peyganberimiz Müslümanlara; Hristiyanlar ve Yahudiler gibi davranmayın, çünkü sizin kim olduğunuzu anlamak isteyen ne düşündüğünüzü sormadan önce nasıl davrandığınıza bakar.'' Ayrıca okuduğum bazı sosyoloji ve psikoloji ile ilgili kitaplarda da davranış tarzının insanların düşüncelerini de yönlendirdiğinden bahsediliyordu.
      Buna da neyse deyip devam edeyim.
      Ana yoldan devam edip Kazan'ı geçer geçmez çevrenin, yani arazi yapısı, bitki örtüsü ve hava durumunun değiştiğini fark ettim. Kurt Boğazı'na çıkarken şimdiye kadar oldukça düz olan arazi sona erdi ve engebeli bir arazi başladı. Ayrıca daha önce yerleşim yerleri çevresi hariç oldukça çorak olan arazi yavaş yavaş meşe ağaçlarıyla kaplı bir hale gelmeye başladı. Burada su kaynakları da arttı.               Gerçi Kazan'ın içinden bir akarsu geçiyor ama Kurt Boğazı'nı geçer geçmez sağ tarafta büyük bir baraj gölü vardı. 1992 yılında bu göle piknik yapmaya gitmiştim. Yine girmeyi düşündüm ama asıl maksadım Kızılcahamam'ı gezmek olduğundan vazgeçtim.
      İlerledikçe bitki örtüsü daha da yoğunlaştı ve çeşitlendi. Şimdi etrafta meşe gibi yaprakları sararmış ağaçların yanında çam gibi yemyeşil iğne yapraklı ağaçlar da görünüyordu. Bir virajı alır almaz karşıma çıkan ağaçlarla kaplı bir tepede Kızılcahamam yazısını görünce gideceğim yere varmak üzere olduğumu anladım.
      Biraz sonra yoldan aşağıya doğru inerken aşağıdaki derin bir vadide binalar göründü. Kızılcahamam'a gelmiştim. İlçeye varınca önce sağa oradan da köprü ile ana yolun üzerinden şehir merkezine girdim.Kızılcahamam oldukça küçük bir ilçeydi. Her yerde belediye başkanının İ.Melih Gökçek ile beraber çekilmiş resimleri vardı. Resimlerde genellikle ''Teşekkürler Melih Başkan.'' ve ''Kızılcahamam'ın 102 yıllık çöp sorununu çözdük. Artık çöp diye bir sorun yok.'' gibi yazılar yazıyordu.
      Tek büyük ve geniş (o da o kadar geniş değil çünkü tek yönlü) ana cadde olan mecburiyet caddesinden yukarıya doğru çıktım. İlçenin en yukarısında, kahvehane-kafe karışımı ahşap ve güzel bir binanın önünde durdum. İçeriye girip bir yorgunluk kahvesi içtikten sonra tekrar yola koyuldum.
      200-300 metre sonra artık dağ yamacına gelmiştim. Burada Soğuk Su Doğal Parkı başlıyordu. Parkın içinde yol kenarlarına dizilmiş bir şekilde bir kaç hotel ve birkaç lokanta vardı. Ayrıca her yere şömineler yapılmış ve insanlar et pişirip piknik yapıyorlardı.
     Ben hiçbir yerde durmadan yolu takip ettim. Oldukça dolambaçlı ve virajlı yoldan yukarıya, dağın en yüksek yerine çıktım. Yol ileride tekrar alçalmaya başlayınca bir yerden döndüm. Dönerken yolun üzerinde ''Ankara Belediyesi'' yazısını gördüm.
      Arabayı sağa çekip dışarıya çıktım. Manzara mükemmeldi. Bazı gençler dağ bisikletleriyle yolda bisiklet sürüyorlardı. Yolu iyice inceledim. Acayip güzel ve sağlam bir yoldu. Sanırım asfalt yakın bir zamanda atılmış ve anlaşılan bu işi Ankara Belediyesi, yani İ.Melih yapmış. Yolun kenarından elimle ölçtüm. Sert tabanın üzerine en az bir karış (23 santim) yüksekliğinde asfalt atılmış, asfaltın yol çizgileri gayet muntazam boyanmıştı. Gayri ihtiyari olarak şu tekerleme dudaklarımdan döküldü: ''Adamlar çalıyorlar ama yol yapıyorlar hakikaten.''
      Sonra bir an durdum ve düşündüm. Bu işte bir terslik vardı. Kızılcahamam Belediyesi'nin yollarını Ankara belediyesi yapmıştı. Ben yol vergisi, su parası vb. verirken Ankara Belediyesi bizim mahalleye hiç doğru dürüst asfalt atmıyordu ama benim ödediğim paralarla buraya gayet güzel asfalt atmıştı.
      Bizim mahalleden İ.Melih ve AKP'ye pek fazla oy çıkmadığından olsa gerek (mahallede insanlar arasındaki dedikodu böyle, ben söylemiyorum) yollar köy yollarından kötü. Bazen o kadar büyük çukurlar açılıyor ki içine düşen bir adan geçen yıl hastaneye kaldırılmış (Ben görmedim. Yine mahalle dedikodularından öğrendim.). Bu bozuk yollar yüzünden mahallede arabası olanların şoförlüğü gelişti. Rallici gibi çok dar alanda çok ani manevraları yapabiliyorlar.
      Şimdi anladım ki bazı yerlerde İ. Melih ile beraber ilçe belediye başkanının boy boy resimlerinin bulunmasının sebebi buymuş. İş resimle oluyorsa İ. Melih Gökçek'e buradan sesleniyorum. Bizim mahalleye de Kızılcahamam'a yaptığın yolun aynısını yap, söz seninle resim çektirip mahallenin her yerine asacağım. Ayrıca yol vergisi, atık su bedeli gibi ücretleri öderken de artık küfretmeyeceğim.
      Lafı fazla uzatmadan yeniden devam edeyim.
      Biraz etrafı seyredip resim çektikten sonra geri dönmeye başladım. Aşağıya inince ilk lokantada durdum. Ağaçlar arasında oldukça güzel bir lokantaydı. Izgara et, yuvarlama çorbası dedikleri bir çorba, içli köfte ve saç kavurma söyledim.
      Garson yemekleri getirince görüntüden yemeğin iyi olduğu anlaşılıyordu. Yemeye başlayınca yanılmadığımı anladım. İçli köfte daha önce değişik yerlerde yediğim içli köftelerden biraz farklıydı. Ama acayip lezzetliydi. Çorba pek sevmem, zaten kızıma söylemiştim ama o da çok lezzetliydi.
Asıl sürpriz et yemeklerinde idi. Izgara et (iki büyük parça sucuk, kaburga, pirzola, külbastı vb den oluşuyordu.) tarif edemeyeceğim kadar güzeldi. Tadına doyamadım. Saç kavurma da şimdiye kadar yediğim saç kavurmalar arasında ilk üçe-dörde girer.
      Yemeğin arkasından sipariş ettiğim fırın sütlaç ta hiç fena değildi. Sonra çay ısmarladım ve çay gelince dışarı çıkıp bir sigara yaktım. Etraf meşe ve çam ağaçları ile doluydu. Hava hafif serin ama soğuk değildi. Bir sürü insan dışarıdaki masalara oturmuş yemek yiyordu. Etrafta en çok genç çiftler vardı. Sanırım sevgilisini alan delikanlılar gözlerden uzak ve baş başa bir pazar geçirmek için buraya gelmişler. Buraya gelmekte de iyi yapmışlar çünkü ortam acayip güzeldi.
      Neyse...
      Burada biraz daha kalıp ilçeye indim. İlçede hiçbir numara yoktu. Özel bir hediyelik eşya veya çok ilginç bir gıda filan var mı diye baktım ama bulamadım. Bunun üzerine ilçede fazla kalmadan  Ankara'ya geri döndüm.
      Ankara'da yaşayan, et yemeyi seven, dağ bisikleti veya yürüyüşü yapmayı seven ve (ben gitmedim ama) termal havuzlarda sağlık arayan herkese Kızılcahamam'a gitmesini tavsiye ederim. İlçeyi görünce moraller bozulmasın. İlçeye girdiğiniz yoldan hiçbir yere dönmeden dümdüz dağa doğru çıkın. Park alanına gelince de günün keyfini yaşayın.

      Saygılar sunarım.
      M.Ç.

Kızılcahamam Yazısı.
İlçenin uzaktan görünüşü.

                                                                             







İlçenin içinden geçip evlerin bittiği yer.     
Yolun en yüksek noktasından manzara
                               

Bir başka manzara.
                                                               
İ.Melih Gökçek'in yolları.

                                                           
Lokantanın bahçesinden çevrenin görünümü.
                                           
Lokanta bahçesinden çekilen bir başka resim.
                                           
Türkiye Ağacı
       Bu ağaç dikkatimi çekti. Oturduğu zemin sağlam ve üzeri de taşla kaplanmış. Sonra yukarıya doğru bir zamanlar dallı budaklı hayat dolu bir ağaç olduğu görünüyor. Kim yapmış bilmem ama bir süre sonra ve uzun bir süre boyunca kötü niyetli birileri dalını budağını kırmışlar ve çırılçıplak bırakmışlar ama ağaç buna rağmen uzamış. En üstte de hala zor durumda olduğu ama hayata tutunmaya çalıştığı görülüyor. Bana Türkiye'yi anımsattı.