.quickedit {display:none;} .quickedit {display:none;}

19 Ocak 2015 Pazartesi

ERMENİSTAN VE GÜRCİSTAN ARASINDAKİ İLİŞKİLER



ERMENİSTAN VE GÜRCİSTAN ARASINDAKİ İLİŞKİLER

Kafkasya, Ermeni, Ermenistan, Gürcü, Gürcistan, Rusya, ABD, AB, NATO, Azeri, Azerbaycan.
                                                                                                                                             Mehmet ÇANLI*
Özet
Ermenistan ve Gürcistan Kafkasya’nın iki küçük devletidir. Gerek tarihi altyapıları ve gerekse halen devam eden sorunları sebebiyle karşılıklı ilişkilerinde genel bir güvensizlik hâkimdir. İki devletin arasında stratejik tercihlerindeki farklılıklar ve azınlıklar meselesi, kilise sorunu gibi sorunlar nedeniyle bu güvensizlik devam etmektedir. Ancak her iki ülkeyi bağlayan temez bazı zorunluluklar sebebiyle bu ülkeler karşılıklı ilişkilerini, sorunları bir çatışmaya vardırmadan sürdürmeye çalışmaktadırlar. İki ülkenin karşılıklı ekonomik, siyasi ve diplomatik ilişkileri devam etmektedir. Şu anda stabil durumda seyreden ilişkilerin yakın bir dönemde köklü bir değişikliğe uğraması beklenmemektedir.
Anahtar kelimeler: Ermeni, Gürcü, Kafkasya, Karabağ, Abhazya, Güney Osetya, azınlıklar, kilise.

Giriş.

Kafkaslar, küçük bir bölge olmasına rağmen tarih boyunca dünyanın en tartışmalı bölgelerinden biri olmuştur. Kafkasya’nın jeostratejik konumu gibi, dağlık ve parçalı coğrafi yapısı bu bölgede güçlü devletlerin ortaya çıkmasını engellemiştir. Önemli coğrafi bölgelerin ve stratejik güçlerin arasında bir geçiş bölgesi niteliğinde olması değişik yönlerden gelen farklı güçler tarafından istilasını kolaylaştırmıştır. Bu sebeple büyük bölgesel güçler daima Kafkasya’yı istila etmeye ve onu diğer bölgesel güçlerle aralarında bir sınır bölgesi haline getirmeye çalışmışlardır.
 Bu durumun bir sonucu olarak Kafkasya devletleri, her zaman, karakteristik üç benzer özelliğe sahip olmuşlardır. Bu ülkeler küçüktürler, büyük çeşitliliği olan doğal kaynaklara sahip değillerdirler (Önemli enerji rezervlerine sahip Azerbaycan belki biraz farklıdır fakat enerji Azerbaycan’ın sahip olduğu tek önemli kaynaktır.) ve çok daha geniş ve güçlü ülkelerle çevrilidirler.  Bu durum onları, güvenliklerini garanti altına almak için, daima bir dış destek aramaya zorlamıştır.[1] Günümüzde de, üç bölgesel güç; Türkiye, İran ve Rusya arasında kalan Kafkasya’da durum pek fazla değişmemiştir.
Bu durum doğal olarak, Gürcistan ve Ermenistan’ın, gerek kendi aralarında, gerekse diğer ülkelerle olan ilişkilerini etkilemektedir. Ayrıca, bu iki ülkenin, bölge içindeki ayırdedici nitelikteki jeopolitik durumları ile kendi tarihi ve kültürel altyapıları da karşılıklı ilişkileri üzerinde etkili olmaktadır.
Bunlardan kısaca bahsedecek olursak; denize çıkışı olmayan ve komşularının çoğu ile tarihi sorunlar yaşayan Ermenistan, geleneksel olarak, komşularından ikisi olan Türkiye ve Azerbaycan ile daima çatışmalı bir pozisyonda bulunmuştur. Erivan’ın, Türkiye’ye olan güvensizliği kökenleri temel olarak iki ülkenin paylaştığı (özellikle 1. Dünya Savaşı sırasında yaşanan) tarihte yatmaktadır. Ermenistan’daki Rusya etkisi de herhangi bir Ermeni-Türk yakınlaşmasını önleyerek buna katkıda bulunmaktadır.
Azerbaycan ile sorunun kaynağı ise, 1920’li yıllarda da iki ülke arasında çatışmalar yaşanan Karabağ için, 1988-1994 yılları arasında, Rusya’nın desteğiyle yaptığı savaştır. Bu savaş sonunda Rusya’nın ayarladığı ateşkesin ardından Karabağ yasal olarak Azerbaycan toprakları içinde kalmış fakat Bakü’deki otoriteler tarafından idare edilmeyecek şekilde Ermeni işgali altında bırakılmıştır. Bu konuya bağlı olarak hem Azerbaycan’ın hem de Ermenistan’ın karşılıklı güvensizlik ve düşmanlıkları devam etmektedir. 
Tüm bunların yanında Ermenistan’ın diğer önemli bir özelliği de; bu ülkenin, Rusya’nın bütün Kafkasya’yı kontrol etmek için, Kafkas Dağlarının arkasında bir ayağını koyabileceği önemli bir jeopolitik değere sahip olmasıdır.
Gürcistan’ın önemi de, Ermenistan gibi, sadece jeopolitik konumundan değil, fakat aynı zamanda; Azeri gazının Türkiye’ye geçişinde transit bir ülke olması, Karadeniz’de limanlara sahip olması ve buna benzer diğer özelliklerden kaynaklanmaktadır.
Gürcistan’ın, tarihi ve politik sebeplerle her zaman Rusya karşıtı bir politika izlemesi de, gerek Gürcü-Ermeni ilişkilerinde ve gerekse bu ülkenin diğer ülkelerle olan ilişkilerinde, önemli bir faktör oluşturmaktadır.

1.Gürcistan-Ermenistan ilişkilerinin kısa tarihi

Ermenistan ve Gürcistan, Güney Kafkasya’nın iki küçük devletidir. Bu iki devletin ilişkilerinin, 1918-1920 arasındaki yıllar haricinde, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra başladığı söylenebilir. Bu dönem içerisinde iki devlet arasındaki ilişkilerde her zaman karşılıklı bir güvensizlik olduğu görülmektedir. Bu güvensizlik, iki ülke yetkililerinin karşılıklı resmi ziyaretlerde yaptıkları olumlu açıklamalara rağmen, hiçbir zaman ortadan kalkmamıştır. Bunda coğrafi etkenler ve güncel bazı sebepler kadar iki ülkenin geçmişleri de etkili olmaktadır.
İki ülkenin tarihi ilişkilerine bakıldığında, özellikle 19. yüzyılın bir kırılma noktası olduğu görülmektedir. Bu yüzyılda ortaya çıkan üç faktör Ermeni ve Gürcü ilişkilerini dramatik bir biçimde etkilemiştir. Bu etkenler; Rusya’nın Kafkasya’yı ilhakı, üretim ilişkilerinin değişmesi ve milliyetçilik akımıdır.
1801 yılında, Gürcü Krallığının ilhakıyla başlayan süreçte, Rusya Güney Kafkasya’ya tamamen hâkim olmuştur. Gürcü Krallığı’nın işgali sonrasında, Rusya’yı uzun süre uğraştıran, Gürcü isyanları yaşanmıştır. Bu isyanların bastırılmasında Ermeniler, Gürcü isyancılara karşı, Rusya’nın yanında ve Ruslarla birlikte savaşmışlardır. Bunun kaçınılmaz bir sonucu olarak Rusya, Güney Kafkasya’nın demografik yapısında önemli değişiklikler meydana getirmiştir. Rusya, bölgedeki Müslüman halkı İran ve Osmanlı İmparatorluğu’na sürerken, bu ülkelerdeki Ermenilerin Kafkasya’ya göç etmesini teşvik etmiştir. Kafkasya’ya göç eden Ermenilerin büyük bir kısmı da Gürcistan’ın Sameshi-Cavaheti, Tiflis, Sohum ve Batum bölgelerine yerleştirilmişlerdir. Ermeniler, Rus yayılmacılığının geleceği için önemli bir araç olarak değerlendirildiğinden, Rus yönetimi tarafından, Kafkasya’nın diğer halkları ile eşit görülmemiş ve daima desteklenmişlerdir.
Bölgedeki diğer bir olay da 19. yüzyılla birlikte üretim ilişkilerinin değişmeye başlamasıdır. Sanayi ve ticaretin gelişmesi ile birlikte, daha çok tarım ile uğraşan Gürcüler giderek fakirleşirken geleneksel olarak ticaretle uğraşan Ermeni toplumu ise giderek zenginleşmiştir. Gürcü soylularının topraklarını da satın alan zengin Ermeniler, Gürcistan’ın ekonomik hayatında egemen bir konuma gelmişlerdir. Böylece, Kafkasya’da yaşayan Ermeni nüfusun etkinliği kısa sürede artmıştır. Bunun sonucunda Gürcüler, ülkede ekonomik merdivenin alt basamaklarına inmişler ve büyük ölçüde siyasî alanın da dışına itilmişlerdir. Bu durum Gürcüler arasında güçlü Ermeni karşıtı duygular ortaya çıkarmıştır.
Buna rağmen milliyetçilik akımı Ermeniler arasında, Gürcülere göre, daha erken dönemde ortaya çıkıp yayılmıştır. Fakat bu Ermeni milliyetçiliği; bütün Ermenileri kapsayan hayali bir “Büyük Ermenistan” projesi olarak ortaya çıkmıştır. Gürcistan coğrafyası da hayali “Büyük Ermenistan”ın bir parçası olarak düşünüldüğünden Tiflis, Ermeni milliyetçiliğinin başlıca merkezlerinden biri olmuştur. Bu kapsamda “Ermeni Devrimci Federasyonu” anlamına gelen Taşnaksutyun örgütü de 1890 yılında Tiflis’te kurulmuştur.
Gürcü milli hareketi ise, ancak 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu dönemde, Gürcü nüfusu ekonomik sebeplerden dolayı kırsal alanlardan Tiflis’e doğru hızla göç etmeye başlamıştır. Böylece, Tiflis’te egemen konumdaki Ermenilerle karşılaşan Gürcüler kendilerini yeniden tanımlamak durumunda kalmışlardır.
Ayrıca bu dönemde, Rus üniversitelerinde eğitim gören ve Batı siyasi akımları ile tanışmış olan, yeni bir Gürcü aydınları kuşağı ortaya çıkmıştır. Bu aydınlar, Ermeni iddialarının Gürcü milletini aşağıladığını ve Ermenilerin, Gürcüleri tarihten silmek istediklerini ileri sürerek birçok gazete ve dergi çıkarmaya ve siyasi alanda mücadele vermeye başlamışlardır. Bunun bir sonucu olarak, Gürcü milli uyanışı aynı zamanda Ermeni karşıtı bir hareket olarak ortaya çıkmıştır.
İki toplum arasındaki husumet, Çarlık Rusyasının dağılmasıyla zirve noktasına ulaşmıştır. Bu dönemde Ermenistan Cumhuriyeti, “Büyük Ermenistan” hayalini gerçekleştirmek üzere Türkiye ve Azerbaycan’ın yanı sıra, Gürcistan’dan da toprak talep etmiştir. Ermenistan, söz konusu toprakları ilhak etmek üzere, 7 Aralık 1918’de Gürcistan’a saldırmış, fakat İngilizlerin devreye girmesiyle amaçlarına tam olarak ulaşamadan ateşkes sağlanmıştır.[2]
2.Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından iki ülkede yaşanan önemli gelişmeler
Sovyetler Birliği’nin son zamanlarında, ilk bağımsızlık hareketleri Kafkasya’da ortaya çıktı. 1988 yılında Bakü’de başlayan özgürlük hareketleri kısa süre içinde Gürcistan’a yayıldı. Bunun sonucunda Gürcistan’da Gia Çanturia; ‘’Gürcistan Ulusal Partisi’’ni, Ziviad Gamsahurdia ise; ’’Erdemli Aziz İlia Topluluğu’’nu kurdu. Sovyetler Birliği yönetimi,  bu hareketleri bastırmak için, 9 Nisan 1989’da, Tiflis’te büyük bir katliam yaptı. Fakat tüm baskılara rağmen Gürcülerin bağımsızlık isteklerini bastıramadı ve Gürcistan 1990 ylının Mart ayında bağımsızlığını ilan etti.
28 Nisan 1990 tarihinde yapılan parlemento seçimlerini, tüm muhalefeti bünyesinde birleştiren ‘’Yuvarlak Masa’’ grubu kazandı. Parlemento, Kasım ayındaki ilk oturumunda, bu grubun başkanı Ziviad Gamsahurdia’yı ‘’Gürcistan Yüksek Sovyeti’’ başkanlığına seçti. Ateşli bir Gürcü milliyetçisi olan Gamsahurdia, 31 Mart 1991 tarihinde, Sovyetler Birliği’nden ayrılmak ve bağımsızlığın onaylanması için referanduma gitti. 9 Mayıs’ta açıklanan referandum sonuçlarına göre, halkın bağımsızlığı desteklediği ortaya çıktı.
Bunun üzerine, Sovyetler Birliği, Gürcistan’a ambargo uygulamaya başladı. Rusya’nın da desteğiyle Abhazya, Güney Osetya ve Acaristan bölgelerinde ayrılıkçı olaylar arttı. Bunun hemen ardından ülkede yaşayan Ermeniler hareketlenmeye başladılar. Bu dönemde, Gürcistan-Türkiye ilişkileri de, Gamsahurdia’nın aşırı milliyetçi politikaları ve yurtlarından çıkarılmış olan Ahıska Türklerinin geri dönüşüne izin vermemesi sebebiyle iyi değildi.
Sovyetler Birliği, iç siyasi karışıklıklar ile Güney Osetya, Abhazya ve Ermeni meselelerine giderek daha fazla destek vermeye başladı. 1991 yılının Aralık ayında, Sovyetler Birliği’nin resmen dağılmasının ardından kurulan Rusya Federasyonu da Sovyetler Birliği politikalarına devam etti. Bu kapsamda, önünde bir engel olarak gördüğü Gamsahurdia’yı düşürmek için hemen harekete geçti. Bunun sonucunda 6 Ocak 1992 yılında Gamsahurdia yönetimi bırakmak zorunda kaldı.
Gamsahurdia’nın ardından, Eduard Shvardnadze yeni devlet başkanı oldu. Gürcistan’ın dış politikası Shevarnadze döneminde batıya ve Rusya’ya karşı daha tarafsız bir duruma geldi. Bundan sonra Gürcistan-Rusya ilişkilerinde bir yumuşama oldu. Fakat Shvardnadze tamamen Rus yanlısı bir politika izlemediği gibi ülkedeki Rus üslerininin kapanmasını da gündeme getirmeye başladı. Bunun üzerine Rusların desteğiyle Abhazya’daki çatışmalar tekrar yoğunlaştı ve bu bölge fiilen Gürcistan’ın kontrolünden çıktı.[3] Rusya’nın baskılarına dayanamayan Gürcistan, 1993 yılında, Rusya’nın önderliğindeki Bağımsız Devletler Topluluğu’na girmek zorunda kaldı. Fakat Rusya karşıtlığı bu örgüt içinde de gelişmeye devam etti. Batı taraftarı üyeler, Gürcistan’ın da katılımıyla, ayrı bir blok oluşturdular. Bu blok, 1997 yılında; Gürcistan, Ukrayna, Azerbaycan ve Moldova tarafından GUAM adıyla örgütlendi. Bu örgüte 1999 yılında Özbekistan da katıldı ve örgütün ismi GUUAM oldu.
Shvardnadze döneminde Türk-Gürcü ilişkileri hızlı bir şekilde gelişmeye başladı. Buna Hazar havzasındaki petrol ve doğalgazın Gürcistan üzerinden Türkiye’ye ulaştırılması projeleri de katkı sağladı. İlişkilerin gelişmesine paralel olarak Türkiye, Gürcistan’a askeri ve ekonomik yardım yapmaya başladı. Gürcistan, AB ile de ilişkilerini geliştirmeye çalışıyordu. Bunun sonucunda Bağımsız Devletler Topluluğu’na Teknik Yardım (TACİS) projesi kapsamında AB’den ekonomik ve teknik yardım almaya başladı.
Rusya, 1999 yılında, İstanbul’da yapılan AGİT zirvesinde alınan karar gereğince, Gürcistan’daki üslerini kapatmaya başlamak zorunda kaldı. Bunun üzerine, 2000 yılından itibaren Gürcistan vatandaşlarına vize uygulamaya başladı. 11 Eylül 2001 tarihinden sonra oluşan uygun şartları değerlendiren Gürcistan topraklarını ABD askerlerine açınca, bu durum Rusya’nın sert tepkisine sebep oldu. Bundan sonra iki ülke ilişkileri giderek daha da gergin bir hale gelmeye başladı.[4]
Kasım 2003’teki Gül Deverimi’nin ardından Shevardadze hükümetinin devrilmesi ve Mikhail Saakashvili’nin iktidara gelmesi Gürcistan’ın dış ilişkilerini derinden etkiledi. Başkan Mikhail Saakashvili döneminde, Gürcistan’ın dış politikası tamamen batıya endekslendi. 2004 yılında, Güney Kafkasya ülkeleri, AB tarafından; ‘’Avrupanın Komşuları Politikası’’na dâhil edildiler. 2006 yılında bunu 5 yıllık ‘’Hareket Planı’’ izledi. Gürcistan daha da ileri giderek; AB ve NATO’ya entegrasyon hedefi ile ilgili olarak yönetimin aldığı kararları 2006 ve 2011’de parlementoda onayladı. 
AB, ‘’Komşular Politikası’’nı önemli miktarda finansal ve teknik yardımla destekledi. Bu yardım karşılığında, yeni ortaklarının sosyo ekonomik gelişmeler, demokratikleşme, yolsuzlukla mücadele önlemleri, devlet sektörü reformu ve çevrenin korunmasını da kapsayan ekonomik ve politik reformlar yapmalarını şart koştu. 2007-2013 tarihleri arasında ‘’Hareket Planı’’ için 4 milyar dolar tahsis edildi.

Bu durumdan rahatsız olan Rusya, Gürcistan hükümetinin, ayrılıkçı Abhazya ve Güney Osetya Cumhuriyetlerini kontrol altına almak için yaptığı askeri harekâtı fırsat bilerek, 2008 yılında, Rus ordusunu Gürcistan sınırından geçirerek müdahalede bulundu ve daha sonra bu iki özerk bölgenin bağımsızlık ilanlarını tanıdığını açıkladı.  Rusya ile yaşanan savaştan sonra Gürcistan, Bağımsız Devletler Topluluğu’ndan ayrılarak AB ile karşılıklı ilişkilerini daha fazla geliştirmeye başladı. 

Rus-Gürcü savaşının ardından 2009 yılında, AB ile Ermenistan, Azerbaycan, Beyaz Rusya, Ukrayna, Moldova ve Gürcistan arasında ‘’Doğu Bölgesi Ortaklığı’’ girişimi ile bir başka AB insiyatifi başlatıldı. 2010 yılındada, AB ile bu ülkeler arasındaki ‘’Ortaklık Antlaşması’’ görüşmeleri, aynı zamanda ‘’Derin ve Kapsamlı Serbest Ticaret Bölgesi’’ (DCFTA)’ne de dâhil olacakları şekilde genişletildi.[5] 

Bu arada Gürcistan Rusya’ya karşı başka bazı tepkisel adımlar da attı. 2006 yılının Mart’ında, Rusya’nın Batum ve Ahılkelek’teki üslerini çektiği anlaşma ile beraber Rusya’ya, Gürcistan üzerinden kara ve hava yolu ile Gümrü’deki 102’nci askeri üsse personel ve kargo geçirme hakkı veren bir anlaşma imzalanmış, her iki anlaşma 13 Nisan 2006 da parlemento tarafından da onaylanmıştı. Fakat Rusya’nın Gümrü’deki üssüne transit askeri malzeme taşıması 2008’den beri de fakto olarak yapılmıyordu. Gürcistan Parlementosu, 2011 yılının Nisan ayında, Rusya’nın Ermenistan’daki üssüne trasit askeri kargo götürmesi ile ilgili anlaşmayı resmen iptal etti.[6]
Ekim 2012 seçimlerinden sonra başbakan olan Bidzina Ivanishvili, Batı taraftarı stratejiye devam etmekle birlikte, Rusya ile olan ilişkileri geliştirmeye ve her iki ayrılıkçı devletle (Abhazya ve Güney Osetya) yeniden birleşmeye çalışılacağını duyurdu.  Bunun ardından Gürcistan’ın dış ilişkileri kısa sürede belirgin bazı değişimlere uğradı. Moskova, Sukhumi ve Tskhinvali’de genel olarak iyi bir muhatap olarak kabul edilen Zurab Abashidze yeni başbakanın Rusya ile görüşmelerdeki temsilcisi olarak atandı.  Sahakashvili yönetimi tarafından uygulanan izolasyoncu politika yerine, ayrılıkçı devletçiklerle birçok alanda işbirliğini öngören yeni bir strateji belirlendi.  Ama tüm bu politika değişikliklerine rağmen İvanishvili, 2003 yılında parlemento kararıyla alınmış olan, ülkenin Batı yanlısı stratejik vizyonundan vazgeçtiği yönündeki suçlamaları şiddetle reddetti. 
Fakat böyle bir stratejik yaklaşımın Moskova ile ilişkilerde uzlaşabilir olup olmadığı tartışma konusu olmaya devam etti. Her halukarda bu durum, Rusya’nın kendi ‘’özel ilgi alanı’’na herhangi bir Batılının el atmasına şiddetle karşı çıkan politikasının aleyhine bir yaklaşımdı. Bu şartlar altında, Cenova’da yapılan Rus-Gürcü görüşmelerine başlangıçta hâkim olan iyimserlik kısa sürede azaldı. Sıkıntıların temel belirtileri Gürcü şarabı ve ürünlerinin Rus pazarına geri kabulü görüşmelerinde ortaya çıktı. Görüşmeler sırasında daha da ileri giden Rusya, Shkhumi ve Tskhinvali ile ilişkiler söz konusu olduğunda; ‘’hâlihazırda hamiliğini yaptığı tanımaları geri çekmeyeceğini’’ açıkladı.
Kısaca, bir yandan NATO üyeliği için çabalarken öte yandan Moskova ile ilişkileri geliştirmek, ‘’olmayacak duaya âmin demek’’ gibiydi. Ivanashvili’nin; muhalefet tarafından ‘’Rusya’ya satıldığı’’ suçlamalarına maruz kalırken, Mokova’nın öne sürdüğü NATO üyeliğinden vazgeçme talebini kabul etmesi mümkün değildi. Öte yandan, Gürcistan NATO yanlısı işlemlere devam ederken, Moskova’nın ilişkileri düzeltme yönünde adım atması da mümkün değildi.
Bu sırada Ivanishvili’nin Gürcistan Rüyası Partisi, yerel hegemonlar lehine bazı stratejik düzenlemeler yapmaya başlayınca, muhalefet tarafından buna yoğun bir şekilde tepki gösterildi. Rusya’nın gelecekte bu unsurları kullanarak ülkenin iç işlerine müdahale edeceği yorumları yapıldı.[7]
Tüm bu tartışmalara rağmen yeni Gürcistan hükümeti de, Avrupa arzusunu kovalamaya devam etti. 22 Haziran 2013 tarihinde, 17 ay süren yedi bölümlü görüşmelerin ardından, Bürüksel; ’Yoğun ve Kapsamlı Serbest Ticaret Bölgesi’’ (DCFTA; Deep and Comprehensive Free Trade Area)  konusunda anlaşma sağlandığını ve Haziran 2014’te, AB ve Gürcistan arasında daha ileri işbirliğinin yeni yasal temellerinin atıldığı ‘’Ortaklık Anlaşması’’nın imzalanmasının yolunun açıldığını ilan etti. Gürcistan, Moskova’dan gelen düşmanca tepkilere rağmen, 27 Haziran 2014 tarihinde, Bürüksel’de, AB ile ‘’İşbirliği ve Serbest Ticaret Antlaşması’’nı imzaladı.
Gürcistan’da bu gelişmeler olurken Ermenistan çok farklı bir yol izledi. 1988 yılında Karabağ’da Azerilere karşı Ermeni saldırıları başladı. 1989 yılında kurulan Ermeni Ulusal Hareketi (EUH), 1990 Ağustos’unda, Sovyet Ermenistan Hükümeti’ni kurduğunu ilan etti ve devlet başkanlığına Levon Ter Petrosyan’ı seçti. Eylül 1991’de yapılan referandum ile Ermenistan’ın bağımsızlığı ilan edildi.
Diğer Kafkas ülkelerinin milliyetçi ve Rusya karşıtı politikalarının tersine Ermenistan tamamen Rusya yanlısı bir politika uygulamaya başladı. Böylece Ermenistan, Rusya için bölgedeki tek dayanak noktası olduğundan, Karabağ Savaşı dâhil tüm bölgesel sorunlarda Rusya tarafından açık ve gizli bir şekilde desteklendi.
Ermenistan, 1991’de, Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT)’na[8] katıldı ve 1992 yılında Karabağ çatışmasına dâhil olmasıyla birlikte Rusya önderliğindeki Kollektif Güvenlik Anlaşması Örgütü (CSTO)’ne[9] üye oldu.  Böylece, Rusya ile askeri ve politik işbirliğini, kendi savunması ve güvenlik politikası için bir ana unsur olarak gördü. Bunun üzerine iki ülke dostluk ve işbirliği antlaşmaları imzaladılar.  Moskova ile artarak devam eden bu yakın bağlar, Ermenistan’ın batılı ülkeler ve organizasyonlarla ilişkilerini ihmal ettiği anlamına gelmiyordu.  Ermenistan, aynı zamanda, AB ülkeleri, AB, Avrupa Konseyi, NATO ve diğer uluslararası oluşumlarla da her zaman iyi bir ilişki kurmaya çalıştı.
1995 yılında Ermensitan’ın yeni anayasası kabul edildi. 18 Nisan 1997’de Ermenistan, ülkesinde bulunan Rus üslerinin hukuki statüsünü onayladı. 1998 yılının Şubat ayında Robert Köçeryan yeni devlet başkanı olarak seçildi.[10] Bundan sonra da Ermenistan, tamamen Rusya’ya dayanan ve hatta Rusya’ya bağımlı bir politika yürütmeye devam etti.
Bu sebeple, Rusya’nın Abhazya ve Güney Osetya’da yaşanan sorunları bahane ederek Gürcistan’a askeri bir müdahalede bulunması karşısında; ABD, Almanya, Türkiye gibi ülkeler ile birçok uluslararası kuruluştan tepki yağarken, Ermenistan resmi bir açıklamada bulunmadı ve bu duruma sessiz kaldı.[11]
2008’de, Dimitri Medvedev devlet başkanı olduktan sonra, Rusya’nın Güney Kafkasya’ya ilgisi azalınca, AB’nin bölgeye olan ilgisi yeniden arttı. Bu sırada Moskova, Ermenistan ile kötü ilişkileri olan Azerbaycan’a askeri teknoloji desteği vermeye de başladı.  Bu durumda Erivan, Rusya ile devam eden işbirliği yanında, Avrupa ile yakın bağlar kurarak seçeneklerini genişletmeye karar verdi.[12] 2009 yılında Ermenistan, AB ile ‘’Doğu Bölgesi Ortaklığı’’ inisiyatifine katıldı. 2010 yılında, Gürcistanla olduğu gibi AB ve Ermenistan arasında da ‘’Derin ve Kapsamlı Serbest Ticaret Bölgesi’’ne (DCFTA) dâhil olacağı varsayımıyla, ‘’Ortaklık Antlaşması’’ görüşmeleri başladı
Fakat 4 Mart 2012 tarihinde yapılan seçimler sonucunda, Viladimir Putin’in Rusya Federasyonu'na üçüncü kez devlet başkanı olarak geri dönüşü ile birlikte[13], Rusya’nın Güney Kafkasya politikasında yeniden önemli bir değişim ortaya çıktı. Putin, daha seçimler yapılmadan önce, Avrasya Ekonomik Birliği (EEU)[14] isminde AB’ye rakip yeni bir birlik kurulması fikrini ortaya atmıştı. Başlangıçta Rusya-Beyaz Rusya ve Kazakistan arasındaki ‘’Gümrük Birliği’’ne dayanan bu birliğin, AB’ye karşı global bir rakip olacak şekilde büyütülmesi düşünülüyordu. Katılması planlanan ülkelerden biri de Ermenistan’dı.  Bu durumda Erivan, iki bloktan biri arasında seçim yapmak zorunda kalmaya başladı.
Ukrayna’nın Gümrük Birliği’ne katılmak konusundaki direnci ve Beyaz Rusya ile giderek artan tansiyonun yarattığı hayal kırıklığına bağlı olarak Ermenistan üzerindeki Rusya baskısı giderek artmaya başladı. Ermenistan Devlet Başkanı Serzh Sarghisyan ve Viladimir Putin arasında Eylül ayında Moskova’da yapılan görüşmede, Sarghisyan AB ile ‘’Ortaklık Anlaşması’’nı uygulamaya koyacak herhangi bir planla münasebetini kesmeye zorlandı. Bunun sonucunda Sarghisyan, Ermenistan’ın ‘’Avrasya Ekonomik Birliği’’ne girmek için hazır olduğunu belirten bir anlaşmaya imza attı. 
Ermenistan’ın, Rusya karşısında teslim olması ve yeniden Rusya’dan tarafa yön değiştirmesinde belirleyici olan faktör, Erivan’ın Rus silah ve askeri teknolojisine ihtiyacı olmasıydı. Böylece, AB ile ‘’Ortaklık Anlaşması’’ görüşmelerindeki iyi gelişmelere rağmen Ermenistan süreçten çekilmeye karar verdi. Bunun olmasında etkili olan bir önemli faktör de, Ermenistan’ın ekonomisinin Rus yatırımlarına dayanması ve vatandaşları için Rusya’nın iyi bir iş pazarı olmasıydı.[15]
Tüm bu gelişmelere bakılınca, Rusya’nın şu andaki politikasının Ermenistan’da yarattığı iç hoşnutsuzluk, Rusya-Ermenistan askeri-stratejik ilişkilerini kısa ve orta vadede dramatik olarak değiştirecek gibi görünmemektedir.[16] Şu anda Ermenistan, Rusya’nın Güney Kafkasya’daki tek CSTO müttefikidir ve Gümrü bölgedeki tek Rus üssüne ev sahipliği yapmaktadır. Ayrıca, Rus sınır birlikleri Ermenistan’ın İran ve Türkiye ile olan sınırlarında, Ermeni birliklerine destek vermektedir.

3. Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından Ermenistan-Gürcistan ilişkilerinin gelişimi

Sovyetler Birliği’nin son döneminde başlayan toplumsal hareketler yukarıda da açıklandığı gibi Gürcistan ve Ermenistan’da da etkili oldu. Ancak bu gelişmeler Gürcistan’da, Ermenistan’a göre değişik bir yol takip etti. Ermenistan’dan farklı olarak Gürcü milli hareketi, başlangıçtan itibaren, Moskova’nın Gürcistan üzerindeki egemenliğini ve komünizmi reddetti. Gürcüler, bunun yerine tam bağımsız ve Batı tarzı demokratik bir devletinin inşa edilmesini hedeflediler.
Öte yandan, Rusya Federasyonu (RF) Gürcistan’ın bağımsızlığını tanımasına rağmen, bu ülkenin uyguladığı politikalar bunu desteklemiyordu. BDT’nin kurulması ve Gürcistan’ın BDT üyeliği için zorlanması, bu amaçla etnik ayrılıkçı hareketlerin desteklenmesi bunun en açık göstergesi olmuştur. Bunun bir sonucu olarak Gürcistan, bağımsızlığını kazanmasından sonra daima bağımsızlığını yeniden kaybetme korkusu yaşamıştır. Bu korku bugüne kadar Gürcü dış politikasının temel eksenini oluşturmuş ve Gürcü dış politikasının, Rus nüfuz alanından uzaklaşmak ve Batı’yla bütünleşmek şeklinde ortaya çıkmasında temel etken olmuştur.
Ermeni milli hareketi ise, tarihi altyapının da etkisi ile yine yayılmacı bir hareket olarak doğmuştur. Bu da Ermenistan’ın komşuları ile çatışmalı ilişkiler yaşamasına sebep olmuş, bu durum başlangıçtan itibaren Rusya yanlısı ve hatta Rusya’ya tam bağımlı bir politikanın ortaya çıkmasını sağlamıştır.
Böylece, SSCB’nin çöküşü Ermenistan’a da bağımsızlık kazandırmış olmasına rağmen Rus nüfuz alanından uzaklaşmak çabası Ermenistan’ın gündeminde hiçbir zaman ciddi anlamda yer almamıştır. Aksine, bağımsızlık sonrası Ermenistan’ın hemen hemen her alanda Rusya’ya bağımlılığı giderek artmıştır. Bu durum Ermenistan’ın Rusya’nın bölgedeki  “uydusu” olarak algılanmasına yol açmıştır.
Ermenistan’ın bu politikaları Gürcistan açısından kendi bağımsızlığına ve toprak bütünlüğüne yönelik tehdidi artırıcı bir unsur olarak algılanmıştır. Ermenistan’ın Karabağ’da uyguladığı saldırgan tutum ve büyük bir Azeri toprağını işgal etmesi, önemli miktarda Ermeni azınlığını içinde barındıran Gürcistan için, ciddi bir endişe kaynağı olmuştur.
Bu durum Gürcü dış politikasını, bağımsızlığına yönelik olarak algıladığı tehditlere karşı mücadele edebilmek için ittifaklar arama politikasına yöneltmiştir. Bunun sonucu olarak Gürcistan’ın oluşturmaya çalıştığı dış ilişkileri, iç içe geçmiş üç halka şeklinde ortaya çıkmıştır. İlk halkada komşusu olan iki Güney Kafkasya cumhuriyeti bulunmaktadır. İkinci halkada Güney Kafkasya’ya komşu üç bölgesel güç olan Türkiye, İran ve Rusya ve en son halkada ise bölge dışı aktörler olan ABD ve AB ülkeleri bulunmaktadır.  
Fakat ilk halkadaki Ermenistan’ın ve ikinci halkadaki İran’ın RF ile olan yakın işbirliği Gürcistan’ın Rus tehdidine karşı koyacak ittifak seçeneklerini sınırlamıştır. Bu sebeple iç halkada Azerbaycan’la bir ittifak kurmaya öncelik verilmiştir. Ancak, Azerbaycan da Gürcistan’la benzer sorunlar yaşamaktadır. Bu durum, Azerbaycan’ın Gürcistan’a moral desteği dışında maddi ve politik destek vermesini sınırlandırmaktadır. Bu sebeple, ikinci halkada bulunan RF’den gelen tehdidi dengelemek için, bu halkadaki Türkiye tek önemli güç olarak öne çıkmıştır.[17]
Böylece, SSCB’nin dağılması sonrası Güney Kafkasya’da Rusya-Ermenistan-İran düşey jeopolitik eksenini kesen Türkiye-Gürcistan-Azerbaycan yatay jeopolitik ekseni doğmuştur. Bu tablo, Gürcistan Ulusal Güvenlik Doktrini’ne de açıkça yansımıştır. Doktrin’de Ermenistan’la ilişkiler karşılıklı çıkar temeline dayalı faydacı işbirliği olarak tanımlanırken, Azerbaycan ve Türkiye stratejik ortak olarak tanımlanmıştır.[18]
Görüldüğü gibi güvenlik konularında Gürcistan ve Ermenistan farklı yaklaşımlara sahiptirler ve farklı büyük güçlerce desteklenmektedirler. Bu durum, özellikle 2008 Gürcistan-Rusya savaşından beri daha da açıktır. Rusya, hem karşılıklı ilişkilerde ve hem de CSTO’da, Ermenistan’ın ana askeri partneridir.  Gürcistan’ın, Ermenistan’a ve Ermenilere olan davranışı, işte bu devam eden Moskova ve Erivan müttefikliğinin olumsuz algısı tarafından şekillendirilmektedir. Ermenistan ise, Gürcistan’ın Türkiye ve Azerbaycan ile olan işbirliğini yakından takip etmekte ve bu iki ülke tarafından mevcut ulaştırma ve haberleşme ambargosunun derinleşmesinden korkmaktadır.
İki ülkenin bölgesel etnik çatışmalara bakışları da farklıdır. Gürcistan ülkelerin toprak bütünlüğünü savunurken, Ermenistan bunun tam aksine azınlıklar için self determinasyonu savunmaktadır.
Erivan, Gürcistan’ın mevcut politikaları ile Türkiye ve Azerbaycan’a iki ana ticaret partneri olarak dayanıyor olmasından da endişe etmektedir. Ocak-Haziran 2014 döneminde Gürcistan’ın Türkiye ile toplam ticaret hacmi toplam dış ticaret hacminin %17’si olan 940 milyon dolara ulaşırken, Azerbaycan ile olan ticaret hacmi toplam dış ticaretinin %11’i olan 580 milyon dolara ulaşmıştır. Ermenistan ile olan ticareti ise toplam dış ticaretinin sadece %5’i kadardır.
Ermenistan için temel sorunlardan biri de; ulaşım, iletişim ve enerji maddeleri başta olmak üzere ithalatının %80’inin Gürcistan üzerinden geçmek zorunda olmasıdır. Ayrıca, Karabağ’daki Azerbaycan-Ermenistan çatışması süresince Ermenistan, Azerbaycan ve Türkiye tarafından bloke edilince Gürcistan kuzey-güney ve doğu-batı arasında bir geçiş yolu olmuştu. Bu durum, Ermenistan üzerinden yapılacak hat daha kısa olmasına rağmen, Hazar Denizi’ndeki petrolün Akdeniz’e taşınmasını sağlayan Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattının yapılmasına, Türkiye’den Azerbaycan’a; Kars-Ahılkelek-Tiflis-Bakü demiryolunun ve diğer büyük inşa projelerinin toprakları boyunca inşa edilmesine imkân vermişti. Bütün bu projeler Erivan tarafından kendisine uygulanan blokajın güçlendirilmesi olarak görülmektedir.
Yaşanan tüm sorunlara ve farklı gelişim süreçlerine rağmen, iki ülkeyi de buna mecbur kılan zorunluluklar sebebiyle, Gürcistan ve Ermenistan arasında, bu devletlerin kurulduğu ilk günden beri karşılıklı ve düzenli bir politik diyalog vardır.[19] Bu iki ülke bazı işbirliği noktalarına da sahiptirler. Örneğin Ermenistan, Abhazya ve Güney Osetya’yı tanımazken; Gürcistan da Karabağ çatışmaları konusunda tarafsız bir tavır sergilemektedir.
Gürcistan ve Ermenistan, geçmişteki bazı gerginliklere rağmen yukarıda bahsettiğimiz sebeplerle bu gün fazla bir problem yaşamadan ilişkilerine devam etmektedirler.[20] Bu kapsamda, iki ülkenin karşılıklı olarak birbirlerinin başkenlerinde açtıkları elçilikler, kesintisiz bir şekilde çalışmaya devam ederken, bu yıl dâhil, hemen her yıl devlet başkanı, başbakan veya bakan seviyesinde karşılıklı ziyaretler yapılmaktadır.[21]
Tüm bu gelişmelerin sonuçları, Tiflis ve Erivan ilişkilerinde stabil bir durum yaratmaktadır. Her iki ülkede de ortaya çıkan belirgin ekonomik gelişmelerin ve AB’nin Gürcistan ile olan ilişkilerinin gelişmesine paralel olarak Ermenistan’ın AB’nin bir sınır komşusu olmasının, Ermenistan-Gircistan ilişkilerini de dönüştüreceği beklenmektedir.[22]

4. İki ülke arasındaki önemli sorunlar

a. Azınlıklar sorunu

Ermenistan-Gürcistan ilişkilerini etkileyen en önemli konu azınlıklar sorunudur. Ermenistan, ulusal azınlıkların kendi kaderini tayin hakkını savunmaktadır. Ermenistan Gürcistan’ın toprak bütünlüğünü tanıdığını ifade etmektedir fakat Ermenistan’ın azınlıklar konusundaki bu tutumu, Abhazya ve Güney Osetya sorunları sebebiyle, Gürcistan’ı rahatsız etmektedir.
Toprak bütünlüğü meselesinin Ermenistan-Gürcistan ilişkilerinde ortaya çıktığı diğer bir husus ta Gürcistan’daki Ermeni azınlığıdır. 2002 nüfus sayım sonuçlarına göre, Gürcistan’da 248.929 Ermeni yaşamaktadır. Bu da genel nüfusun yüzde 5,7’sine tekabül etmektedir. Ermeniler, ülkenin güneyindeki Sameshi-Cavaheti vilayetine bağlı Ahalkale ve Ninosminde yerleşim yerlerinde yoğun olarak yaşamaktadırlar. Bunun dışında, fiilen bağımsızlığını sürdüren Abhazya’da da yaklaşık 70 bin civarında Ermeni bulunmaktadır.
Cavaheti sorunu bağımsızlık sonrası dönemde Gürcistan’da hiç gündemden düşmeyen sorunlardan birisi olmuştur. Sorunun kökeni Cavaheti bölgesinde yoğun olarak yaşayan Ermenilerin özerklik talepleri yatmakla birlikte; Rus askerî üslerinin kapatılması, Ahıska Türkleri’nin geri dönüş süreci, Bakü-Tiflis-Ceyhan Petrol Boru Hattı’nın yapımı gibi diğer konularla ilişkili olarak sorun daha karmaşık bir hale dönüşmüştür.
2002 nüfus sayım sonuçlarına göre Sameshi-Cavaheti vilayetinin toplam nüfusunun yüzde 42,87’sini oluşturan Ermenilerin bu vilayete bağlı Ahalkale ve Ninosminde yerleşim yerlerindeki oranı sırasıyla yüzde 94,3 ve 95,8’e kadar yükselmektedir.
Gürcistan’da, Cavaheti sorununun niteliğine ilişkin iki temel görüş bulunmaktadır. Birinci görüş; bölgedeki ekonomik ve toplumsal sorunların çözümüne ilişkin özerklik talebini demokratik bir yaklaşım olarak değerlendirmektedir. İkinci görüş ise; özerklik taleplerini ayrılıkçılık olarak görmektedir.
Zviad Gamsahurdiya’nın 1990 yılında, etnik Gürcü milliyetçiliğinin temsilcisi olarak ve Ermenistan’ın, farklı etnik gruplardan arındırılmış homojen yapısından da ilham alarak, diğer etnik grupları “misafir” olarak kabul eden “Gürcistan Gürcülerindir.” söylemiyle, iktidara gelmesi, durumu oldukça gerginleştirmişti. Gamsahurdiya’nın kullandığı dil ve simgeler diğer etnik gruplar gibi               Ermenilerin de milliyetçi örgütlere yönelmelerine yol açmıştır.
25 Şubat 1988’de kurulan Cavah Halk Hareketi, Dağlık Karabağ Savaşı’nın başlamasıyla giderek güçlenmiş ve Cavaheti’deki gönüllülerin Karabağ’da savaşmak üzere gönderilmesini organize etmiştir. Bu örgüt aynı zamanda, kendine bağlı silahlı gruplar da oluşturmuştur. Cavah Halk Hareketi, Gamsahurdiya’nın Ahalkale’ye atadığı üç valiyi kabul etmeyerek geri çevirmiştir. Sonunda Gamsahurdiya, Cavah’ın fiilî gücünü kabul etmek zorunda kalarak, 11 Kasım 1991’de Cavah örgütünün önde gelen isimlerinden Samvel Petrosyan’ı Ahalkale’ye vali olarak atamıştır.
İç karışıklıkların ardından Gamsahurdiya ülkeyi terk edip, Eduard Şevardnadze devlet başkanı olduğunda iç karışıklıklar kısmen yatışırken Güney Osetya ve Abhazya’da da çatışmalar hızlandı. Ağustos 1993’e kadar şiddetli bir şekilde süren iç savaş Gürcistan’ın yenilgisi ile sonuçlandı.
Bu gelişmeler merkezî hükümeti zayıf düşürürken, Cavaheti’deki örgütlerin bölge üzerindeki denetimlerini güçlendirdi. Özellikle 1991-1994 yılları arasında, Ermeni paramiliter güçleri, bölgenin denetimini tamamen ellerinde geçirdiler ve bölge Ermenilerin oluşturdukları Temsilciler Konseyi tarafından yönetilmeye başlandı. Cavaheti bu dönemde, görünürde Gürcistan’a bağlı fakat fiilen onun egemenlik alanı dışında bir bölge haline geldi.
1994 yılında, Sovyetler Birliği dönemindeki rayon temelindeki örgütlenme yerine daha geniş bölgeleri içeren vilayetler sistemine geçildi. Bu çerçevede merkezi Ahıska olan Sameshi-Cavaheti vilayeti oluşturuldu ve Cavaheti bölgesini oluşturan Ahalkale ve Ninotsminda rayonları da bu vilayete bağlandı. Ermeniler bu düzenlemeye başlangıçta; vilayet genelinde Ermeni nüfus oranınının düşürülmeye çalışıldığı iddiasıyla karşı çıkmışlarsa da, zamanla bu düzenleme ters etki yaparak Ermenilerin özerklik isteklerinin sınırlarının genişlemesine yol açtı. Ermeniler, bu rayonun da Sameshi-Cavaheti vilayetiyle birleştirilmesini talep etmeye başladılar.
1990’ların ikinci yarısından itibaren Cavaheti’nin fiilî bağımsız görüntüsü giderek değişmeye başladı. Bunda Gürcistan devletinin toparlanması kadar Ermenistan’ın Cavaheti Ermenilerinin ayrılıkçı eğilimlerini törpülemesi de etkili oldu. Çünkü Ermenistan, dünya ile tek bağlantısı olan Gürcistan ile bir çatışmaya girmek istemiyordu.
Cavaheti sorunu açısından, Gürcistan’da 2003’de yaşanan “kadife devrim” bir dönüm noktası oldu. Devrimden kısa süre sonra, Saakaşvili iktidarı, Acaristan’da merkezî yönetimin egemenliğini sağladı. Ayrıca, Tiflis’in ülkedeki Rus üslerinin kapatılması yönündeki ısrarlı çabaları sonuç verdi ve bu üsler kapandı. Bu iki gelişme Cavaheti’deki ayrılıkçıların hareket alanlarını sınırlandırırken, Saakaşvili yönetimi Cavaheti’de denetimi sağlamak için bu bölgeye yönelik çalışmalarını yoğunlaştırdı.
Gürcistan’da 2012’deki yönetim değişikliğinden sonra, önceki yönetimin uyguladığı kontrol ve baskılar azaltılıp, durum daha stabil bir hale gelmesine rağmen Ermeni azınlığı konusu hem Gürcistan’ın iç istikrarı ve hem de Ermenistan-Gürcistan ilişkileri açısından önemli bir unsur olmaya devam etmektedir.
Erivan, Cavaheti konusunda tam bir ikilem yaşamaktadır. Bir taraftan coğrafî konumu sebebiyle kendisi için önem arz eden Gürcistan’la sıcak çatışmaya girmekten kaçınırken, diğer taraftan da Cavaheti Ermenilerinin ayrılıkçılık yönündeki taleplerine de sırt çevirememektedir.
Ermenistan, dış dünya ile bağlantısını güneyde İran ve kuzeyde Gürcistan üzerinden sağlamaktadır. Özellikle RF ile ilişkilerini ve dış ticaretinin yüzde 80’ini Gürcistan üzerinden sağlayan Ermenistan, Gürcistan ile ilişkilerinin gerilmesi durumunda, Cavaheti’de yeni bir kazanımdan çok, kendisinin zarar göreceğini ve Karabağ’daki kazanımlarını bile kaybedeceğini düşünmektedir. Bu yüzden de Erivan, Cavaheti Ermenilerinin özerklik taleplerini desteklemekle birlikte, daha fazla ileri gitmelerini istememektedir.
Öte yandan Gürcistan da, Cavaheti konusunda bir ikilem yaşamaktadır. Mevcut durumdan memnun olmamakla birlikte, sorunun çözümüne ilişkin atacağı sert adımların bir askerî çatışmaya dönüşmemesi için konuya ihtiyatla yaklaşmakta, mevcut Abhazya ve Güney Osetya sorunlarına bir yenisini eklemekten kaçınmaktadır.[23]

b.Abhazya Ermenileri

Cavaheti’nın dışında Gürcistan’da Ermeni nüfusun yoğun olarak yaşadığı bir diğer bölge de Abhazya’dır. Abhazya’da 1989 yılında yapılan en son nüfus sayımına göre Abhazya nüfusunun yüzde 45,7’si Gürcülerden oluşuyordu. Abhazların nüfusu da yüzde 17,8’di. Nüfusun diğer kısmını ise büyük ölçüde Ermeni (%14,6) ve Ruslar (%14,3) oluşturuyordu. 1992-1993 Gürcü-Abhaz savaşından sonra Gürcü nüfusun önemli bir kısmı Abhazya’dan göç etmiştir. Bu göç 2008 Rus-Gürcü savaşından sonra daha da artmıştır. Bu değişimi göz önünde bulundurduğumuzda Abhazya’da; Abhaz, Ermeni ve Rusların oran olarak bir birine yakın üç etnik grup haline geldiği görülmektedir.
Bu eşit oranda nüfus dağılımına rağmen Abhazya’da Rus ve Ermeniler Abhazlara göre daha etkin durumdadır. Ermeni ve Rus nüfusun Abhazya’daki etkinliğini artıran husus bu iki toplumun Abhazlara oranla daha kentli olmalarıdır. Bu durum SSCB döneminde, daha güvenilir olma gibi sebeplerle, desteklenmiş ve devlet hayatının değişik alanlarına da yansımıştır.
Abhazya Ermenileri Abhazya’da baş gösteren etnik ayrılıkçı harekâtta yer almıştır. Hatta Abhazya’da yaşayan Gürcü nüfusun Abhazya’dan kovulmasında başlıca rolü Ermenilerin oynadığı ileri sürülmektedir. Abhazya Ermenilerinin Krunk adlı örgütünün faaliyetleri ve ünlü Ermeni subayı Mareşal Bagramyan’ın adını taşıyan Ermeni Taburu’nun Gürcülere yönelik “vahşice” davranışları hem Gürcistan’da hem de Abhazya mültecileri arasında canlılığını korumaktadır.
Abhazya Ermenilerinin Abhazya’nın ayrılıkçı mücadelesine katılmaları iki etkenle açıklanabilir. Birincisi, kısa vadede Dağlık Karabağ sorununa bağlı olarak ayrılıkçılığın genişleyerek meşruiyet kazanmasıdır. İkincisi ise uzun vadeli olarak, hayali “Üç Deniz Arasında Büyük Ermenistan”ın bir parçası olarak kuzey batı Ermenistan şeklinde telakki edilen Abhazya’nın bağımsızlığına kavuşmasının sağlanmasıdır.[24]

c.Gürcü ve Ermeni kiliseleri sorunu

Ermenistan-Gürcistan ilişkilerinde varlığını sürdüren bir diğer sorun ise Gürcistan’daki bazı kiliselerin hangi mezhebe ait oldukları tartışmasıdır. SSCB döneminde kullanılmayan kiliseler bağımsızlık ilanından sonra Gürcistan yönetimi tarafından onarılarak halkın hizmetine sunulmaya başlanmıştır. Bu durum ise hem Gürcistan’daki Ermeniler, hem de Ermenistan’da yoğun tepkilere yol açmıştır. Gürcistan tarafından 45 Ermeni, 6 Katolik ve 5 de Rus Kilisesinin Gürcüleştirildiğini iddia eden Ermenistan’daki bazı çevrelere göre Gürcistan, Ermeni kültür mirasını sahiplenerek “kültürel soykırım” uygulamaktadır.[25]
Öte yandan, Gürcistan’daki kimi kiliselerin Ermenilere ait olduğuna ilişkin Erivan’da, özellikle de Bilimler Akademisi gibi devlet kurumları tarafından yapılan yayınlar Gürcü aydınlar arasında sert tepkilere yol açmaktadır. Ermenistan’da yapılan yayınlarda Gürcistan’da çoğu VI-XVII yüzyıllara ait yaklaşık 650 Ermeni kilisesinin var olduğu iddia edilmektedir. Bu tartışma ülke içinde Ermeni ve Gürcü kiliseleri arasında da gün geçtikçe artan bir oranda gerginliklere sebep olmaktadır.
Bu olayların etkisiyle Ermenistan Kilisesi ile Gürcistan Kilisesi arasında son zamanlarda artan tansiyon büyük bir önem arz etmektedir. Çünkü bu iki kilise aynı mezhepten olmakla birlikte, Gürcistan ve Ermenistan’ın bağımsızlıklarını kazanmalarının ardından iki toplumda da kendi kimliklerini tanımlama açısında daha önemli bir dayanak haline gelmişlerdir. 
Kiliseler arasındaki gerilim 19 Temmuz 2014 tarihinde, Gürcistan’ın başkenti Tiflis’te bulunan Surb Eçmiyazin Ermeni Kilisesi’nde, kilisenin papazının da karıştığı, Ermeni ve Gürcüler arasında meydana gelen küçük bir çatışmanın ardından yeni bir aşamaya ulaşmıştır. Çıkan bu çatışma kısmen önemsiz gibi görünmesine rağmen kısa sürede hem iki kilise arasında hem de iki ülke arasında sert tartışmalara sebep olmuştur.
Olayın ardından Ermeni kilisesinin pisikoposu Gürcistan otoritelerine, ‘’nefret suçu’’ diye tanımladığı bu olayı araştırmalarını talep eden bir beyanname yayımlamıştır. Bunu Ermenistan dışişleri bakanlığından yapılan Tiflis tarafından ‘’tam ve tarafsız’’ bir araştırma yapılması çağrısı, Eçmiyazin Kutsal Kilisesi tarafından Gürcistan’da etnik ve dini hoşgörüsüzlük suçlaması ve Ermenistan Adalet Bakanı Hovasyan Manukyan tarafından olayın şiddetle kınanması takip etmiştir.
Gürcülere göre, bu olaya bu tür tepkiler; bu çatışmadan çok iki toplum ve iki devlet arasındaki ilişkilerin altında yatan temel problemlere ve 1989 yılında Tiflis’te bir Gürcü katedrali inşası konusunda yaşanan anlaşmazlığa dayanmaktadır.
1989 yılında Gürcü katedralinin yapımı, orada çok eskiden beri bulunan bir Ermeni mezarlığı olduğunu iddia eden Ermeniler için bir problem olmuştu. Bu sorun kısa sürede çözülmüş gibi görünse de daha sonra Gürcistan’daki hangi kilisenin kime ait olduğu konusunda ortaya çıkan tartışmalarla iki kilise arasındaki gerginlik tekrar arttı.  Tartışmanın en önemli unsurlarından biri de Gürcistan’ın başkentinde bulunan Surb Norasyan kilisesi ile ilgiliydi.[26]
Ermenistan diplomasisi, eğer o kilise Ermeni Kilisesine ait değilse, o kilisenin Gürcistan kilisesine de ait olamayacağına dair bir anlaşma yapmaya çalıştı. Fakat buna rağmen Ermeni kilise mensupları o kiliseyi ziyaret etmeye ve Gürcüleri kızdıran değişik ibadetler yapmaya devam ettiler.
Kiliselerin liderleri, biri diğerine nasıl hitap edeceklerine karar veremediği için, bu sorunu çözmek konusunda bir anlaşmaya varamadılar. Sonuçta sorun devlet başkanına kadar gitti. O zamanki devlet başkanı Mikhail Saakashvili bu çekişmeyi, Ermeni Kilisesine Gürcü Kilisesi ile yasal düzeyde eşitlik vererek çözmeye çalıştı. Fakat Ermeni kilisesinin bu kazanımı Gürcü kilisesini rahatsız etti.  Gürcü kilisesi, iki ülkenin elde etmek için 1918’de savaştıkları ve bir kısmı Ermenistan devleti topraklarında kalan bir bölge olan Agarak-Tashir için bir psikoposluk kurarak buna karşılık verdi.  Gürcü kilisesi, bunu yapmaya hakkı olduğunu, çünkü orada yaşayan Gürcü Ortodoks bir nüfus olduğunu ve onların kilisenin bir parçası olması gerektiğini iddia etti. Ermeni Kilisesi ise Gürcistan’ın orada hiçbir yasal hakkı olmadığını söyledi.  Bu tartışmalar şu anda yatışmış görünse de, kiliseler sorunu hala, her an patlamaya hazır bir bomba gibi, ortada durmaktadır.[27]

Sonuç

Ermenilerin 19.yüzyılda Rus emperyalizminin bir aracı olarak Gürcistan’a göç etmeleri ve Ermeni milliyetçiliğinin sınırsız büyüklük duygusu Gürcü toplumunda Ermenilere karşı olumsuz fikirlerin yayılmasına yol açmıştır. Gürcü ulusal kimliği Ermeni karşıtlığı üzerine şekillenmiştir. İki toplum arasında bu tarihsel güvensizlik, iki ülkenin bağımsızlığı sonrası ilişkilerini de etkilemiştir. Farklı stratejik yönelim ve ulusal hedefler var olan güvensizliği daha da artırmıştır. Böylece, iki ülke ilişkilerine genel olarak karşılıklı güvensizlik bulunmaktadır.
Bununla birlikte, Ermenistan’ın yayılmacı politikaları ve Gürcistan’daki Ermeni azınlığın yarattığı tedirginlik iki ülke ilişkilerinde önemli bir faktör durumundadır. Fakat iki ülke de, karşı karşıya oldukları bazı zorunluluklar sebebiyle karşılıklı ilişkilerde çatışmadan kaçınmaya çalışmaktadırlar. Bu sebeple sürekli bir siyasi ve ekonomik ilişki içinde olmaya devam etmektedir. Şu anda iki ülke ilişkisi stabil durumdadır. Bölgedeki mevcut durumda önemli bir değişiklik olmadıkça ilişkilerde köklü bir değişim olması beklenmemektedir.
















KAYNAKLAR:
Kitaplar:
CEMİLLİ, Elnur; ABD’NİN Güney Kafkasya Politikası, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul, 2007.
HASANOĞLU, Murteza; CEMİLLİ, Elnur; Güney Kafkasya’da ABD Politikası, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul, 2006
Süreli Yayınlar:
NURİYEV, Elkhan; Jeopolitik Hamleler ve Yaklaşan Tehlikeler, Kafkasya Vakası, Harp Akademileri Dış Basın Bülteni, Harp Akademileri Basımevi, İstanbul, Yıl:37, Sayı:279, 2001.
Elektronik Yayınlar:
AĞACAN, Kamil; Ermeni Araştırmaları Enstitüsü, Sayı 19, Sonbahar 2005, http://www.eraren. org/index.php? Page=DergiIcerik&IcerikNo=364
Armenia and Georgia: A New Pivotal Relationship in the South Caucasus? PONARS Eurasia Policy Memo No. 292 http://www.ponarseurasia.org/sites/default/files/policy-memos-pdf/Pepm_292_Minasyan_Sept2013.pdf
DEVECİ BOZKUŞ, Yıldız; Rusya'nın Gürcistan'a Müdahalesinin Ermenistan’daki Yankıları, http://www.eraren.org/index.php?Lisan=tr&Page=Makaleler&MakaleNo=3213
Georgia, Armenia and Azerbaijan – a brief geopolitical analysis,http://english.geopolitics. ro/ Georgia-armenia-and-azerbaijan-a-brief-geopolitical-analysis/
GOBLE, Paul; Gürcü ve Ermeni kiliseleri arasındaki tansiyon artıyor, Publication: Eurasia Daily Monitor Volume: 11 Issue: 146August 8, 2014 02:42 PM Age: 92 days, http://www.jamestown.org/single/?tx_ttnews%5Btt news%5D=42732&no_cache=1#.VF6TOfmsXD8
http://www.statistics.ge/
KUCERA, Joshua; The Bug Pit Armenia Azerbaijan Georgia April 19, 2011, Russiahttp://www.eurasianet.org/ node/63331
MANİSYAN, Sergey; “Russian-Armenian Relations: Affections or Pragmatism?”, PONARS Eurasia Policy Memo No. 269, July 2013. 3
Ministry of Foreign Affairs of Georgia, Relations between Georgia and Republic of Armenia, http://www.mfa.gov.ge/index.php?lang_id=ENG&sec_id=363
OSKAN,Kevork; Georgia and Azerbaijan: Between Russia and the West, http://fpc.org.Uk/ articles/607.
Relations between Georgia and Republic of Armenia, Ministry of Foreign Affairs of Georgia,  http://www.mfa.gov.ge/index.php?lang_id=ENG&sec_id=363
“EU-Armenia: About Decision to Join the Custom Union, ”September 6, 2013 (http://ec. europa.eu/commission_2010-2014/fule/headlines/news/2013/09/20130906_en.htm).
www.jamestown.org/pubs/view/pri_004_010_004.htm






*Hacettepe Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkilap Tarihi Enstitüsü, Doktora Öğrencisi.
[1] Georgia, Armenia and Azerbaijan – a brief geopolitical analysis,http://english.geopolitics.ro/georgia-armenia-and-azerbaijan-a-brief-geopolitical-analysis/
[2] Kamil Ağacan, Ermeni Araştırmaları Enstitüsü, Sayı 19, Sonbahar 2005, http://www.eraren. org/index.php? Page=DergiIcerik&IcerikNo=364.
[3] Elkhan Nuriyev, Jeopolitik Hamleler ve Yaklaşan Tehlikeler, Kafkasya Vakası, Harp Akademileri Dış Basın Bülteni, Harp Akademileri Basımevi, İstanbul, Yıl:37, Sayı:279, 2001,s.57-58.
[4] Detaylı bilgi için bkz. Elnur Cemilli, ABD’nin Güney Kafkasya Politikası, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul, 2007, s.95-112.
[5] Johny Melikyan 3 September 2014    https://www.opendemocracy.net/od-russia/johnny-melikyan/georgia-looks-west-armenia-east-EU-CU-NATO
[6] Joshua Kucera,The Bug Pit Armenia Azerbaijan Georgia April 19, 2011, Russiahttp://www.eurasianet.org/ node/63331
[7] Oskanian,a.g.m., http://fpc.org.uk/articles/607
[8] İngilizce adıyla; CIS (Commonwealth of Independent States) olarak bilinmektedir.
[9] İngilizce adıyla; CSTO (Collective Security Treaty Organization) olarak bilinmektedir.
[10] Detaylı bilgi için bkz. Murteza Hasanoğlu-Elnur Cemilli, Güney Kafkasya’da ABD Politikası, IQ Yayıncılık, İstanbul, 2006, s.135-150.
[11] Yıldız Deveci Bozkuş, Rusya’nın Gürcistan’a Müdahalesinin Ermenistan’daki Yankıları, http://www.eraren.org/ index.php?Lisan=tr&Page=Makaleler&MakaleNo=3213
[12] Kevork Oskanian, Georgia and Azerbaijan: Between Russia and the West, http://fpc.org.uk/articles/607.
[13] http://tr.wikipedia.org/wiki/Vladimir_Putin
[14] İngilizce adıyla; Eurasian Economic Union’un kısaltmasıdır.
[15] Sergey Minasyan, “Russian-Armenian Relations: Affections or Pragmatism?”, PONARS Eurasia Policy Memo No. 269, July 2013. 3
[16] Armenia and Georgia: A New Pivotal Relationship in the South Caucasus? PONARS Eurasia Policy Memo No. 292  http://www.ponarseurasia.org/sites/default/files/policy-memos-pdf/Pepm_292_Minasyan_Sept2013.pdf
Caucasus Institute (Yerevan),September 2013.
[17] Ağacan,a.g.m., http://www.eraren. org/index.php? Page=DergiIcerik&IcerikNo=364
[18] Ağacan,a.g.m., http://www.eraren. org/index.php? Page=DergiIcerik&IcerikNo=364
[19] Ministry of Foreign Affairs of Georgia, Relations between Georgia and Republic of Armenia, http://www.mfa.gov.ge/index.php?lang_id=ENG&sec_id=363
[20] Melikyan,a.g.m.,https://www.opendemocracy.net/od-russia/johnny-melikyan/georgia-looks-west-armenia-east-EU-CU-NATO
[21] Ministry of Foreign Affairs of Georgia, Relations between Georgia and Republic of Armenia http://www.mfa.gov.ge/index.php?lang_id=ENG&sec_id=363

[22] 5 “EU-Armenia: About Decision to Join the Custom Union,” September 6, 2013 (http://ec.europa.eu/commission_2010-2014/fule/headlines/news/2013/09/20130906_en.htm). 4
[23] Ağacan,a.g.m., http://www.eraren. org/index.php? Page=DergiIcerik&IcerikNo=364
[24] Ağacan,a.g.m., http://www.eraren. org/index.php? Page=DergiIcerik&IcerikNo=364
[25] Ağacan,a.g.m., http://www.eraren. org/index.php? Page=DergiIcerik&IcerikNo=364
[26] Tensions Between Georgian and Armenian Churches Escalate, The Jamestown Foundation, http://www.jamestown.org/single/?tx_ttnews%5Bswords%5D=8fd5893941d69d0be3f378576261ae3e&tx_
ttnews%5Ball_the_words%5D=nabucco%20hungary&tx_ttnews%5Bpointer%5D=4&tx_ttnews%5Btt_news%5D=42732&tx_ttnews%5BbackPid%5D=7&cHash=b8f77a8679724ef241aae622659d3146#.VJtNgV4gPA
[27] Paul Goble, Gürcü ve Ermeni kiliseleri arasındaki tansiyon artıyor, Publication: Eurasia Daily Monitor Volume: 11 Issue: 146August 8, 2014 02:42 PM Age: 92 days, http://www.jamestown.org/single/?tx_ttnews%5Btt news%5D=42732&no_cache=1#.VF6TOfmsXD8

18 Aralık 2014 Perşembe

Türkiye'de Milliyetçilik ve Atatürk'ün Milliyetçilik anlayışı.


Tarih boyunca milliyetçilik, Türklerde Milliyetçilik, Fransız İhtilali ve Milliyetçilik, Atatürk’ün Milliyetçilik Anlayışı.

Öz:
Milliyetçilik çok eski dönemlerden beri bilinen bir kavramdır. Bununla birlikte, XIX. Yüzyılda siyasi bir kavram olarak tüm dünyada etkili olmaya başlamıştır. Bu kapsamda, Osmanlı İmparatorluğu içinde de, ülkenin yıkılmasını engellemek için ortaya atılan fikirler gibi önemli bir taraftar kitlesi kazanmıştır.
Türklerde başlangıçta kültürel ağırlıklı olarak başlayan milliyetçilik akımı, ortaya çıkan gelişmelerin de etkisiyle, Türkçülük-Turancılık gibi tüm dünyadaki Türkleri birleştirmeyi hedefleyen yayılmacı bir anlayışa doğru evrilmiştir.
Mondros Mütarekesi imzalandıktan sonra, diğer fikir akımları ile birlikte, bu tür milliyetçilik akımları da etkinliğini kaybetmiş ve Mustafa Kemal Paşa önderliğinde başlayan Milli Mücadele hareketi ile birlikte; Misak-ı Milli’de belirlenen coğrafi alanla sınırlanan, daha kapsayıcı ve kültür birliğine önem veren yeni bir milliyetçilik anlayışı ortaya çıkmıştır.
Bu milliyetçilik anlayışı; din ve ırk birliği gibi objektif unsurlara değil, dil, kültür tarih birliği ve gelecekte de birlikte yaşama arzusu gibi sübjektif unsurlara dayanan modern bir yaklaşım arz etmektedir.
Anahtar Kelime: Millet, Milliyetçilik, Türkçülük, Turancılık.

Giriş

İnsanlar, tarihin en eski dönemlerinden beri kendilerine benzeyen ve aynı kökten geldiklerine inandıkları insanların daha üstün olduğu duygusu içinde olmuşlardır. Bu durum tam olarak bu günkü milliyetçilik kelimesi ile ifade edilen anlama gelmese de yine de milletlerin ve milliyetçilik kavramının oluşmasına kaynaklık teşkil etmiştir.
Bununla birlikte Milliyetçilik açısından en önemli gelişmeler XIX. Yüzyılda ortaya çıkmıştır. Bu dönemde milliyetçilik fikri tüm dünyaya yayılmaya başlamıştır. Bu sebeple bu dönemde başlayan fikirler XX. yüzyıldaki gelişmelerin de temelini oluşturmuştur.[1]
Milliyetçilik konusunu ele almadan önce kısaca milleti tarif etmekte yarar olduğunu düşünüyorum. Türk Dil Kurumu Türkçe Sözlüğüne göre millet: ‘’Çoğunlukla aynı topraklar üzerinde yaşayan, aralarında dil, tarih, duygu, ülkü, gelenek ve görenek birliği olan insan topluluğu, ulus; bir yerde bulunan kimselerin bütünü, herkes ve benzer özellikleri olan topluluk’’ olarak tarif edilmektedir.[2]
Burada, devletin resmi bir kurumunun ülkede geçerli anayasal millet tanımının dışına çıkmamaya gayret ederek bir tanım yapmaya çalıştığı görülmektedir. Mesela bu tanımda ırk, soy veya din birliğinden bahsedilmemektedir. Ancak tarih boyunca gerek dünyada, gerekse Türk devlet geleneğinde yapılan millet tanımlarında genellikle bu unsurlara göre de millet tanımı yapılmıştır. Nitekim Millet kelimesi Türk diline Arapçadan geçmiştir. Arapça millet kelimesi; din birliği çerçevesinde birbirlerine bağlı insan topluluklarını ifade etmektedir. Bu anlam Osmanlı İmparatorluğu’nda ve Milli Mücadele döneminde de benzer anlamda kullanılmıştır. Batı dillerinde kabul gören millet tarifi ise, Fransızca “nation” kelimesinin karşılığı olarak; aynı kökten ve aynı soydan gelen, aralarında ortak bağları olan insan topluluğu şeklindedir.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerine kadar olan süreçte, millet kelimesi dini anlamda kullanılmış olsa da, gerek eğitim vb. amaçlarla Avrupa’ya giden, gerek yabancı kaynakları okuyup araştıran ve gerekse batı ile daha yakın teması olan Hristiyan azınlıklarının milliyetçilik hareketlerinden etkilenen bazı Türkler zamanla Fransız ihtilali’nin yaydığı fikirlerden etkilenen ‘’nation’’ anlamında millet ve milliyetçilik tanımlarına yaklaşan millet tanımlamaları yapmaya ve buna bağlı olarak bir Türk milliyetçiliği fikrini geliştirmeye başlamışlardır.
Tüm bunlardan anlaşılacağı gibi, zaman içinde, millet tarifinde hâkim olmuş iki görüş ortaya çıkmıştır. Bunlardan birincisi, objektif millet anlayışıdır. Bu görüşe göre; millet aynı ırktan gelen, aynı dili konuşan ve aynı dine inanan insanların meydana getirdiği topluluktur. İkinci görüş ise, sübjektif veya kültürel millet anlayışıdır. Bu anlayışa göre ise; bir milletin meydana gelmesinde, ırk, dil veya din esas alınarak yapılan tanımlar eksiktir. Yani bir toplumdaki fertlerin arasında, kültür birliği, gönül birliği, ülkü birliği, birlikte yaşama ve ortak tarih şuurunun var olması gerekmektedir.[3]
Milliyetçilik ise milliyet duygusundan hareket eden bir fikir akımıdır. Bu duygu kişilerin, milli tarihlerine, milletlerin mazideki hem parlak, hem de felâket ve ıstıraplarına karşı derin bir içsel bağlılık ve saygı hissi şeklinde ortaya çıkar. Yani milliyetçilik kişinin milletini sevmesi, milletine güven duyması, onun varlığını ve güçlenmesini savunmasıdır.
Türklerde Millet ve Milliyetçilik.
Millet ve milliyetçilik kavramları Türklerde tarihin en eski dönemlerinden itibaren var olmuştur. Tarihte ilk defa Türk boylarını bir bayrak altında toplayan ve Mete ile birlikte Türklerin milli birliklerini kurdukları bilinmektedir.[4]
Yine Orhun abidelerinde geçen kavramlar incelendiğinde Türk milletinin geçmişinde de milli duygunun ve milliyet fikrinin var olduğu görülmektedir. Türk milliyetçiliğinin en önemli yazılı belgelerinden biri olan Orhun abidelerinde millet, milliyetçilik hatta Türk birliği fikrini açıkça görmek mümkündür. Dahası bu devletin adı bile Göktürk Devleti’dir.
Bu abidelerde;“Ben Gök Tanrı gibi gökte yaratılmış Bilge Kağan’ım. Türk ulusu, sesimi sonsuzluğa kadar işit..”, “Ey Türk ulusu! Tutsaksan özgür, yoksulsan varlıklı, çıplaksan giyimli olacaksın. Niçin yenik düştüğünü, niçin tutsak olduğunu bilmelisin ve hiç unutmamalısın!”[5] sözleri yaklaşık 1300 yıl öncesinde de Türklerde millet duygusunun var olduğunu göstermektedir. Yine aynı kitabelerde yer alan “Ey Türk ulusu, bu gerçekleri işitin, bilin! Yukarıda gök çökmedikçe aşağıda yağız yer delinmedikçe, Türk ulusu, senin ülkeni kim alabilir? Töreni kim bozabilir? Ey, Türk ulusu, titre ve kendine dön!”[6] denilerek Türk milletinin sonsuza dek yaşayacağına olan inanç açık bir şekilde ifade edilmektedir.
Türklerdeki milli duygular ve millet bilincinin,  İslâmiyeti kabul etmelerinden sonra da devam ettiğini görmekteyiz. Nitekim Kaşgarlı Mahmut’un “Divan-ü Lügat-it Türk” isimli eserinde bu milli duygular açıkça görülmektedir. Kaşgarlı Mahmut, eserinde “Türklerin Hazreti Muhammed tarafından övüldüğüne” dair Hadis’lere yer vermiştir.[7]
Ahmet Yesevi, Yunus Emre gibi önemli kililer de milli duyguları dil birliği içinde devam ettirmişlerdir. Bu dönemlerde, Karamanlı Mehmet Bey, Türkçe’nin yazı ve saray dili olmasını emrederek Türkçe’nin Arapça ve Farsça karşısında gerilemesine karşı çıkmıştır. Onun Türkçe’ye verdiği bu önem, dilde milliyetçilik olarak kabul edilebilir.
XV. asırda Ali Şir Nevai de dil milliyetçiliğine bir örnek olarak gösterilebilir. Ali Şir Nevai yaşamı boyunca Türk dil ve kültürünün Fars dil ve kültüründen üstün olduğunu göstermeye gayret etmiştir. O “Muhakemet-ül Lûgateyn” adlı eserini de bunu ispat etmek için yazmıştır. Hatta bazı yazılarında Türklerin Farslara göre zekâ ve anlayış olarak ta üstün olduğunu savunmuştur.[8]
Aynı milli duygu ve uygulamalar Osmanlı Devleti’nin bazı dönemlerinde de görülmektedir. Bunlardan biri de Türklerin üstünlüğünü Kur’an ayetleri ve hadisleri örnek göstererek ispatlamaya çalışan Vani Mehmet Efendi’dir.[9]
Her ne kadar, yukarıda belirtildiği gibi çok eski devirlerden beri Türklerin yazılı edebiyatlarında ve devlet uygulamalarında milliyetçilik izlerine rastlanıyorsa da Türklerde bugünkü anlamda milliyetçilik, Fransız ihtilâlinde sonraki gelişmelerle ortaya çıkmıştır. Bu anlayış kısa süre içinde tüm Avrupa’ya yayılmıştır. Bu durum ise Osmanlı İmparatorluğu içindeki azınlıkların devlete karşı milliyetçi isyanlar başlatmalarına sebep olmuştur. Önceleri Hristiyan Balkan milletleri arasında başlayan milliyetçilik hareketleri ve isyanlar sonraki yıllarda imparatorlukta yaşayan Müslümanlar arasında da görülmeye başlamıştır. Bu gelişmeler Osmanlı Türk aydınlarının da uyanmasına ve Türk milliyetçiliğinin ortaya çıkmasına etki etmiştir.
Osmanlı Türklerinde Milliyetçilik Fikrinin Ortaya Çıkması.
Osmanlı Türklerinde milliyetçilik fikrinin ortaya çıkmasında, yukarıda da bahsedildiği gibi,  birçok sebepler vardır. Bütün bu sebeplerin sonucunda Türk aydınlarında milliyetçiliğe doğru bir hareketin başladığını görmekteyiz.
Milliyetçiliğin sistemli bir fikir akımı olarak ortaya çıkması daha sonra meydana gelen gelişmelerle olmuştur. Özellikle, ortaya çıkan isyanlarla giderek artan toprak kayıpları karşısında Türklerin, devleti ayakta tutmak için gösterdikleri dayanışma Türk milliyetçiliğinin gelişmesi için kuvvetli bir zemin hazırlamıştır.
Milliyetçiliğin gelişmesinde başka bir faktör de, XIX. yüzyıldan itibaren başlayan toprak kayıplarının bir sonucu olarak elde kalan topraklara Kırım, Kafkasya ve Balkanlardan birçok insanın göç etmesidir. Kaybedilen topraklardan göçlerle gelen bu insanlar arasında eğitim düzeyi yüksek birçok aydın bulunmaktaydı. Osmanlı siyasi ve kültürel hayatında önemli roller oynayan bu insanlarda özellikle şiddetli bir Rus düşmanlığı ve vatanlarına karşı duygusal bağlılık mevcuttu. Bunlardaki milliyetçi düşünceler Osmanlıdaki Türk aydınlarım da etkiledi.
Özellikle Kırım savaşından sonra Osmanlı devletinin Rusya’daki Türklerle ilgilenmesi ve siyasi münasebetleri milliyetçi düşüncelerin canlanmasında daha da etkili olmuştur. Bütün bu gelişmeler önceleri İslâmi dayanışmayı güçlendirmiş daha sonraları ise, gelişen siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik olayların tesiriyle Türk milliyetçiliğinin gelişmesini sağlamıştır.
Devletin içindeki Hristiyan unsurlar ve daha sonra Türk olmayan Müslüman nüfus, özellikle de Araplar arasında milliyetçiliğinin ortaya çıkmasıyla, Türkler de giderek daha da artan bir oranda kendilerini ayrı bir millet olarak hissetmeye başlamışlardır.
Öte yandan, Osmanlı devletinde meydana gelen bütün bu milliyetçi gelişmeler devlet yöneticilerini bazı tedbirler almaya yöneltmiştir. İmparatorluğun bütünlüğünü korumak için azınlıklar arasındaki milliyetçi gelişmelere karşı askeri, siyasi ve idari tedbirler alınmaya başlanmış, ülke içindeki milletleri imparatorluk fikri etrafında bir arada tutmaya çalışılmıştır.
Bu maksatla gelişen Osmanlıcılık fikri özellikle Genç Osmanlılar tarafından bir ideoloji olarak geliştirilmeye çalışılmıştır. Böylece Osmanlıcılık Türklerde değişik anlamda da olsa ilk nasyonalizm kavramı olmuştur. Amaç imparatorluk içindeki milletleri eşit siyasi haklara sahip bir Osmanlı milleti olarak tanımlamak ve ortak bir vatan mefhumu etrafında birleştirmekti. Ancak 1908 yılındaki II. Meşrutiyet’in ilanından sonra, İmparatorluğun değişik unsurları arasında görülen kısa bir kucaklaşmanın hemen ardından, Osmanlılık kavramının boş bir ütopya olduğu ortaya çıkmaya başladı.[10] Bu durum Balkan Savaşları sonucunda tamamen netleşmiş oldu.
Hristiyan Balkan uluslarının bağımsızlığı ve Balkan coğrafyasının çoğunun elimizden çıkmasının ardından ülkede halkın büyük bir çoğunluğu Müslümanlardan oluşur hale geldi. Bunun sonucunda da gayrimüslimleri de kapsayan Osmanlıcılık fikri tamamen ortadan kalkmasa da giderek zayıfladı ve artık daha az telaffuz edilir hale geldi.
Osmanlıcılık fikri ile devletin bir arada tutulamayacağını anlayan yöneticiler ve aydınlar arasında bu sefer daha II. Abdülhamit devrinde devletin bir arada tutulmasında uygulanan siyasi bir kavram olan ve artık imparatorluğun ezici bir çoğunluğunu teşkil eden Müslümanları bir arada tutmak düşüncesi ağır basmaya başladı. Bu düşünce, padişahın aynı zamanda halife olması sebebiyle, imparatorluğun en yaygın ideolojik gücü durumuna geldi.  Ancak kısa süre içinde İslâmcılık düşüncesi ile de devleti bir arada tutmanın mümkün olamayacağı ortaya çıktı. Çünkü imparatorluk içerisindeki Türk olmayan Müslüman gruplarda da milliyetçi hareketler giderek güçlenmeye başladı.
Osmanlıcılığı ve Panislâmcılığı ortaya çıkaran unsurların pek çoğu aynı zamanda o dönemde henüz başlangıç hâlinde olan Türk milliyetçiliğinin de gelişmesine yol açmıştır. Bu iki fikir akımının yetersizliklerinin zamanla ortaya çıkması sonucunda Türk milliyetçiliği giderek daha da güçlenmiştir. Bunda 1910 yılından itibaren yoğun bir şekilde Osmanlı İmparatorluğu’na gelen birçok Asyalı Türk aydınının da katkısı olmuştur. Bunlar ayrıca daha çok ülke sınırları içinde sınırlı olan diğer iki görüşün aksine dikkatlerin Rusya, İran ve değişik bölgelerde yaşayan Türklerle bir birlik oluşturma düşüncesine çevrilmesine sebep olmuşlardır. Çünkü söz konusu bölgedeki halklar Türklerle sadece aynı ırka değil aynı zamanda aynı dine de mensuptular.[11]
Artık Osmanlıcılık fikrinin devleti bir arada tutamayacağı anlaşılmış, İslâmcılık fikrinin de Müslümanların birleştirmediği görülmeye başlanmıştır. Tüm bunların etkisiyle çeşitlenen siyasi hayat içinde milliyetçilik akımı II. Meşrutiyetten sonra iyice belirginleşmiş ve değişik hedefleri olan ulusçuluk tartışmalarını başlatmıştır. Bundan sonra Milliyetçilik, kültürel alanda, fikri alanda, siyasi alanda gelişmeye, yayılmaya ve Türklerin kurtuluşu için tek çare olarak görülmeye başlanmıştır.
Bu üç fikir akımının mevcut durum göz önüne alınarak değerlendirilmesi ve Türkçülük veya Milliyetçilik fikrinin en uygun çözüm olduğunun ispatlanmaya çalışılması ise ilk olarak Yusuf Akçura tarafından, Kazan’da yazılıp Mısır’daki ‘’Türk Dergisi’’nde yayımlanan  ‘’Üç Tarz-ı Siyaset’’ isimli yazı ile ortaya konulmuştur. Diğer görüşleri savunanlar tarafından yoğun eleştirilere uğrayan bu yayım tüm olumsuz eleştirilere rağmen milliyetçilik anlayışının daha sonraki gelişiminde oldukça önemli etkiler bırakmıştır.
Akçura bu eserinde; Osmanlıcılık ve İslamcılık düşüncelerinin olumlu ve olumsuz (güçlü ve güçsüz) yönlerini açıkladıktan sonra kendi görüşüne göre ülkenin ve milletin geleceği için en uygun çare olacağını düşündüğü Türkçülük hakkında değerlendirmeler yapmıştır. Buna göre; önce Osmanlı İmparatorluğu içindeki Türkler ve az da olsa Türkleşmiş olan diğer Müslüman unsurlar (Türkleştirilerek) ile Türk milliyetçiliği esasında bir birlik sağlanması, müteakiben Asya ve Doğu Avrupa’daki Türklerle birleşerek büyük bir Türk birliği kurulmasına çalışılması en uygun çözümdür.[12]
Milliyetçiliğin oldukça uzun bir zamandır dil, kültür ve fikir alanında etkinliğini sürdürmesine rağmen bu yaklaşım büyük bir siyasi Türk birliğinin kurulmasını ortaya atan sistemli ilk yaklaşım olmuştur. Bu yaklaşım daha sonra; bir yönüyle milliyetçilerin bir kısmının ‘’Turancılık’’ diye ifade edilen Türk birliğini savunmasına yol açtığı gibi diğer yönüyle (Türk çoğunluğu ve azda olsa Türkleşmiş diğer unsurların tamamen Türkleştirilmesi anlamında) de Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra yeni bir millet oluşturma sürecine etki etmiştir. Yusuf Akçura 1908 yılında II. Meşrutiyet’in ilanından sonra İstanbul’a gelmiş ve bu fikirlerini ‘’Türk Yurdu Gazetesi’’nde yayımladığı yazılarla geniş kitlelere açıklamaya başlamıştır.
Türk milliyetçiliğinin temelleri dil, tarih ve edebiyat sahasındaki çalışmalarda o tarihe kadar büyük merhaleler kaydetmiş ve kültürel temelleri atılmıştı. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Paris kolu daha 1902 ve 1906 döneminde milliyetçilik görüşünü benimsemiş ve buna göre faaliyetlere başlamıştı.[13] Bunların da etkisiyle milliyetçilik fikri daha hızlı yayılmaya ve teşkilâtlanmaya başladı. Bu dönemde milliyetçiliği savunan birçok yayının yanında birçok cemiyet de kurulmuştur.
Bu sırada Türklerde milleti sosyal bir gerçek olarak ilk defa tarif eden kişi Ziya Gökalp olmuştur. Gökalp, milleti meydana getiren temel faktörlerin ırk, kavim, coğrafya olmadığını ifade etmiş milletin; dilce ahlâkça ve güzellik duygusu bakımından müşterek olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden oluşan topluluk olduğunu belirtmiştir.[14]
Buraya kadar bahsedilmeyen ve oldukça etkili olan diğre bir fikir akımı da Batıcılık’tır.[15] Ancak bu fikir kendi başına milliyetçilik üzerinde müstakil bir etkiye sahip olmadığı gibi diğer fikir akımlarını savunanların da büyük bir kısmı, birbirlerinden oldukça farklı yorumlasalar da, aynı zamanda Batıcılık akımına taraftardırlar. Bu sebeple detaylı olarak bu konudan bahsedilmemiştir.
Milli Mücadele ve Milliyetçilik.
II. Meşrutiyet döneminin Türkçülük faaliyetleri ve bu dönem Türkçülerinin fikir ve düşünceleri Osmanlı Devleti içerisinde günden güne en büyük ve etkin güç olmaya devam ederken, Osmanlı Devleti kendisini Birinci Dünya Harbi içerisinde bulmuştu. Bu savaş esnasında Müslüman Arapların İngilizlerle işbirliği içine girmeleri ve bağımsızlık peşine düşmeleri sonucunda İslamcılık fikri artık daha geri plana atılarak Türkçülük-Turancılık fikirleri ön plana çıkmıştır.
Rusya’da Ekim devrimi’nin ardından Kafkasya’da yeni Türk ve Müslüman devletlerin ortaya çıkması sonucunda, artık Türk olmayan Müslüman Ortadoğu da devletin elinden çıkmaya başlayınca, Türkçülük/Turancılık ideolojisi kapsamında devleti yönetenler Kafkasya’ya doğru ilerleyerek bir çıkış yolu bulmaya çalışmıştır. Fakat Osmanlı Devleti dört yıl süren Birinci Dünya Savaşı sonucunda müttefikleriyle beraber yenilince bu girişim de akamete uğramıştır.
Savaşın sonunda 30 Ekim 1918 Tarihinde imzalanan Mondros Mütarekesi ile bu durum resmiyet kazanmıştır. Böylece öne sürülen bu üç fikrin de (Osmanlıcılık-İslamcılık-Tuarncılık/Türkçülük) ülkeyi kurtaramayacağı ortaya çıkmış oldu.  Fakat yeni oluşan şartlar altında yeni bir milliyetçilik için uygun şarlar ortaya çıkmaya başlamıştı.[16] Bunda Osmanlı İmparatorluğu’nun Türk olmayan kısımlarının elden çıkmış olmasının ve artık çoğunluğu Türklerle meskûn arazilerin de paylaşılmaya başlamasının etkisi büyük oldu.
Ancak bunda; fikri, siyasi ve hukuki düzeyde en büyük etken, ABD Başkanı Wilson’un daha savaş devam ederken, içinde; ‘’Osmanlı İmparatorluğu’nun Türklerin çoğunluğu oluşturduğu bölgelerinin Türklere bırakılacağına’’ dair ilan ettiği prensipler ve daha sonra Lenin’in milletlerin kendi kaderlerini tayin hakkı söylemleri oldu. Nitekim Mütareke’nin hemen ardından, işgal edilmemiş Osmanlı toprakları içinde kalan her bölgede, Osmanlı Devleti sınırları içinde kalmaya devam etmek için bölgelerinde Türklerin çoğunluğu oluşturduğunu tüm dünyaya, özellikle de İtilaf Devletlerine, ispatlamaya çalışan ve isimleri genellikle ‘’Müdafayı Hukuk’’ olan örgütler kurulmaya başlandı. İsimlerinden de anlaşılacağı gibi bu örgütler, kendi bölgelerindeki Türk halkının Wilson prensiplerine göre hakkını ve hukukunu korumayı amaçlayan faaliyetlere başladılar.
Bu anlayış işgal edilmemiş tüm topraklara yayılarak belirli bir coğrafyaya ve o coğrafya üzerinde yaşayan insanların çoğunluğuna dayanan yeni bir milliyetçilik anlayışının gelişmesine yol açtı. Artık, bu örgütlerin başını çeken milliyetçiler; Mondros Mütarekesi imzalandığı zaman henüz işgal edilmemiş topraklarda nüfusun çoğunluğunu Türklerin oluşturduğunu ve bu sınırların yeni Türk sınırları olarak kabul edilmesini isteyen bir milliyetçilik anlayışını savunmaya başladılar.
İşte bu yeni yaklaşım Samsun’a çıkan ve bu anlayışın ülkenin kurtuluşu için tek çare olduğunu her yere duyuran Mustafa Kemal Paşa ve beraberindeki ekibin de başlangıçtan itibaren hâkim ideolojisi haline geldi. Mevcut durumu çok iyi bir şekilde okuyan Mustafa Kemal Paşa önderliğindeki harekete katılanlar, kurtuluşun belli sınırlar içinde bir birlik kurulması esasına dayanan milli gayelere yönelmekle elde edileceği düşüncesine varmışlardı. Bu düşüncenin kısa sürede taraftar bulmasında Türklerin yüzyıllar boyunca idare ettikleri ve dini olarak ta kendilerine denk görmedikleri Yunanlıların İzmir’i ve Ermenilerin de Doğu Anadolu’da bazı bölgeleri işgal etmelerinin halkın duyguları üzerinde yarattığı infial de önemli katkıda bulunmuştur.
Bu dönemde Amasya Tamimi ile başlayıp, Erzurum ve Sivas Kongreleriyle devam eden ve Ankara’da süreklilik kazanan söylemlerde kullanılan kelimelere dikkat ettiğimizde, milli duyguların ne kadar ilerde olduğu görülmektedir. “Milli istiklâl, Milli Mücadele, Milli Hareket, Milli Zafer, İrade-i Milliye, Hâkimiyet-i Milliye, Kuva-yı Milliye, Misâk-ı Milli, Büyük Millet Meclisi” gibi kelimeler buna en büyük delildir. Bu kelimeler incelendiğinde içerisinde yüksek bir milliyetçilik anlamını taşıdığı görülmektedir.
Ancak; bu milliyetçiliğin belli sınırları ve sınırlamaları vardır. Bir defa bu milliyetçilik yayılmacı değil savunmacı ve bir coğrafya ile sınırlı hedefleri olan bir anlayıştır. Mücadelenin başından itibaren kullanılan söylemlere bakılırsa, kullanılan millet ifadesiyle, sadece etnik anlamda Türkler değil, Türk olmasa bile belirlenen coğrafyada yaşayan tüm Müslümanlar da ifade edilmektedir. Yani ırk temelinden çok belli bir coğrafyada yaşayan aynı dinden ve kültürden insanların birliğini savunmaktadır. Bu durum Erzurum ve Sivas Kongrelerinde alınan ve ‘’Irkı ve meshebine bakılmaksızın belirlenen sınırlar içinde yaşayan tüm Müslüman unsurların bir birinden ayrılmaz öz kardeş oldukları’’ hakkındaki kararda da net olarak görülmektedir. Bu milliyetçilik esas olarak Misakı Milli esaslarına göre tam bağımsız bir devlet kurmayı savunan siyasi bir yaklaşımdır.[17]
Bu hareket yabancı devletler ve bu arada işgalci İtilaf Devletleri temsilcileri tarafından da başından itibaren milliyetçi bir hareket olarak görülmüş ve bu şekilde isimlendirilmiştir. İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Calthorpe, Lord Curzon’a çektiği 23 Haziran 1919 tarihli telgrafta Türk milliyetçiliği ile ilgili şu ifadeleri kullanmaktadır: “Çanakkale Savaşlarında büyük ün kazanmış olan Mustafa Kemal Paşa, bir ay kadar önce ordu müfettişi olarak Samsun’a varışından bu yana kendisini anti yabancı düşüncenin ve milliyetçi düşüncenin merkezine koymaktadır.”[18]
Bu dönemdeki milliyetçilik söylemi tüm ülkeyi etkilemiş ve yeni Türk milliyetçiliğinin temellerinin oluşturulmasında etkili olmuştur. Bu dönemde İstanbul’da yapılan mitinglerle işgal kuvvetlerinin protesto edilmesi ve arkasından Anadolu’da oluşan tepkiler millet bilincinin ülkenin her yerine yayıldığını göstermektedir. Amasya Tamimi, Erzurum Kongresi ve Sivas Kongresi’nde alınan kararlar[19], Misak-i Milli kararlan, Büyük Millet Meclisi’nin açılışı da hep milli bilincin birer ifadesidir. Bu milliyetçilik; vatan, din ve siyasi birlik temelli bir milliyetçilik olmuştur.
Milli Mücadeleyi besleyen Kuva-yı Milliye ruhuna, yukarıda da belirttiğimiz gibi İslâm dininin birleştirici gücünün büyük bir tesiri olduğu bir gerçektir. Büyük Millet Meclisi’nin Cuma günü namazdan sonra açılması ve vatanın her tarafında “Kuran-ı Kerim” ve Buhar-i Şerif okutulması Mustafa Kemal Paşa’ya Gazi unvanının verilmesi ve Mehmet Akif Ersoy’un yazdığı istiklâl Marşı” Milli Mücadele’de milli birliğin sağlanmasında dinin etkinliğini göstermektedir.[20]
Buradaki milliyetçiliğin diğer bir yönü de Batı devletlerinin sömürgecilik ihtirasına karşı bir hareket olarak ortaya çıkmasıdır. Mustafa Kemal Paşa’nın liderliğinde başarıyla idare edilen ülkenin bağımsızlık savaşı diğer tüm duygu ve idelojilerden farklı olarak vatanseverlik, vatanı işgalcilere karşı korumak duygusunu işleyerek halkın desteğini harekete geçirmiştir. Bu durum daha sonraları başka milletlere de örnek teşkil etmiştir.
Cumhuriyetin İlk Yıllarında Milliyetçilik İlkesi ve Atatürk.
Milli Mücadele sonucunda, Osmanlı Devleti tarihe karışmış ve yerine yeni bir devlet ve yeni bir sistemle idare edilen Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur. Kurulan yeni cumhuriyet Türklerin çoğunlukla olduğu bölgeler üzerinde kurulmuş milli karakter taşıyan büyük oranda Türklerden oluşan milli bir devlettir. Milli mücadelenin başından beri devam eden milliyetçilik anlayışı cumhuriyet döneminde devletin resmi ideolojisinin de en önemli unsuru olmuştur.
Osmanlı Devleti’nin yıkılması daha önce hüküm süren bütün ana politik ideolojileri itibardan düşürmüştür. Osmanlıcılık var oluş nedenini yitirmiş, İslamcılık ve Pantürkizm ise İmparatorluğu kurtarmayı başaramamıştır. Dolayısıyla 1923’ten itibaren Mustafa Kemal yeni Cumhuriyeti milliyetçiliğin birleştirici yeni bir anlayışı ile idare etmek için çaba sarf etmiştir. Zaten Mustafa Kemal Atatürk daha 1921 yılında, Eskişehir’de yaptığı bir konuşmada; “Ne İslâm birliği ne de Türk birliği bizim için bir doktrin veya mantıklı bir politika meydana getirebilir. Bundan böyle yeni Türkiye’nin, hükümet politikası kendi milli sınırlan içinde Türkiye’nin kendi öz egemenliğine dayanma ve bağımsız yaşamadan meydana gelmektedir.” demiştir.[21]
Bağımsız yaşama, milli sınırlar içinde kalma, milli egemenliğe dayanma fikri, Atatürk’ün Cumhuriyet kurulduktan sonra da savunduğu temel fikirlerdir. Her ne kadar bazı yazar ve arştırmacılar tarafından; ‘’Başlangıçta çok sık vurgulanan ’milli’ ve ‘millet’ kavramlarının dini temelli millet kavramı anlamında kullanılmıştır. Cumhuriyet kurulduktan sonra Mustafa Kemal Türkçülüğü ön plana getirmiş ve Türk milliyetçiliğini ortak dil, kültür ve ideal temelinde şekillendirmiştir.’’[22] deseler de Türk milliyetçiliği hiçbir zaman ırk veya soy temelli olmamış, kapsayıcı ve kültürel temelli olmuştur. Ayrıca yeni milliyetçilik tanımı beynelminelcilikten çok Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan tüm insanları tek bir millet çatısı altında toplamaya yöneliktir.
Bunu Atatürk’ün değişik zamanlarda millet ve milliyetçilik ile ilgili yaptığı konuşmalarda da görmek mümkündür. Örneğin onun; ‘’Biz doğrudan milliyetperveriz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin mesnedi Türk camiasıdır. Bu camianın efradı ne kadar Türk harsiyle meşbu olursa o camiaya istinat eden cumhuriyette o kadar kuvvetli olur.’’[23], ‘’Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türk halkına Türk milleti denir.’’ ve ‘’Zengin bir anılar mirasına sahip olan, sahip olunan mirasın korunmasında ve devamı hususunda iradeleri ortak olan insanların birleşmesinden vücuda gelen topluma millet adı verilir.’’[24] şeklindeki konuşmaları buna örnek olarak gösterilebilir.
Cumhuriyetin kurulduğu ilk yıllarda, Atatürk’ün ortaya koyduğu yeni milliyetçilik anlayışının etkisiyle Pantürkizmi savunan Meşrutiyet dönemi Türkçü ve milliyetçi aydınların da fikirlerini, kısmen veya tamamen değiştirmişlerdir.
Mehmet Emin (Yurdakul) kendi şiirlerini yeniden düzenleyerek Turan kelimesi yerine vatan kelimesi kullanmaya başlamıştır. Ahmet Ağaoğlu basın bürosu müdürlüğünü kabul etmiştir. Ağaoğlu bir Fransız gazeteciye “Ankara, eski Osmanlı İmparatorluğu’nun gösterişinden feragat ederek milliyetçidir. Etnografik Türk sınırları ile tahdit edilmiş mütevazı bir Türk Yurdu kurmayı dilemektedir. Bunun için barışa ve huzura ihtiyaç duymaktadır.” demiştir.[25]
 Yusuf Akçura ise, bir tarih profesörü olarak yeni Türkiye Cumhuriyeti’ni Pantürkist görüşlerinin gerçekleştiği bir ülke olarak değerlendirmiştir. Ayrıca Meşrutiyet dönemi Türkçülerinden Tekin Alp da bu dönemde Mustafa Kemal Atatürk’ün milliyetçi düşüncelerini benimsemiştir.
Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren uygulanan milliyetçilik anlayışı, Türk toplumunun çağdaşlaşmasını öngören ileriye dönük bir milliyetçilik olmuştur. Milli Mücadele yıllarında vatanın savunulması ve kurtarılması şeklinde sadece siyasi bir gaye olarak ele alınan milliyetçilik, Milli Mücadele’nin gerçekleşmesinden sonra anlamı genişleyerek siyasi, kültürel ve ekonomik olmak üzere bütün hayat ve faaliyetlerin hepsini ifade eden bir gaye halini almıştır. Atatürk’ün tabiriyle; ‘’Türk ulusunun yönetiminde ve korunmasında ulusal birlik, ulusal duygu, ulusal kültür en yüksekte göz dikilen ülküdür.’’, ‘’Çünkü, ulusal varlığın temeli, ulusal bilinçte ve ulusal birlikte’’ görülmektedir.[26]
Sonuç.
Tüm bu açıklamalardan da anlaşılacağı gibi, Atatürk’ün savunduğu milliyetçilik anlayışının, daha önceki Türkçülük ve Turancılık gibi birbirine benzer fikirlerden farklı olarak bazı belirli özellikleri vardır.
Bir defa bu anlayış antiemperyalisttir.[27] Yani her türlü emperyalizme karşı milli bağımsızlığı savunur. Bu anlamda kendisi de barışçı ve savunmacıdır. Emperyalist ve yayılmacı amaçlar taşımaz.
Bu anlayış ayrıca milli sınırlara, yani bir vatan kavramına dayanır. Türkiye Cumhuriyeti toprakları içinde yaşayan herkesi Türk milletinin birer üyesi olarak kabul eder. Irkçı ve ayrımcı değil kapsayıcıdır. Fransız İhtilali’nden sonra Avrupa devletlerinin çoğunun benimsendiği gibi; vatandaşlık, dil birliği, kültür ve tarih birliği gibi unsurlara dayanır.
Bu anlamda ülke içinde tüm insanların aynı ülkü içerisinde, dini, mezhepsel, etnik vb. ayrımcılıktan uzak olarak bir tek ulus olmanın bilincine varmalarını sağlamaya çalışan, milli birlik ve bütünlüğe büyük önem veren bir anlayıştır. Bu sebeple aynı zamanda laik bir anlayışa sahiptir.
 Millet egemenliği ilkesiyle bağlantılı olarak; halkçıdır, eşitlikçidir ve demokrasiye yöneliktir. Belli bir sınıfa değil ülkede yaşayan halkın tümüne dayanmayı öngörür.
KAYNAKLAR:
Kitaplar:
ACUN; Fatma, Yakın Dönem Tarihi Metodolojisi, Hacettepe Üniversitesi Yayınları, Ankara, 2008.
AKÇURA; Yusuf, Üç Tarz-ı Siyaset, TTK Yayınevi, Ankara, 2007.
Atatürk, Genkur. ATASE Bşkanlığı Yayınları, Ankara, 1979.
CEVİZOĞLU; Hüseyin, Atatürkçü Düşünce ve Sonuçları, 2.Baskı,Kara Kuvvetleri Güçlendirme Vakfı, Ankara, 1982.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Vecizeler, İnkilap ve Aka, İstanbul, 1981.
GENTİZON; Paul, Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu, Çev. Fethi Ülkü, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1983.
GÖKALP; Ziya, Türkçülüğün Esasları, 3.Baskı, İnkilap Kitabevi, İstanbul, 1987.
İNCEDAYI; Cevdet Kerim, İstiklal Harbi (Garp Cephesi), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2007.
MERAM; Ali, Türkçülük ve Türkçülük Mücadeleleri Tarihi, Kültür Kitabevi, İstanbul,1969.
KONGAR; Emre, Devrim Tarihi ve Toplumbilim Açısından Atatürk, Remzi Kitabevi, 6. Basım, İstanbul, 2002.
KUBALI; Nail, Türk Devrim (İnkilap) Tarihi, Harp Akademileri Basımevi, İstanbul, 1973.
OKUR; Mehmet, KÜÇÜKUĞURLU; Murat, İngiliz Yüksek Komiserlerinin Gözüyle Milli Mücadele, 1918-1920, Serander Yayınları, İstanbul, 2006.
OLCAYTU;Turhan, Teknik Basın Sanayii, 7. Baskı, 198.., Ankara.
SAFA; Peyami, Türk İnkilabına Bakışlar, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2011.
Elektronik Yayınlar:
AYIN;Faruk, Atatürk ve Milliyetçilik, ATAM, http://www.atam.gov.tr/dergi/sayi-42/ataturk-ve-milliyetcilik.
TDK Büyük Türkçe Sözlük, http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_bts&arama=kelime &guid=TDK.GTS.5484302e846524.25543852.





[1] Faruk Ayın, Atatürk ve Milliyetçilik, ATAM, http://www.atam.gov.tr/dergi/sayi-42/ataturk-ve-milliyetcilik.
5484302e846524.25543852.
[3] Ayın, a.g.m.
[4] Ayın, a.g.m.
[5] Ali Meram, Türkçülük ve Türkçülük Mücadeleleri Tarihi, Kültür Kitabevi, İstanbul,1969, s.14.
[6] Meram, a.g.e., s.17.
[7] Meram, a.g.e., s.41-42.
[8] Meram, a.g.e., s.59-60.
[9] Detaylı bilgi için bkz. ‘’Meram, a.g.e., s.69-74.’’
[10] Paul Gentizon, Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu, Çev. Fethi Ülkü, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1983, s.66.
[11] Gentizon, a.g.e., s.66.
[12] Detaylı bilgi için bkz.; ‘’Yusuf Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset, TTK Yayınevi, Ankara, 2007.’’
[13] Fatma Acun, Yakın Dönem Tarihi Metodolojisi, Hacettepe Üniversitesi Yayınları, Ankara, 2008, s.138.
[14] Detaylı bilgi için bkz.: ‘’Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, 3.Baskı, İnkilap Kitabevi, İstanbul, 1987.’’
[15] Turhan Olcaytu, Teknik Basın Sanayii, 7. Baskı, 198.., Ankara, s.48.
[16] Peyami Safa, Türk İnkilabına Bakışlar, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2011, s.90-91.
[17] Nail Kubalı, Türk Devrim (İnkilap) Tarihi, Harp Akademileri Basımevi, İstanbul, 1973, s. 112.
[18] Mehmet Okur, Murat Küçükuğurlı, İngiliz Yüksek Komiserlerinin Gözüyle Milli Mücadele, 1918-1920, Serander Yayınları, İstanbul, 2006,s.
[19] Cevdet Kerim İncedayı, İstiklal Harbi (Garp Cephesi), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2007,s.33-42.
[20] Ayın, a.g.m.
[21] Ayın, a.g.m.
[22] Acun, a.g.e. s.139.
[23] Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Vecizeler, İnkilap ve Aka, İstanbul, 1981, s.32.
[24] Atatürk, Genkur. ATASE Bşkanlığı Yayınları, Ankara, 1979, s.18.
[25] Ayın, a.g.m.
[26] Hüseyin Cevizoğlu, Atatürkçü Düşünce ve Sonuçları, 2.Baskı,Kara Kuvvetleri Güçlendirme Vakfı, Ankara, 1982, s. 37.
[27] Emre Kongar, Devrim Tarihi ve Toplumbilim Açısından Atatürk, Remzi Kitabevi, 6. Basım, İstanbul, 2002, s.315.

21 Ekim 2014 Salı

Ankara'da yaşayan insanların son günlerde en sık yaşadıkları sorunlar.


Ankara'da yaşayan insanların son günlerde en sık yaşadıkları sorunlar. IŞİD, Suriye, Türkiye, Ankara, Dilenci, Güvenlik, Çocuk, Kadın vb. sorunlar.


Son günlerde Ankara'da sokakta dolaşmaya çekiniyorum. Yanlış anlamayın, kimseden korktuğum filan yok. Sıkıntım sokaklarda giderek artan ve içimi burkan dilencilik olayları. 
Daha dün Kızılay'a gittim. Dolmuştan inip Güven Park'a girer girmez beni kucağında daha bir yaşını bile doldurmamış bir çocukla bir kadın dilenci karşıladı. Çocuğu ile arapça ko-nuşmasından Suriyeli olduğunu düşündüm. Çıplak ayaklarıyla beton zemine, yere oturmuş bu genç kadın içimi burktu. Hava oldukça soğuk olduğundan kadının yanakları ve çıplak ayakları kıpkırmızı olmuştu.

Metro alt geçidinden geçip karşıya çıktığımda eski PTT binası önünde ağzı maskeli halde ve bir kadının kucağında yerde upuzun yatan 18-19 yaşlarında bir genç gördüm. Ankara'ya ameliyat için gelmiş ve yardım toplamak için anası ile birlikte dileniyor. Ama hani biz sosyal devlet olmuştuk. Sağlık hizmetleri bedavaydı. Çağ filan atlamıştık.

Işıklardan karşıya Garanti Bankası'nın bulunduğu tarafa geçtim ve Kolej (Cebeci) istikametinde yürümeye başladım. Bankadan 20-25 metre ilerde yerde bir mukavva üzerine kucaklarında 1-2 yaşlarında yarı çıplak bir çocuk bulunan maksimum 30 yaşlarında bir adam ve kadın gördüm. Önlerinde bir karton üzerinde ''Suriye'liyiz, açız, yardım edin.'' yazıyordu. Adamın üzerinde tişört ve yırtık bir ayakkabı, kadının üzerinde de ince basmadan bir entari vardı. Bir yandan dilenirlerken bir yandan da çocuklarıyla birlikte soğuktan titriyorlardı. 

Biraz ileri gidince ayağında yırtık bir terlik ve üzerinde eski bir tişörtle soğuktan mosmor kesilmiş en fazla 20 yaşlarında bir delikanlıyı oturup dilenirken gördüm. Onun da önünde Suriyeli olduğuna dair benzer şeyler yazan bir kağıt vardı. 50-60 metre ileride de bir başka Suriyeli.

İnsanın bu insanları görüp içi parçalanıyor. Beni ise bu iç parçalanmasına ilaveten üzen başka şeyler de var. 1991-1992 yıllarında Almanya'ya gitmiştim. Orada Afrika'daki iç savaşlardan gelmiş birçok mülteci gördüm. Almanca veya Türkçe bilmediklerinden iletişim sorunları vardı. Ama hemen hepsi İngilizce bildiğinden ne zaman Türk derneği ve camisine gelseler beni bulup dertlerini anlatıyorlar ve yardım istiyorlardı.

Bu sığınmacıların hepsi Alman devletinin kendilerine tahsis ettiği bir bölgedeki apartmanlarda kalıyorlardı. Bu bölgeden şehre çıkarken kapıdaki Alman görevliden izin alıyorlar ve çıkış defterine çıkış saatlerini kayıt ettiriyorlardı. Alman devleti bunların barınma ve yemek ihtiyaçlarını karşılıyor, kişisel ihtiyaçlarını karşılamak için cüzi miktarda bir paraya karşılık gelen fişler veriyordu. Bu sığınmacılar bu fişlerle alışveriş merkezleri ve dükkanlardan alışveriş yapıyorlardı. 

Akşam olunca da kaldıkları yerlere dönmek zorundaydılar. Orada ne başıboş gezen bir sığınmacı, ne de dilenen birini görmedim.

Bizim hükumetimiz neden bu insanları Türkiye'nin her yerine serebestçe gidecek şekilde kontrolsüz ve sahipsiz bırakıyor? Bunların yaptığı dilencilik  bizi etkileyen olumsuz sonuçlardan sadece bir tanesi. Bu insanlar; cinayet, fuhuş, uyuşturucu da dahil her türlü suça da açık bir şekilde yaşıyorlar. Görevliler uyuyor mu? Hükümet neden tedbir almıyor?

Genelde dilencilik, özelde Suriye'den gelenlerin dilenciliği her geçen gün giderek artıyor. Vatandaş aç ve çaresiz olmasa neden dilensin. Suriye'den gelenler belirli bir yaşam şartlarına sahip olsalar neden dilensin. Demek ki ülkemizin durumu giderek kötüye gidiyor. Açlık ve sefalet yayılıyor.

Öyle; bölgesel güç olduk, dünya devleti olduk hikayeleriyle büyük devlet olunmuyor. Büyük devlet olduysak bunun gereğini hükümet ve görevliler yapmak zorunda. Yoksa bu sorun önümüzdeki günlerde onulmaz yaralar açabilecek başka sorunlar yaratabilir. Benden söylemesi....

Saygılar sunarım. 21.10.2014.

26 Eylül 2014 Cuma

Irak-Şam İslam Devleti (IŞİD) Dünyaya Yayılıyor (MU?). Türkiye ne yapmalı?


Irak-Şam İslam Devleti (IŞİD)
Afganistan ve Pakistan'da birçok eski El Kaide militanı ve sempatizanı da dahil olmak üzere çok sayısa gönüllünün IŞİD'e katıldığına dahil haber ve yorumlar son günlerde giderek artıyor.
Görünen o ki önemli liderleri öldürüldükten sonra artık bir tıkanma noktasına gelen El Kaide taraftarları da IŞİD'a katılıyor. Bundan başka eylem yapmakta ve popüler olmakta sıkıntılar yaşayan diğer radikal dini örgütlerin tabanında da IŞİD'e yönelik bir kayma var.
Bu da  giderek büyüyen IŞİD'in önümüzdeki günlerde yeni ve sansasyonel eylemler yapma kapasitesinin artacağı anlamına geliyor.
Bilindiği gibi IŞİD şimdiye kadar Irak ve Suriye alanında, daha çok yerel düzeyde eylemler yapan bir örgüttü. Şimdi, artan popülaritesiyle daha önce uluslar arası arenada asimetrik eylemler yapan diğer örgütlerin kadrolarının bir kısmını devşirmeye başladığına göre eylemlerini bu yeni katılanların tecrübe ve bilgi birikimlerinden de yararlanarak uluslararası düzeyde yaygınlaştırabilir.
Böyle bir durum ise Türkiye'yi doğrudan doğruya etkileyebilecek bir gelişmedir. Çünkü El Kaide örneğinde de gördüğümüz gibi Türkiye bazı sansasyonel eylemler yapmak açısından hem psikolojik, hem teknik, hem altyapı (terörist sempatizanlarının yaşadığı ve faaliyette bulunduğu bir ülke olarak) ve hem de örgüte coğrafi yakınlık açısından en uygun ülkelerden biridir.
Böyle bir eylem ülkemizde huzursuzluk ve iç istirarsızlık yaratarak Türkiye'ye sorun yaratabilir.
Diğer önemli bir husus ta bölgede şu anda hava müdahalesi şeklinde başlamış olan Batılı ülkelerin bölgeye yeni ve köklü müdahalelerini getirebilir. Bu da bölgeyi daha da istikrarsızlaştırarak bizi de derinden etkileyecek yeni bölgesel sorunlar yaratabilir.
Bilidiği gibi bölgeye demokrasi ve istikrar getirmek iddiasıyla Irak'a yapılan ABD müdahalesi sonuçları daha uzun yıllar devam edecek gibi görünen yeni istikrarsızlıkları getirmekten başka hiçbir işe yaramamıştır. Bu istikrarsızlıklar güvenlik, dış politika, ekonomi vb. birçok alanda en çok Türkiye'yi etkilemiştir.
IŞİD militanları arasında birçok Türk vatandaşının da olduğu bilinmektedir. Bu örgütün eylemlerini genişletmesi her açıdan bizi etkileyecektir.
Türk güvenlik güçlerinin gerekli önlemleri almak için örgütün etkinliğini ülkemize de yayabileceğini göz önüne alarak şimdiden tedbir almaları zorunludur.

Saygılar sunarım.

26.9.2014. M.Ç.

IŞİD hakkında başka bir yazı okumak için lütfen tıklayınız.