.quickedit {display:none;} .quickedit {display:none;}

23 Ocak 2014 Perşembe

İstihbarat tanımının incelenmesi: İstihbarat nedir? Ne değildir?



İSTİHBARAT NEDİR? NE DEĞİLDİR?

İstihbarat kelimesi herkeste kendi bilgi ve anlayış kabiliyetine göre farklı anlamlar çağrıştırmaktadır. Günlük yaşamda karşılaştığınız herhangi bir kişiye bu kelimeyi sorsanız, herkesin istihbarat konusundan haberdar olduğu ancak istihbarattan anladıklarının ise birbirinden çok farklı olduğunu görürsünüz.
    İstihbarat, bu konuda araştırma yapan ve hatta kitap yazan kişiler arasında bile farklı anlaşılmakta ve tanımlanmaktadır. Tanımlar genellikle kişilerin mesleklerine, ilgilendikleri istihbarat dalına vb. göre değişmektedir. Dolayısıyla herkesin üzerinde uzlaştığı bir istihbarat tanımı bulunmamaktadır. Bu sebeple, öncelikle değişik kaynakları inceleyerek bunları yazanların istihbarattan ne anladıklarını tespit etmeye, bundan sonra da adım adım ilerleyerek bir sonuca varmaya ve genel bir istihbarat tanımı yapmaya çalışacağız.
İstihbarat; Arapça, ‘’istihbar etme’’, ‘’haber ve bilgi alma’’ kelimesinin çoğuludur.[1] Türk Dil Kurumu’nun Güncel Türkçe Sözlüğüne göre istihbarat; ‘’Yeni öğrenilen bilgiler, haberler, duyumlar, bilgi toplama, haber alma.’’[2] olarak ifade edilmektedir.  Eş ve Yakın Anlamlı Kelimeler Sözlüğüne bakıldığında ise istihbarat için; ‘’duyum / haberler’’ [3]karşılığı bulunmaktadır.
Bu tanımlar; kelimenin halk arasında güncel kullanımına ve sıradan insanların bu kelimeden anladıklarına da oldukça benzemektedir. Henüz kimsenin bilmediği bir hususu bilen bir kişi; ‘’Bir istihbarat aldım.’’ derken ‘’bir haber aldığını’’ kastetmektedir. Bir yerde, belirli konularla ilgili olarak, olup biten çoğu şeyi bilen kişilere de; ‘’İstihbaratı kuvvetli.’’ denmesinin sebebi, onun her türlü haberi duyduğunu veya geniş tanıdık çevresi sayesinde her konuda haber ve bilgilere kolayca ulaştığına inanılmasıdır. Yine, bir konuyu merak eden bir kişi; ‘’Gidip bu konuda biraz istihbarat toplayayım.’’ derken bilgi toplamayı kast etmektedir. Yani halk dilinde de istihbarat; ‘’haber ve bilgi alma’’ anlamına gelmektedir.
Türkçe’de kullanılan istihbarat için Arapçada; ‘’Haberleşmeler, haberleşme dolayısıyla yapılan yazışmalar.’’ anlamına gelen ‘’Muhaberat’’ kelimesi kullanılmaktadır. Arap ülkelerinin çoğunda istihbarat teşkilatları da ‘’El Muhaberat’’ ismiyle görev yapmaktadır. İstihbarat kelimesi için Fransızca ve İngilizce’de kullanılan İntelligence kelimesi ise; ‘’akıl, zekâ, akıllılık, kafa, istihbarat’’[4] anlamlarına gelmektedir. Yine istihbarat kurum ve teşkilatları da aynı kelime kullanılarak ifade edilmektedir.
İstihbarat için bizim kullandığımız kelime ve Arapların kullandığı kelime daha çok haber elde etme, gizlice bir şey öğrenme, haberleşme, rapor etme vb. anlamlar çağrıştırırken Fransızca ve İngilizce’de akıl, zekâ vb. olumlu bir anlam taşıması toplumların kültürel farklılıklarından kaynaklanan bir durumdur. Bu kelime farklılığı değişik toplumlarda yaşayan insanların üzerinde de sözlük anlamlarına paralel bir şekilde değişik etkiler yaratmaktadır. Bizde ve Araplarda istihbarat/muhaberat; genelde endişe ve korku hisleri uyandıran, daha çok içe dönük kelimelerdir. Bu sebeple de bizde ve Araplarda istihbarata dar ve kısır bir anlam yüklenmektedir. Ancak olumlu anlam ifade eden Fransızca ve İngilizce İntelligence kelimesi, insanlar üzerinde aynı olumsuz etkiyi yaratmadığı gibi istihbarat konusunun daha geniş bir şekilde anlamlandırılmasına da imkan sağlamaktadır.
Özetleyecek olursak, istihbarat; bir toplumda yaşayan kişilere göre farklı anlamlara geldiği gibi, değişik ülkelerde; ülkeler arasındaki kültürel farklılıklara ve hatta yönetim biçimi farklılıklarına göre de değişik anlamlara gelebilmektedir. Hal böyle olunca herkesin kabul edebileceği bir istihbarat tanımı yapmak daha da zor görünmektedir. Ancak yine de mevcut tanımları inceleyerek bir sonuca varmaya çalışacağız.
Türkiye’de istihbarat konusunda yayımlanan kitaplar incelendiğinde; bu kitapların bazılarının konuya ilgi duyan ve daha çok uluslararası ilişkiler konusunda eğitim almış akademisyenler tarafından yazıldığı görülmektedir. Bu yazarlar, istihbaratı genel bir teoriye oturtmak çabası içinde olmuşlar, oldukça yararlı bilgiler vermişler fakat uygulama sahasında hiç görev yapmadıklarından anlatımları hem çok karmaşık, hem de biraz boşlukta kalmış gibi görünmektedir.
Diğer bir grup yazar ise asker kökenli yazarlardır. Bu yazarlar; askerlik hayatları boyunca istihbarat faaliyetleri içinde ya bir istihbaratçı veya istihbaratı kullanan kişi olarak bulunduklarından oldukça pratik bilgiler vermişlerdir. Bu yazarların kitaplarında ise; teorik bir altyapı eksikliği hemen göze çarpmakta, ayrıca istihbaratın, bir istihbarat türü olan askeri istihbarat anlayışıyla anlatıldığı görülmektedir. Oldukça yararlı bilgiler verilmelerine rağmen bunlar da bizi aradığımız istihbarat tanımına tam olarak götürememektedir. 
Üçüncü bir yazar grubu vardır ki bunların ne akademik anlamda ne de pratik anlamda istihbarat konusu ile bir ilişkileri olmamıştır. Ancak, kişisel ilgileri sebebiyle istihbarat konularında araştırmalar yaparak elde ettikleri bilgileri yayımlamışlardır. Bu gruptaki yazarların bazıları oldukça faydalı bilgiler vermekle beraber, bunların büyük bir kısmının anlattıkları oldukça sınırlı ve derinliği olmayan bilgilerden ibarettir. 
Diğer bir yazar grubu ise, daha çok MOSSAD ve CIA gibi yabancı istihbarat servislerinde çalışmış olan kişilerden oluşmaktadır. Piyasada en çok bulunan ve ilgi çeken kitaplar da bu tür kitaplardır. Ancak bu kitaplarda, sadece anılar ve olaylar anlatılmakta, istihbarat kavramıyla ilgili teorik bilgi ya hiç verilmemekte veya konu içerisinde ve ancak istihbarata vakıf kişilerin anlayabilecekleri şeklinde anlatılmaktadır.
Görüldüğü gibi mevcut yayınlarda her yazar grubu olayın belirli bir yönünden bahsetmiş, konu hakkında bütüncül eserler sunulmamıştır. Biz burada, bu yayınlardan da yararlanarak istihbaratın bütüncül ve kapsamlı bir tanımını yapmaya çalışacağız. Bu kitapların yanında, internet ortamında başta ABD askeri istihbarat talimnameleri olmak üzere NATO ülkelerine ait (Bizim talimnamelerimiz de bunlarla hemen hemen aynı içeriğe sahiptir.) birçok resmi talimname ve yardımcı yayın bulunmaktadır. Bu yayınlardan da faydalanmaya çalışacağız. Öte yandan benim meslek hayatım boyunca; İstihbarat Okulu'nda ve değişik askeri eğitim kurumlarında aldığım istihbarat eğitimlerden ve görevim esnasındaki uygulamalarıdan zihnimde kalan bilgilerden de yararlanacağız.
Bizim ve NATO ülkelerinin çoğunun askeri talimnamelerinde verilen tanıma göre İstihbarat: ‘’Durum muhakemelerin yapılmasında, hareket tarzlarının, plânların ve harekâtın geliştirilmesi ve uygulanmasında yakın veya muhtemel önemi bulunan ve yabancı ulusların veya bölgelerin bir veya birden fazla yönü ile ilgili bütün mevcut bilgilerin toplanması, değerlendirilmesi, yorumlanması ve birleştirilmesinden çıkan sonuçlardır. Kısaca İstihbarat = Bilgi + Analizdir.’’[5]
Görüldüğü gibi bu tanım tamamen askeri istihbarat ile ilgili olarak yapılmıştır. Ancak askeri talimnamelerde bu tanım istihbarat tanımı olarak verilirken ‘’askeri istihbarat’’ diye ayrı bir tanım da yapılmaktadır. Bu tanıma göre askeri istihbarat; ’Düşman ve düşman olması muhtemel taraf ile harekât bölgesine ait (hava ve arazi dâhil) haber ve bilgilerin toplanması, değerlendirilmesi ve yorumlanmasından elde edilen sonuçtur.’’[6] Bu tanımlara baktığımızda, aslında aralarında çok fazla bir fark olmadığı görülmektedir. Bu iki tanım birleştirilerek bunlardan bazı önemli sonuçlar çıkarılabilir.
Tanımlara göre istihbarat bir amaca hizmet etmek için yapılmaktadır. Burada bu amaç; planların yapılması ve uygulanmasına yardım etmek olarak belirtilmiştir. İkinci belirtilen husus; istihbaratın sadece düşman hakkında değil hava ve arazi hakkında da yapıldığıdır. Üçüncü husus ise istihbaratın, bir dizi işlemden sonra elde edilen sonuçlar olarak belirtilmiş olmasıdır. Bu tanımlara göre istihbarat, bilgi veya haber değildir. Haber ve bilgiler; toplama, değerlendirme, yorumlama ve birleştirme diye dört bölüme ayrılan bir süreçten geçtikten sonra ortaya çıkan ürün istihbarat olmaktadır. Yani istihbarat; bilgi ve haberlerin analize tabi tutulması sonucu kendisine sunulacak makamın karar vermesine yardımcı olacak bir son üründür. Burada dikkati çeken diğer bir husus ta toplanacak bilgilerin niteliğidir. İnsanlar istihbaratı genellikle;  gizli yollarla, kendisi de gizli olan bilgilerin toplanması yani casusluk olarak anlamaktadırlar. Ancak burada gizli veya açık olmasına bakılmadan amacımıza hizmet etmesi mümkün her türlü bilginin toplanmasından bahsedilmektedir.  Yani istihbarat bir casusluk faaliyeti içine sıkıştırılmamakta, kapsamı genişletilmektedir.
Ümit Özdağ istihbaratı; ’’Örtülü operasyon diye tanımlanan operatif faaliyetlerden ziyade bilginin toplanması ve analizidir.’’[7] diye tarif etmektedir.  Görüldüğü gibi burada da bilgi artı analizden bahsedilmekte ancak istihbarat bir sonuç değil bir süreç olarak tanımlanmaktadır. Özdağ, aynı kitabında daha sonra şöyle demektedir; ‘’İstihbarat; her türlü politik, ekonomik, sosyal ve askeri olayı anlamayı ve geliştirmeleri öngörmeyi amaçlayan evrensel bir sosyal bilimdir.’’ Bu ifade, belki de istihbaratın yapılmış en iyi tanımlarından birisidir.[8] Çünkü bu ifade incelendiğinde; daha önce yapılan tanımdan farklı olarak istihbarat bir sosyal bilim olarak belirtilmiştir. Ayrıca burada istihbaratın mevcut durumu anlaması ve geleceğe ait öngörülerde bulunması gerektiği de söylenmektedir. Yani istihbarat; kuru bir ham bilgi değildir, olayları anlamayı ve gelecekte olacakları da öngörmeyi gerektirir.
Sıddık YARMAN istihbarat için biraz daha farklı bir tanım yapmaktadır. ’İstihbarat; seçilen bir hedefe dönük toplanan düzenli bilgilerin, hedefin muhtemel davranış biçimini ortaya koyacak bir şekilde değerlendirilmesi sonucu elde edilen işlenmiş bilgi yumağı, üründür.’’[9]
    Bu tanım, diğer tanımlara göre daha özelleştirilmiş hususlar ihtiva etmektedir. Askeri talimnamelerdeki tanımda düşman veya düşman olması muhtemel hedeflerden bahsetmekle birlikte bu tanımda;  seçilen bir hedefe dönük bilgi toplamaktan bahsederek istihbaratın bir hedefe yönelik olarak yapılması gerektiği daha net bir şekilde ortaya konulmuştur. Tanımda bu hedefe ait düzenli olarak bilgi toplanmasından bahsedilerek istihbaratın sürekli ve planlı bir faaliyet olduğu da vurgulanmıştır. Bu tanımda ayrıca; hedefin muhtemel davranış biçiminin ortaya çıkarılmasından bahsederek istihbaratın elde edilen bilgilerin değerlendirilmesi sonucu ortaya konacak daha rafine bir bilgiyi değil, düşman hareket tarzlarının tahminini gerektirdiği anlatılmaya çalışılmaktadır. Fakat bu tanımda da daha önceki bazı tanımlar gibi istihbarat bir süreç değil bir sonuç olarak tanımlanmaktadır.
Ertuğrul GÜVEN istihbaratı; ‘’Bilgilerin toplanması, mevcut bilgilerle karşılaştırılması, bu bilgilerin analizi, değerlendirilmesi, birleştirilmesi ve yorumlanması sonucunda ortaya çıkan bir hasıladır.’’[10] diye tanımlarken şimdiye kadar bahsedilenlerden farklı olarak; istihbaratın bir bilgi havuzu, bir arşivi olması gerektiğinden ve yeni elde edilen bilgilerin bu mevcut bilgilerle karşılaştırılması gereğinden bahsetmektedir.
Kendisi bir emniyetçi olan Ünal Acar ise istihbaratı; ‘’Genel anlamda, gelecekte gerçekleşebilecek olaylarla ilgili en doğru tahmini yapabilmek için gizlilik, tarafsızlık, doğruluk ve süreklilik ilkelerine göre toplanan bilgilerin değerlendirilmesi ile ilgili çalışmalardır.’’[11] şeklinde tanımlamaktadır. Burada ilk dikkati çeken husus bu tanımın; sürekli bir bilinmezle, her gün değişen suç çeşitleri ve her gün ortaya çıkan yeni suç örgütleri ile mücadele eden polisimizin de bakış açısını yansıtmasıdır. Polis, istihbaratın hem üreticisi ve hem kullanıcısıdır. Bu sebeple önünü görmek ve geleceği tahmin etmek isteği tanıma da yansımıştır. Burada dikkati çeken diğer bir husus; istihbaratın ilkeler bazında tanımlanması ve bir süreç olarak algılanıyor olmasıdır.
Askerler, akademisyenler, araştırmacılar ve polislerin bakış açısına göre istihbarat tanımlarını inceledikten sonra son olarak MİT’in istihbaratı nasıl tanımladığını inceleyerek araştırmamıza son vermenin uygun olduğunu değerlendiriyorum. Elbette yerli ve yabancı daha birçok kaynakta yapılmış değişik istihbarat tanımları da mevcuttur. Ancak bunlara bakıldığında bazı küçük farklılıklar haricinde bizim şimdiye kadar incelediğimiz tanımlardan çok ta farklı olmadıkları görülmektedir.
MİT, istihbaratı; ‘’Devlet tarafından belirlenen ihtiyaçlara karşılık olarak çeşitli kaynaklardan derlenen haber, bilgi ve dokümanların işlenmesi sonucu elde edilen üründür.’’[12] Olarak tanımlamaktadır. Burada ilk dikkat çeken husus MİT’in istihbaratı devlet için yaptığını tanımda da vurgulamış olmasıdır. MİT Stratejik seviyede istihbarat ihtiyaçlarını karşılayan ve doğrudan başbakana bağlı bir kurum olduğundan kendisinin doğrudan devleti ilgilendiren bir kurum olduğunu düşündüğü anlaşılmaktadır. Peki devlet derken ne kastedilmektedir? MİT; hükumet başta olmak üzere devletin tüm ana kurumları, TSK ve Emniyete istihbarat sağladığı gibi stratejik seviyede İKK (İstihbarata Karşı Koyma)’dan da sorumlu olan kurumdur. MİT aynı zamanda Türkiye’de diğer istihbarat teşkilatları ile istihbaratın koordinesinden sorumlu üst kurum durumundadır. Bu sebeple olsa gerek, MİT bu tanımla kendisinin devletin ihtiyaçlarını temin ettiğini belirtmektedir. MİT’in tanımında da istihbarat bir sonuç ve bir ürün olarak değerlendirilmekte, diğer tanımlarda bahsedilen haber ve bilgiden başka işleme tabi tutulacaklar arasında dokümanları da saymaktadır.
Şimdi tüm bu tanımlamaları inceleyerek istihbaratın ne olduğuna adım adım ulaşmaya çalışalım.
1. Tanımlardan çoğundan da anlaşılacağı üzere istihbarat sözlük anlamında ifade edildiği gibi haber veya bilgi demek değildir. Bunlar istihbaratın sadece birer girdileridir.
2. Hangi kurum tarafından yapılırsa yapılsın istihbaratın bir hedefi vardır. Bu hedef bir devlet, bir suç örgütü veya bir terör örgütü olabilir.
     3. İstihbarat sadece hedefi değil o hedefin içinde bulunduğu; hava, arazi vb. diğer koşulları da inceler.
4. İstihbarat rastgele yapılan bir faaliyet değildir. Bir amacı ve ulaşmak istediği bazı sonuçlar vardır.
5. İstihbarat; haber, bilgi, belge, doküman vb. girdilerin belirli bir işleme tabi tutularak bazı değerlendirilmiş sonuçların/ürünlerin elde edildiği bir süreç içinde gerçekleşen bir faaliyettir.
6. İstihbarat sadece gizli bilgilerin elde edilmesi ile ilgilenmez, açık kapalı her türlü kaynaktan elde edilen ve amaca hizmet edecek tüm bilgilerle ilgilenir.
7. İstihbarat; örtülü operasyonlar, psikolojik harp, bilgi harbi, propaganda gibi hususları kapsamaz. Olsa olsa bunları yapacak birimler için gerekli bilgileri sağlar.
8. İstihbarat sistemi; sadece askeri harekâtlar, polis operasyonları ve hükumet organları için faaliyette bulunmaz. Devletin tüm kurumlarının ihtiyaçlarına göre hareket eder.
9. İstihbarat sürekli bir faaliyettir. Askeri istihbarat; barış zamanında da, emniyet istihbaratı; emniyeti ihlal eden bir durum henüz ortada yokken de, diğer istihbarat organları da herhangi bir kritik durum ortaya çıkmamışken de, yani tüm yıl boyunca, tam zamanlı olarak faaliyet gösterirler.
9. Bu faaliyetler esnasında sürekliliği olan bilgiler bir arşiv veya bilgi havuzunda toplanır. Yeni bilgiler bu bilgilerle karşılaştırılarak elde edilen sonuçlar kullanılır ve bunlardan gerekli görülenler bu havuza ilave edilir.
10. İstihbarat geçmişle de ilgilenir, ancak geçmişe ait bilgiler genel bir bilgi altyapısı oluşturmak için kullanılır. İstihbaratın asıl ilgilendiği; mevcut durumu anlamak ve gelecekte neler olabileceğine dair öngörülerde bulunmaktır.
11. İstihbaratta kaynakların çeşitliliği önemlidir.
12. İstihbarat önceden tespit edilen ihtiyaçlara göre yürütülür. Yani planlı bir faaliyettir.
13. İstihbarat; devletin değişik kademelerinde görev yapan planlayıcılara, karar vericilere ve uygulayıcılara, bu faaliyetleri daha doğru ve uygun bir şekilde yapmalarına yardımcı olacak şekilde faaliyet gösterir.
Bu tespit ettiğimiz temel hususlara başka bazı konular da ilave edilebilir. Ancak tespit ettiğimiz bu hususları göz önüne alarak bütüncül bir istihbarat tanımı yapmanın mümkün olduğunu düşündüğümüzden değerlendirmelerimize burada son veriyoruz.
Konuyu tüm yönleriyle ele alarak değerlendirdikten sonra şöyle bir istihbarat tanımı yapmanın uygun olduğunu düşünüyorum: İstihbarat; ‘’Devletin her kademesindeki planlayıcıların; doğru planlama yapmaları, karar vericilerin; doğru karar vermeleri ve uygulayıcıların; uygun hareket tarzlarını doğru bir şekilde uygulamaları için, faaliyet gösterdikleri alanlarla ilgili olarak önceden belirlenen hedefler hakkında, her türlü kaynaktan elde edilen haber ve bilgilerin; (toplanması, değerlendirilmesi, yorumlanması ve birleştirilmesi suretiyle) analiz edilmesi sonucunda hedefin mevcut durumunun ortaya konulması ve gelecekte neler yapabileceğine dair öngörülerde bulunulması sürecidir.’’




[1] Ahmet YÜKSEL,2’nci Mahmut Devrinde Osmanlı İstihbaratı, Kitap Yayınevi, İstanbul, 2013, s. 23.
[2] http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts&arama=gts&guid=TDK.GTS.52dddbf01a99e6.42057183.
[5] KKT 30-5, Muharebe Sahası İstihbarat Faaliyetleri, K.K. Basımevi, Ankara, 2002, s. 3-1.
[6] TSK İstihbarat Okulu, İstihbarat Subay Temel Ders Notları.
[7] Prof. Dr. Ümit ÖZDAĞ, İstihbarat Teorisi, Kripto Yayınevi, 4. Baskı, Ankara, 2010,  s. 27.
[8] ÖZDAĞ, a.g.e.,s. 30.
[9] Sait YILMAZ, Dünyayı Yöneten Güç, İstihbarat Bilimi, Kripto Yayınevi, Ankara, 2013, s.99.
[10] Sait YILMAZ, a.g.e., s.119.
[11] Sait YILMAZ, a.g.e., s.155.

21 Ocak 2014 Salı

Suriye İç Savaşının Jeopolitiği. (Türkiye, Mısır, İran, Suudi Arabistan, Lübnan.)

Suriye İç Savaşının Jeopolitiği.


Stratfor Düşünce Kuruluşu'nun Sitesinin bir yazısından tercüme edilmiştir. Makale yazarı Reva Bhalla'dır.  Yazıda son durumla ilgili değerlendirmeler yapılmıştır. Ayrıca benim ABD ve AB ülkelerinde artık görmeye alıştığım bir genel tavır bu yazıda ve haritalarda da görülmektedir. Suriye'de oldukça önemli miktarda Türk/Türkmen bulunmaktadır. Ama nedense bu yazı ve haritalarında bu Türklerden hiç bahsedilmemektedir. 
Stratfor
22 Ocak tarihinde uluslararası diplomatlar, üç yıldır devam eden Suriye iç savaşını sona erdirecek bir çözün bulmak için, İsviçre'nin Montreux kasabasında toplanacaklar. Her şeye rağmen bu konferans Suriye'deki savaş ortamı gerçeklerinden oldukça uzak olacak. Konferansın başlamasından sadece günler önce BM'nin İran'ı konferansa davet etmesinin ardından Suriyeli muhaliflerin (isyancıların) temsilcileri teklifin iptal edilmesini istediler. Daha  görüşmelere kimin katılacağı konusunda bile bir karara varmanın imkansızlığı, hiçbir zaman çok verimli olamayacakmış gibi görünen diplomatik çabalar açısından bir talihsizliktir. 
Bu konferansın bir sonuca varacağı konusunda şüpheci olmak için iyi sebepler bulunmaktadır. Suriye devlet başkanı Beşar Esad'ın kuvvetleri giderek fraksiyonlara bölünen isyancı kuvvetlere karşı konumunu güçlendirmeye devam ederken,  Rusya ve İran tarafından şiddetle desteklenen rejim için,  özellikle ABD, İran ile görüşmelere de başlamışken, Washington'un ısrarıyla mezhepsel rakiplerine taviz vermek için teşvik edici çok az sebep vardır.  Esad'ın göz hekimliği okulundan arkadaşı ve Suriye'nin sabık muhalefetinin uzun süredir bir üyesi olan ve şimdi bir şekilde Suriye Uzlaşma Bakanlığını layıkıyla  yapan Ali Haydar, ''Cenova-2'den bir şey beklemeyin. Ne Cenova-2, ne Cenova-3 ve ne de Cenova-5 Suriye krizini çözemez. Çözüm başladı ve devletin askeri zaferi ile devam edecektir.'' diyerek rejimin görüşmeler hakkındaki bakış açısını netleştirmiştir.
Çatışmaları sona erdirmek için fonksiyonel güç paylaşımı anlaşması konusunda artan kötümserlik, Suriye'nin mezhepsel olarak ayrı devletlere bölüneceği veya Ali Haydar'ın da iddia ettiği gibi, Nusayrilerin tam kontrolü tekrar sağlayarak statükoyu geri getireceği ve Sünnileri boyun eğmeye mecbur bırakacağına dair dramatik spekülasyonlara sebep olmaktadır. Aslında, her iki senaryo da sorunlu görünmektedir. Uluslararası ara bulucular krizin bu safhasında bir güç paylaşım anlaşması sağlamayı başaramazlarsa ve Suriyeyi idare eden Nusayri azınlık onu tekrar bir araya getirmekte olağanüstü zorluklarla karşılaşırsa bile bu ülkeyi mezhepsel çerçevede belli bölgelere bölmek oldukça zordur.  
Suriye Jeopolitiği
1916 yılında yapılan Sykes-Picot anlaşmasından önce, karma bir etnik yapıya sahip olan Suriye; tüccarlar, politikacılar ve askerler tarafından Kuzeyde Toros Dağları, batıda Akdeniz, Güneyde Sina Yarımadası ve doğuda çöl ile kaplı araziler arasında uzanan bir coğrafi bölge olarak tanımlanmaktaydı. Eğer 18'inci Yüzyıl Paris'inde, Akdeniz'in öbür tarafındaki yün ve baharat bolluğunu düşünerek yaşıyor olsaydınız, bu bölgeyi Levant olarak bilirdiniz. Levant kelimesi latince 'Levare'' kökünden türemiş bir kelimedir ve güneşin doğudan doğuşunu ifade edecek şekilde yükselmek anlamına gelmektedir. Eğer antik dönemde, bir kervan yolunda, Hicaz (Modern zaman Suudi Arabistan'ı)'dan kuzeye yolculuk yapan bir Arap tüccar olsaydınız, bu bölge için Bilad al Sham veya Arap Yarmadası'nda İslamın kutsal bölgelerinin  ''terkedileceği topraklar'' olarak bahsederdiniz.
İster doğudan, ister batıdan, ister kuzeyden veya güneyden bakın, Suriye kendisini her zaman kendisinden çok daha güçlü devletlerle sarılmış şanssız bir pozisyonda bulmuştur.  Küçük Asya ve Avrupayı birleştiren kuzeyde Marmara Denizi bölgesindeki zengin ve verimli topraklar, güneyde Nil Nehri Vadisi ve doğuda Dicle ile Fırat nehri arasındaki topraklar daha fazla ve daha yoğun nüfusun yaşamasına imkan vermektedir. Bu bölgelerin kontrolünü bir güç ele geçirince, bu güç daha fazla genişlemek için kaçınılmaz olarak; kanların döküldüğü, ırkların birbirine karıştığı, dinlerin birbiriyle ilişkiye girdiği,malların canlı bir şekilde ticaretinin yapıldığı, şiddetin kol gezdiği Suriye'ye gelmektedir.
Bu nedenle, Suriye'nin modern öncesi tarihinde sadece iki defa bu bölgede egemen ve bağımsız bir devlet kurulabilmiştir. Bunlardan birincisi; bu günkü Antakya merkezli Helenistik dönem Seleucid Hanedanı(MÖ: 301-141) ve ikincisi ise Şam merkezli Umayyad Halifeliği (MS:661-749) olmuştur. Suriye genellikle; bölünmüş veya komşularınca işgal edilmiş, çok zayıf, iç yapı olarak parçalanmış, coğrafi olarak kırılgan olduğundan kendi ayakları üzerinde hiç bir zaman duramamıştır. Bu durum aslında güç merkezleri arasındaki sınır bölgelerinin genel kaderidir.
Nil vadisinin aksine, Suriye'nin coğrafyası, iç parçalanmaları önleyecek güçlü ve doğal bir  yapıdan yoksundur. Bir Suriye devleti, var olabilmek için, sadece deniz ticareti yapabileceği bir sahile ve deniz güçlerine karşı korunmaya değil aynı zamanda gıda ve güvenlik sağlayacak verimli bir araziye de ihtiyaç duymaktadır. Ancak Suriye'nin zorlu coğrafyası ve parçalı azınlık mezhep gruplarından oluşan nüfus yapısı genel olarak en büyük sorunu olmuştur.
Suriye'nin uzun ve çok dar olan sahil şeridi, içeriye doğru gidildikçe hemen bir dağlar ve platolar zincirine dönüşmektedir. Bu batı şeridi boyunca; Nusayriler, Hristiyanlar ve Dürzileri de kapsayan azınlık cepleri kendilerini; hepsi aynı oranda güvenilmez olan doğulu gruplara karşı olduğu gibi batıdan gelen yabancılara karşı da tecrit ederler fakat varlıklarını garanti edecek olanlarla, kim olurlarsa olsun işbirliği yaparlar. Uzun dağ bariyeri, Asi Irmağı boyunca kendini düzlüklere bırakır ve Bekaa Vadisi, Anti Lübnan Dağları bölgesi, Havran Platosu ve Dürzi Dağları boyunca tekrar keskin bir şekilde yükselmeden önce, zulme uğramış mezheplere, korunmak ve kendilerini korumaya hazırlanmak için büyük bir engebeli arazi sağlar.
Anti Lübnan Dağlarının hemen doğusunda, Barada Nehri doğuya doğru akar ve çölde bir vaha oluşturur. Burası Şam olarak bilinir. Sahile karşı iki dağ silsilesi ile korunan ve doğuda çöllerle çevrilmiş olan Şam doğal bir kale şehri gibidir ve buranın başkent yapılması akıllıca bir seçimdir.Fakat, bu kalenin bir başkent olarak bölgesel bir değeri olabilmesi için, dağlar arasından batıya, antik Fenike (Lübnan) sahillerindeki Akdeniz limanlarına giden bir koridora ve aynı zamanda kuzeye doğru, yarı kurak stepler boyunca; Humus, Hama, İdlip ve Halep'e giden yollara  ihtiyacı vardır.
Şam'dan kuzeye giden arazi şeridi burayı, genellikle baş eğmez sahil şeridine göre, homojen bir nüfus için ayrışmadan çok birleşmeye daha müsait kılan kısmen akıcı bir arazidir. Halep; Bereketli Hilal'in ağzı boyunca konuşlanmış, Anadolu ve kuzey arasında Humus kapısı yoluyla batıya, Akdeniz'e  ve güneye doğru Şam'a açılan bir doğal ticaret koridorudur. Halep tarihi olarak dominant Anadolu güçlerine karşı kırılgan bir durumda olmakla birlikte, zaman zaman Şam'a göreceli olarak uzak mesafede oluşunu Şam'a karşı isyan etmek için kullanmış ve her zaman Şam yönetimi için hayati bir ekonomik merkez olmuştur.
En son alarak, Şam'dan doğuya gidince; geniş, zorlu bir çöllük alan, Mezepotamya ve Suriye arasında bağlantıyı sağlayan çorak bir bölge, bulunmaktadır. Bu çok seyrek nüfuslu bölge uzun bir süre kervan tüccarlarından Bedevi aşiretlerine ve modern zaman cihadçılarına kadar küçük göçebe grupları tarafından kullanılmıştır.
Demografik Durum.
Suriye'nin demografisi zamanın egemen gücüne göre büyük oranda değişiklik göstermiştir. Bizans dönemi Suriyesinde çoğunluğu genel olarak Ortodoks Doğu Hristiyanları oluşturmuştur. Müteakiben Müslümanların fethi  daha bölünmüş bir dini ve mezhepsel çeşitliliğe sebep olmuş, bir miktar Şii nüfus ta bölgeye yerleşmiştir. Zamanla, Mezapotamya, Nil Vadisi ve Küçük Asya'dan gelen birçok Sünni hanedanlıklar sayesinde nüfusun çoğunluğu, bu gün de olduğu gibi, Sünnilere geçmiştir. Sünniler ağırlıklı nüfus haline gelirken; Arap Çölü ve Şam ile Halep arasında kalan bölgedeki daha muhafazalı sahile yakın dağlık bölge bir azınlıklar mozaiği haline gelmiştir. Tipik bir şekilde bu azınlıklar, birbirleri ile ittifaklar kurarak ve deniz aşırı uzak bir deniz gücü ile işbirliği yaparak iç bölgelerdeki dominant Sünni çoğunluğa karşı bir denge kurmaya çalışmışlardır.
Levant ile en güçlü kolonyal bağlantıları olan Fransızlar, azınlıkları maniple etme stratejisinin ustaları olmuşlardır. Fakat bu yaklaşım aynı zamanda bunun çok acı sonuçlarının bu güne kadar gelmesine de sebep olmuştur. Lübnan'da Fransızlar; Maruni Hristiyanları desteklemiş ve bunun sonucunda Maruniler, Akdeniz deniz ticaretinde, Beyrut dışında tüm liman şehirlerinde, Sünni tüccarların aleyhine, hakim duruma gelmişlerdir. Fransa aynı zamanda Suriye sahil kesiminde yaşayan ve Nusayri olarak bilinen bir grubu da ön plana çıkarmış,  dini bir statü ve kabul edilebilirlik kazandırmak için  onları Alevi olarak isimlendirmiş ve Fransız mandası süresince Suriye ordusunu bunlarla doldurmuştur. (M.Ç. Not: Arap alevisi diye bir şey yoktur. Bunlar Şiiliğin 7 imamcı koluna benzer karmaşık bir inanç sistemi olan, reinkarnasyona da inanan Nusayri inancındandırlar. Fransızlar bunlara sırf politik maksatlarla kullanabilmek için Arap Alevisi ismini vermişlerdir. Fransız mandası öncesinde böyle bir isimlendirme tarih boyunca yoktur. Ne inançları ve ne de dini ritüelleri Alevi Türkmenlere hiç benzememektedir. )
1943 yılında Fransız mandası sona erince, ordu içindeki Nusayriler büyük dini ve etnik isyanlara hazır idiler ve Hafız Esat'ın 1970 yılındaki kansız darbesi ile Suriye'de tam olarak Nusayri egemenliği başlamış oldu. Mezhepsel denge şu anda İran ve onun mezhepsel müttefikleri lehine kayarken Fransa'nın Suudi Arabistan ile birlikte kendi kurduğu Nusayri rejimi aleyhine Sünnileri en çok destekleyen devlet olarak mevcut politikası bir ironi olarak görülebilir, fakat bu durum sadece bölgede bir klasik güçler dengesi mantığının uzantısından ibarettir. 

Gerçekçi Beklentiler Ortaya Koymak

Bu hafta İsviçre'de Suriye konusunu görüşecek olan delegeler, Antik çağlardan beri bu bölgeyi yöneten jeopolitikalardan kaynaklanan bir seri uzlaşmaz gerçekle yüz yüze geleceklerdir. Azınlık Nusayri grubunun Suriyeyi yönetmesi anormalliği yakın bir zamanda sona erecek gibi görünmüyor. Nusayri güçleri Şam'daki mevzilerini ellerinde tutmakta ve hızla  banliyölerdeki bölgeleri tekrar ele geçirmektedir. Lübnan Şii örgütü Hizbullah, mezhepsel motivasyonu gereği Nusayrilerin iktidarda kalmasını garanti altına almak için Şam'dan Bekaa Vadisi yoluyla Lübnan sahillerine ulaşan geleneksel yolun ve Asi Nehri vadisi boyunca Nusayrilerin kontrolündeki Suriye sahillerine ulaşan yolun emniyetini sağlamaktadır. Şam'ı ellerinde bulundurdukları sürece Nusayriler'in ekonomik kalpgahlardan vazgeçmeleri de mümkün değilir. Bu sebeple Esad'a sadık Suriye güçleri, Halep'in kontrolünü ele geçirmek için saldırılar düzenliyorlar. Saldırılarının limitlerine ulaşıncaya kadar rejim lokal ateşkesler için batılıların çağrılarını manipüle edecektir. Kuvvetlerini muhafaza etmek için bu fasılaları kullanacak ve rejimle işbirliği yapan asi birliklerine yiyecek desteği verecektir.  En uzaktaki doğu ve kuzey bölgelerindeki Kürt grupları da bu günlerde kendi otonom bölgelerini kurmaya çalışmakla meşguller. Fakat Nusayri rejimi, bu noktadan sonra, Kürt ayrılıkçılığının  Şam'dan çok Türkiye için bir tehdit olduğunu  bildiği için hayli rahat davranmaktadır.
Lübnan ve Suriye'nin kaderi her zaman hayli karmaşık olmuştur. 19'uncu Yüzyılda yoğun bir nüfusa sahip sahile yakın dağlarda Dürziler ve Maruniler arasındaki iç savaş hızla Lübnan Dağı'ndan Şam'a yayılmıştı. Bu sefer mevcut durumda akım tersine gelişmekte, Suriye'deki iç savaş Lübnan'a yayılmaktadır. Nusayriler, Suriye'de İran ve Hizbullah'ın yardımıyla kontrolü ellerinde tutarlarken, Suudi Arabistan tarafından desteklenen bir Sünni cihadist  dalgası Lübnan'da daha aktif bir duruma gelmektedir. Bu ise mevcut Şii-Sünni saldırı dalgasında Lübnan Dağı'nı önemli bir konuma getirecektir.
ABD, kötü talihli ''Suriye'yi yeniden yapılandırma'' konferansına liderlik ediyor olabilir fakat aslında ABD'nin Suriye'ye karşı kuvvetli bir ilgisi yoktur. İç savaşın kötü insani sonuçları ABD'yi durumu düzeltmek için bir şeyler yaptığını göstermeye zorluyor fakat Washington'un bölge ile ilgili şu andaki esas ilgilendiği konu İran ile başlayan diyaloğu korumak ve geliştirmektir. ABD; Esat'ın Suriye'nin değişiminde bir seçenek olmamasını garanti altına almak üzerinde duruyor ve bu nokta Washington ve Tahran arasındaki birçok görüşme konusundan birisi olabilir. Bununla birlikte, Esat, onun esas patronu olan İran, Doğu Akdeniz'de belirli bir kuvvet bulunduran tek güç olan ABD ile görüşürken daha fazla baskı altında kalabilir. 
Güneyde, Nil Vadisi gücü olan Mısır tamamen kendi iç sorunları ile uğraşmaktadır. Arap dünyasında bir Türk maceracılığına çok az imkan veren sert bir iç güç mücadesi yaşayan Kuzeydeki ana güç olan Türkiye de aynı durumdadır. Bu durum, İran ve Suudi Arabistan'ı Suriye'deki mezhep çatışmalarını maniple edebilecek ana bölgesel güçler haline getirmiştir. Nusayrilerle ilişkilerini ve Akdeniz'e erişimini muhafaza etmek isteyen İran, Rusya ile beraber hareket ederek, bu savaşta üstün gelmektedir. Fakat, Suriye'yi Mezepotamyaya bağlayan çöl Suudi Arabistan tarafından desteklenen ve rakip mezhebi etkisiz hale getirmek isteyen Sünni militan grupları ile doludur. Ve bu yüzden çatışmalar devam edecektir. 
Her iki mezhep grubu da diğerini savaş meydanında yenebilecek güce sahip değildir ancak her iki taraf ta savaşı sürdürmeleri için bölgesel destekçilere sahiptirler. İran, Suudi desteği alanları bir görüşmeye razı etmenin göreli avantajını kullanmaya çalışacak fakat cesareti oldukça kırılmış olan Suudi Arabistan, Sünni direnişçiler savaşmaya devam ettiği sürece direnmeye devam edecektir. Savaş gittikçe Lübnan'a yayılırken, cephedeki savaşçılar alakasız dış unsurların önderlik ettiği ateşkes görüşmelerini maniple etmek için gayret sarf edeceklerdir. Suriye devleti, Cenova'da yapılacak konferans sonucunda dikte edilecek hususlarla, ne parçalanacak ve mezhepsel bölgelere ayrılacak, ne de tek bir ulus halinde tekrar birleşebilecektir. Suriye'de nasıl bir rejim kurulursa kurulsun; aşiret mozaiğinin bağlılığı ile Şam'ı denize ve ekonominin kalbine (Halep'e) bağlı tutma zorunluluğu, zayıf bir şekilde de olsa ülkeyi bir arada tutabilir.  

15 Ocak 2014 Çarşamba

Pasifik bölgesinde yeni gelişmeler: Hipersonik Füze Denemesi. Çin ve ABD mücadelesinin geldiği son durum. Türkiye'nin dış politikada dikkat etmesi gereken hususlar.


Bu gün gazeteleri okurken aşağıdaki habere rastladım. Haber Çin hakkında. Daha önce de Çin hakkında yazılar yazdığımdan haber ilgimi çekti. Çünkü haber benim Çin hakkında uzun süredir ileri sürdüğüm tezleri de destekliyordu. Haber şöyle:

''ÇİN, sesten 10 kat hızlı seyreden ve ABD füze savunma sistemlerini delebilen nükleer başlıklı füze taşıma aracını başarıyla denedi.  WU-14 adı verilen ‘hipersonik süzülme aracı’nın (HGV) 9 Ocak’ta Çin semalarında rekor hıza ulaşarak denendiğini ABD Savunma Bakanlığı’nın (Pentagon) bir yetkilisi ABD haber sitesi Washington Free Beacon’a doğruladı. Ses hızının 5 katı (saatte 6 bin 132 km) ile 10 katı (saatte 12 bin 260 km) arasındaki hızlara, “hipersonik” deniliyor. ABD, Hindistan ve Rusya da daha isabetli nişanlama, daha hızlı sevkiyat ve savunma sistemlerini aşma gibi hedeflerle bu araçları tasarlıyor. İki ayrı program yürüten Çin’in, kıtalararası balistik füzelerinin son aşaması olarak HGV tasarladığı belirtiliyor. Program sonuç verirse, Çin’den atılan füzenin mevcut hava savunma sistemlerini delerek bir saatten kısa süre içinde ABD anakarasını vurması mümkün olacak.''

Görüldüğü gibi Çin dünyanın yeni süper gücü olmaya hazırlanıyor. Ekonomide yaptığı uzun vadeli planların başarılı olmasının ardından şimdi de uzay teknolojileri ve silah teknolojileri üzerinde yatırım yapıyor. 

Büyük devletler ve bunlar arasında güç mücadeleleri eski çağlarda Akdeniz havzasında olmuştur. Dolayısıyla o dönemler anlatılırken Akdeniz merkezli bir dünyadan bahsedilir. ABD'nin keşfinden sonra yavaş yavaş güç merkezi Akdenizin dışına doğru kaydı. Bu kayma Süveyş kanalı ile Hint Okyanusu'na ve Cebeli Tarık vasıtasıyla Atlantik'e kaydı. 2'nci Dünya savaşı ve sonrasında ortaya çıkan 2 kutuplu soğuk savaş döneminde ise güç ve mücadelenin merkezi Atlantik oldu. Ancak artık bu merkez hızla Pasifik'e kaymaktadır. 

Rusya ve Avrupa artık süper güç olma vasıflarını kaybetmiştir. Dünyada en büyük güç ABD, ona yetişmeye ve onunla mücadele etmeye çalışan Hindistan ve Brezilya gibi devletlerden bahsedilmektedir. Ancak ABD'nin esas rakibi Çin'dir. Mücadele tüm dünyada halen sürmekte olup gelecekte de özellikle enerji ve pazar bazında devam edecektir. Fakat mücadelenin ana merkezi artık Pasifik bölgesi olacaktır.
Çin'in son yıllarda kendi etrafında, özellikle de deniz ve hava sahalarında yaptığı hamlelere bir bakın. Çin'in benim bu söylediklerimi doğrular nitelikte hareket ettiğini göreceksiniz. Çin ekonomik gelişmesini sürdürürken ABD ile süper güç olma mücadelesinde belirleyici olacağını değerlendirdiği üç alanda yatırımlarını hızlandırmış durumdadır. Bunlar; uzaya açılma, deniz hakimiyeti ve hava hakimiyeti konularıdır. 

Bu haber Çin'in geldiği noktayı göstermesi açısından önemlidir. Çin her alanda olduğu gibi askeri teknolojiler alanında da rakibi ABD'yi etki altına alabilecek şekilde gelişimini sağlamaktadır.

Biz paralel devlet, derin devlet vb. hikayeleri ile vaktimizi harcarken, dünya hızla değişmektedir. İç çatışmalar yüzünden komşumuz Suriye'de bile etkinliğimizi gösteremezken Pasifik bölgesindeki bu gelişmeleri tamamen gözden kaçırıyoruz gibi geliyor bana.

Devletin yetkili organlarını buradan uyarıyorum.
Dünya hızla değişiyor.
Yeni bir dünya kuruluyor. 
Türkiye'bu yeni dünyada yeni yerini belirlemek için şimdiden çalışmalara başlamalıdır. 
Bu ülke sizin siyasi çıkarlarınızdan da, grup çıkarlarınızdan da daha önemlidir.

Saygılar sunarım.

13 Ocak 2014 Pazartesi

Balyoz davasının iç yüzü.



Balyoz Davası’nda; iddialar, davanın gelişme süreci ve sonuçlarının değerlendirilmesi başlığı ile bir yazı yazmıştım. Bu yazı çok uzun olduğundan okumayanlar için dava sürecini kısaltarak, olayın öncesi ve  sonrası ile çıkardığım sonuçları burada tekrar yayımlıyorum. Ben bu yazıyı yazdıktan sonra Prof. Ümit Özdağ'ın ''Kendi Ülkesinde Kuşatılan Ordu'' isimli kitabını aldım. Henüz yarıya geldim ama gördüğüm kadarıyla benzer sonuçlara ulaşmışız. Konuya ilgi duyanlar bu kitabı da okuyabilirler.

Giriş:
Balyoz davasını incelemeden önce, davada kendilerine darbe yapılacağı iddia edilen AKP hükumetinin iktidara gelmesinden davanın açıldığı tarihe kadar geçen süre içinde meydana gelen bazı gelişmeler hakkında genel bir bilgi vermenin konunun anlaşılmasına yardımcı olacağını düşünüyorum. Burada, darbe yapacağı iddia edilen Silahlı Kuvvetler merkeze konularak Silahlı Kuvvetler ile iç ve dış bazı odaklar arasındaki ilişkiler ve kamuoyunda ortaya çıkan bazı önemli gelişmeler kısaca anlatılacak ve genel bir başlangıç durumu ortaya konulacaktır.
2003 yılında ABD askerlerinin Türkiye üzerinden Irak’a girmesi ile ilgili tezkere onaylanmamış, ABD çevreleri bu olayda Türk Ordusu’nun ağırlığını ortaya koymadığına dair eleştirilerde bulunmuşlardır. Bu tarihten itibaren de ABD ve Türk Ordusu arasındaki ilişkiler giderek kötüleşmiş ve karşılıklı olarak genel bir güvensizlik ortaya çıkmıştır.
ABD Irak’ı kısa sürede işgal etmesine rağmen Irak’ta bir türlü istikrarı sağlayamamış, Irak her gün onlarca eylemin yapıldığı kaos içinde bir ülke haline gelmiştir. ABD’nin en büyük müttefiki olan kuzeydeki Kürt oluşumu ile Türkiye arasında sürtüşmeler de hat safhaya çıkmış ve ABD bu süreçte kendisini hayal kırıklığına uğrattığını düşündüğü Türkiye ve Türk Ordusunun değil, Kürt oluşumunun yanında yer almıştır.
Başlangıçta daha çok güneyde yoğunlaşan direniş giderek kuzeye doğru genişlemiş ve dünyanın dört bir yanından dini motivasyonlu terör örgütlerinin Irak’a militanlarını göndermesi ile iç karışıklık ülke çapında yayılmış ve içinden çıkılmaz hale gelmiştir. Kuzey Irak’ta yavaş yavaş bağımsızlığa giden bir yapının ortaya çıkması ve Türkiye’nin bu gelişmelerden duyduğu rahatsızlığı dillendirmeye başlamasıyla birlikte, Kuzey Irak’ta bulunan Türk askeri varlığı Kürt oluşumu tarafından varlığına tehdit oluşturan bir sorun olarak telakki edilmeye başlanmıştır.  ABD de; bu askeri varlığın Türkmenler ve Sünni Araplarla kendi çıkarlarına aykırı bir işbirliği içinde olduğunu değerlendirdiğinden bu Türk askerlerinden rahatsızlık duymaya başlamıştır. Bu dönemde Türk askerlerinin Türkmenleri ve bazı diğer grupları silahlandırdığına ve bu durumun ülkedeki istikrarı daha da kötüleştirdiğine dair ABD askerleri tarafından bazı uyarılar yapılmıştır. Bu uyarıların ardından,  4 Temmuz 2003 tarihinde ABD askerleri Talabani’ye bağlı peşmergelerle işbirliği içinde, Süleymaniye kent merkezinde bulunan Türk Özel Kuvvet Merkezine bir baskın düzenlemiş ve 3’ü subay 8’i astsubay 11 Türk askerini esir alıp başlarına çuval geçirerek Kerkük’e götürmüşlerdir. Bu olayın ardından Türk hükumeti kamuoyuna, ABD’ye nota verildiğini açıklıyor ancak oldukça düşük profilli ve pasif bir tepki gösteriyor, bu durum da yurt içinde tepkilere sebep oluyordu.
Tüm bu gelişmelerin sonucunda, bu gerginliklere paralel olarak, Türk Ordusu’nda, soğuk savaşın hemen ardından belirmeye başlayan ABD politikalarına karşı bazı olumsuz söylemler artmaya başlıyordu. Bazı generaller yaptığı açıklamalarda (Mesela Orgeneral Tuncer Kılıç’ın 2002 yılında Harp Akademileri Komutanlığı’nda yaptığı konuşma); Türkiye’nin değişik alternatifleri olduğunu, uluslararası politikalarda İran, Rusya ve Çin gibi devletleri de dikkate alan yeni politikalar geliştirmesi gerektiğini açıklıyor, bu durum ise Türk Ordusu’nda Avrasyacı subay ve generallerin olduğu iddialarını gündeme getiriyordu. Bu iddiaya göre, Türk Ordusu içinde, genel olarak Özel Kuvvetler içinde yoğunlaşan “Avrasyacı-Rusçu” bir klik vardı. [1]
Ancak iddialar ne olursa olsun ABD’nin artık Türk Ordusu’nun gözünde güvenilir bir müttefik olarak görülmediği kesin gibi görünüyordu. Bu durum ABD ve Türk subaylarının çeşitli vesilelerle bir araya geldiği ortamlara da yansıyordu. Türk subayları NATO toplantılarında bazı ABD tavırlarına sert tepki koyuyor, Kerkük’te irtibat elemanı olarak bulunan bir Türk subayı, ABD subayları ile fazla samimi pozlar verip bu olayın resimleri basına sızınca Özel Kuvvetlerden atılıyordu.
Silahlı Kuvvetler bu dönemde karşı karşıya geldiği bir iç mesele olan dini cemaatler ile de bazı sorunlar yaşıyordu. Silahlı Kuvvetlerin savcıları etkileyerek ve bazı internet siteleri kurarak cemaatlere karşı faaliyette bulunduğu iddiaları 1990’lı yılların sonlarından itibaren kamuoyuna yansımaktaydı. Ordunun temel iddiası; Fethullah Gülen Cemaati’nin başta emniyet olmak üzere devletin tüm kademelerine sızmaya çalıştığı, kritik yerlerin kendi adamlarının eline geçmesi için gizli çalışmalarda bulunduğu, devleti dolaylı olarak ele geçirmek niyetinde oldukları şeklindeydi. Cemaat ise bunu sürekli olarak reddetmiş ve kendilerinin sadece bir hizmet hareketi olduğunu söylemiştir. Hatta 28 Şubat sürecinde orduyu dolaylı yönden destekler şekilde demeçler bile vermişlerdir.  Ordu ise bu tezine uygun olarak YAŞ toplantılarında cemaat/tarikatlarla bağlantılı subay ve astsubayları disiplinsizlik sebebiyle ordudan uzaklaştırarak cemaatin orduda yapılanmasına engel olmaya çalışmıştır. Ancak artık hükumet eski hükumetlerin aksine bu ihraçları sorgulamaya başlamıştır.
1999 yılı Haziran ayında ulusal televizyon kanallarında yayınlanan bazı video görüntüleri Gülen’in Türkiye'de laik düzen yerine şeriata dayalı bir İslam devleti kurmak için taraftarlarını teşvik ettiği suçlamalarına neden oldu. Bunun üzerine, 22 Ağustos 2000 tarihinde aleyhinde dava açılmış, 2006 yılında bu davadan cürüm ve şiddete başvurarak teşekkül oluşturduğuna dair delil olmadığından beraat etmiş, bu karar 2008 yılında Yargıtay Ceza Genel Kurulunca oybirliği ile onanmıştır. 1999 yılı Mart ayında sağlık sorunları nedeni ile Amerika Birleşik Devletleri'ne giden Gülen ise, o tarihten bu yana, ABD'nin Pensilvanya eyaletinde yaşamaktadır.
Ordu ve Hükumet ilişkilerine bakacak olursak; 2002 sonunda tek başına iktidar olan AKP,  Orgeneral Hilmi Özkök’ün Genelkurmay Başkanı olduğu dönem içinde Ordu ile doğrudan bir çatışmaya girmeden uyumlu olarak çalışmıştır. Özkök’ü AKP’ye karşı “fazla uysal ve tavizkâr” bulan bazı kesimler Yaşar Büyükanıt’ın görevi devralması ile hükümete karşı daha kararlı tepkiler gösterilmesi gerektiğini söylemeye başladılar. Ancak Erdoğan ve Büyükanıt ilişkisi, iki yıl boyunca genel olarak her iki tarafın da çok kontrollü davranışları ile büyük bir sorun yaşanmadan geçti. Ancak; 27 Nisan 2007 gecesi TSK’nın bir e-muhtıra ile cumhurbaşkanlığı seçimlerine müdahale etmesi ilişkileri tekrar gerdi. Kamuoyu desteğini arkasına alan hükumet bu muhtıraya sert bir şekilde cevap verdi. Bundan sonra ordu ve hükumet arasında kontrollü bir gerginlik yaşanmaya başladı. Başbakan’ın 5 Mayıs 2007 günü İstanbul Dolmabahçe’deki çalışma ofisinde Büyükanıt’la baş başa görüşmesinden sonra gerginlik kısmen yatışmaya başladı.  22 Temmuz 2007 seçimlerinden sonra Abdullah Gül’ün Çankaya’ya çıkmada ısrar etmesine rağmen bir süre sonra PKK’nın yeniden ve etkili bir şekilde saldırılarına başlaması hükümet ile ordu arasında işbirliği ve birlikte çalışmayı zorunlu kıldı. Hükümetin yetki almasına rağmen sınır ötesi harekâtı geciktirmesi de değişik spekülasyonlara sebep oldu ancak esas olarak Erdoğan’ın türbanla ilgili anayasal düzenlemelere gitmesi gerilimi artıran esas unsur oldu. Bu dönemde ortaya çıkan; Yüksekova’da sivil görünümlü bir askeri araca PKK taraftarlarının saldırması ve Büyükanıt’ın oradaki askeri personeli koruyucu beyanları, ardından da Ergenekon davasının etkileri sonucu Ordu hükumet ilişkileri tekrar gerilimli bir sürece girmiştir.
Burada diğer bazı gelişmelerden de bahsetmek gerekiyor. Türkiye 2006 yılından itibaren sansasyonel bazı hukuki ve toplumsal olayları yaşamaya başladı. 17 Mayıs 2006 günü, Danıştay 2’nci dairesine Alparslan Arslan isimli şahıs silahlı saldırı düzenledi. Saldırı sonucunda, bir üye öldü, dört üye ise yaralandı. Saldırı ile bağlantılı olarak açılan soruşturma kapsamında ilk olarak 20 Mayıs 2006 günü, malulen emekli olmuş bir asker olan Muzaffer Tekin tutuklandı. Dava açılan şahısların sorgulanmalarına başlanmasının ardından tüm basında Ergenekon ismiyle, hükumete darbe yapmak ve yasadışı faaliyetlerde bulunmak üzere bir suç örgütünün varlığından bahsedilmeye başlandı.
Bu olaylardan sonra ülkede gerilim iyice arttı. Cumhurbaşkanlığı seçimleri yaklaştıkça başta Cumhuriyet Halk Partisi olmak üzere bazı muhalefet partileri erken seçim kararı alınması ve cumhurbaşkanının yeni meclisçe seçilmesi çağrısı yapmış fakat AKP bu fikri kabul etmemiştir.
12 Nisan 2007’de, Genelkurmay Başkanı, "Cumhuriyetin temel değerlerine, devletin üniter yapısına, laik demokratik devlete sözde değil özde bağlı bir cumhurbaşkanının seçileceğini umut ediyorum." açıklamasını yapmış, bu da yeni bir gerilime sebep olmuştur.
Nokta dergisi, 29 Mart 2007 tarihinde, Atatürkçü Düşünce Derneği genel başkanı Şener Eruygur'un, Jandarma Genel Komutanlığı sırasında hükûmeti devirmek amacıyla Sarıkız ve Ayışığı isimleriyle darbeler planladığını iddia eden bir yazı yayımlamış,   5 Nisan 2007'de de; "Günümüzdeki sivil eylemler ne kadar sivil" başlıklı haberinde protesto mitingleri düzenleyen bazı sivil toplum örgütlerinin Türk Silahlı Kuvvetleri ile olan ilişkileri ve TSK'nın sivil toplum kuruluşlarını psikolojik savaş aracı olarak gördüğüne dair bir yazı yayınlamıştır. Bunun üzerine, 13 Nisan 2007'de,  Nokta Dergisi binasına Askeri Mahkeme kararıyla baskın düzenlenmiş ve derginin bilgisayarlarına el konulmuştur.
Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan veya başka bir Millî Görüş kökenli siyasetçinin olası cumhurbaşkanı adaylığına karşı Ankara, İstanbul, İzmir gibi büyük şehirlerde, 2007 yılının Nisan ve Mayıs aylarında "cumhuriyetine sahip çık" sloganıyla milyonlarca kişinin katıldığı Cumhuriyet mitingleri düzenlenmeye başlandı. Mitinglerin ilki 14 Nisan 2007'de, Cumhurbaşkanlığı seçiminden iki hafta önce Ankara'da yapıldı. İkinci miting 29 Nisan'da İstanbul Çağlayan meydanında oldu. Üçüncü ve dördüncü mitingler 5 Mayıs'ta Manisa ve Çanakkale'de yapıldı. Beşinci ve son miting ise 13 Mayıs'ta İzmir'de yapıldı. Mitinglerde atılan sloganlar sadece hükumet karşıtı olmakla kalmıyor, cemaat ve tarikatlar ile ABD’yi de hedef alıyordu. En çok tekrarlanan sloganlar şunlar idi: ‘’Ne ABD ne AB Tam Bağımsız Türkiye. Ne şeriat ne darbe tam bağımsız Türkiye. Mustafa Kemal'in Askerleriyiz.’’
Mitingler; CHP, DSP, GP, İP, SHP gibi siyasi partiler ve ADD (Atatürkçü Düşünce Derneği), AKUT, Cumhuriyet Kadınları Derneği, ÇYDD (Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği), Çarşı (taraftar grubu), DİSK, İstanbul Barosu, KESK, Türkiye Gençlik Birliği gibi sivil toplum kuruluşları, meslek örgütleri ve sendikalar tarafından destekleniyordu. Mitinglere birçok sanatçı, aydın ve gazeteci de destek verdi. Bu geniş destek yelpazesi içinde yapılan mitinglerin ana düzenleyicisi ise başında bazı emekli askerlerin bulunduğu Atatürkçü Düşünce Dernekleri idi.
İşte bu hükumet aleyhtarı kitlesel gösterilerin tam ortasında polis ve savcılar eliyle bazı sansasyonel operasyonlar yapılmaya başladı. 12 Haziran 2007'de bir ihbar üzerine Ümraniye'de bir gecekonduda operasyon yapıldı. 27 adet el bombası ve TNT kalıpları ele geçirildi. Gecekondu sahibi ve yeğeninin ifadelerinden sonra art arda bazı tutuklamalar yapıldı. Tutuklananlar arasında; bazı emekli general, subay ve astsubaylar, iş adamları, gazeteciler, avukatlar, mafya örgütü üyesi olduğu söylenen kişiler ve ADD mensupları bulunuyordu.
2008 yılında tutuklamalar, İşçi Partisi ve onun basın organları mensuplarına, bazı ünlü gazetecilere, eski üniversite rektörlerine, ADD başkanı emekli generallere ve Ankara Ticaret Odası Başkanına kadar genişletildi. Bunun ardından birçok yerde aramalar ve arazilerde yapılan kazılarda bazı silah ve mühimmatların bulunduğu tüm basın organlarında gösterilmeye başlandı. Tutuklamalar dalgalar halinde devam etti ve emekli askerlerin yanında birçok muvazzaf asker de tutuklandı. Bu baskın ve tutuklamalar 2009 yılında devam etmiş ve daha önce açılan bazı davalar da bu dava ile bağlantılı olduğu iddiasıyla Ergenekon davası resmen birleştirildi.
Kamuoyu basının büyük bir çoğunluğu tarafından ordu aleyhine tek yönlü olarak kışkırtılıyor ve tutuklananlar mahkeme başlamadan kamuoyu önünde yargılanıyor, cezalandırılıyor ve halkın belleklerine bu insanlar suçlu olarak nakşediliyordu. Eski solcuların bir kısmı, kendisine liberal diyen bir takım gazeteci, akademisyen ve yazarlar, tarikat ve cemaat mensupları ve sempatizanları, AKP, BDP, PKK, Siyasal İslamcı basın ve bazı Hristiyan azınlık mensupları, belki de Türk tarihinde ilk defa bir araya gelmiş ve hep bir ağızdan Türk ordusuna karşı genel bir saldırıya geçmişlerdi.
Davalar ve basındaki acımasız eleştiriler başlangıçta içlerinde bazı emekli askerlerin de bulunduğu ADD, İşçi Partisi vb gruplara, yani ulusalcı denilen gruplara yöneltilmişken kısa sürede Silahlı Kuvvetler aleyhine yoğun bir propaganda ve psikolojik yıpratma harekâtına dönüştü.
İşte tüm bu olup bitenler ülke kamuoyunun temel tartışma konusu haline geldiği bir ortamda, Taraf Gazetesi’nde ‘’Balyoz Darbe Planı’’ bir yazı yayımlandı.

Balyoz Darbe Planı davası:
20 Ocak 2010 tarihinde Mehmet Baransu imzalı bir haber ile kamuoyunun dikkati geçmişte 1’nci Ordu Komutanlığı’nda yapılan bir EMASYA Planına çevrildi. Taraf gazetesi, emekli Orgeneral Çetin Doğan’ın Birinci Ordu Komutanlığı sırasında, Ak Parti hükümetine karşı “Balyoz Harekât Planı” adı altında 12 Eylül askeri müdahalesini model alan bir darbe planı hazırladığını iddia ediyordu. 5 bin sayfayı aşan belgelerden oluşan planın içinde, İstanbul’da bazı camilerde cuma namazından sonra bomba patlatılmasının öngörüldüğü de kaydedildi. Planda 29’u general 133 subayın adı geçiyordu.
Uzun yargılama süreci sonunda 21 Ekim 2012 tarihinde mahkeme heyeti kararını açıkladı.  Silivri Cezaevi’ndeki duruşma salonunda 16 Aralık 2010’da başlayan, 250’si tutuklu 365 sanıklı “Balyoz Planı” davasında açıklanan karara göre; eski Hava Kuvvetleri Komutanı emekli Orgeneral Halil İbrahim Fırtına, eski Deniz Kuvvetleri Komutanı emekli Oramiral Özden Örnek ve eski 1’inci Ordu Komutanı emekli Orgeneral Çetin Doğan’ı “Türkiye Cumhuriyeti icra vekilleri heyetini, cebren ıskat veya vazife görmekten cebren men etmek” suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırdı. Mahkeme, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasını eski TCK’nın “cürme teşebbüs” başlığını taşıyan maddesi uyarınca 20’şer yıl hapis cezasına çevirdi. 78 sanık hakkında 18 yıl, 218 kişi hakkında 16 yıl, 1 kişi hakkında 15 yıl, 28 kişi hakkında ise 13 yıl 4 ay hapis cezası verildi. 3 kişinin dosyasını ayıran mahkeme, 36 sanığın ise beraatine karar verdi.
Temyiz Süreci ve Yargıtay’ın Kararı:
Temyiz incelemesinde, Yargıtay’ın bilirkişi incelemesi yapılmaması, bazı çelişkilerin giderilmemesi gibi nedenlerle kararı bozabileceği, karar verildiği günden bu yana konuşuluyordu. Ancak ortaya çıkan asıl sorundan sonra, Genelkurmay ile mahkemenin açıklamaları birbirine uyumlu kabul edilse bile Yargıtay’ın, “Genelkurmay’dan ayrıntılı bir liste istenmesi”, “Belge asıllarının listesinin tam olarak getirtilmesi” gibi bir nedenle kararı bozabileceği de ifade ediliyordu. Bu tür bir bozma kararı ise davada usul ve esas işlemlerinin bütünüyle yenilenmesine neden olabilecek, Yargıtay’ın kararı doğrudan onaması halinde ise belgeler ve asılları ile ilgili tartışmalar bitmeyecek, dosya önce Anayasa Mahkemesi’ne, sonuç alınmazsa AİHM’ye taşınacak deniliyordu.
Yargıtay 9’uncu Ceza Dairesi, Balyoz davasını inceledikten sonra 9 Ekim 2013 tarihinde kararını açıkladı. Çetin Doğan, Özden Örnek, Halil İbrahim Fırtına ile Engin Alan’ın da dâhil olduğu 237 sanık hakkında 6 yıl ile 20 yıl arasındaki hapis cezaları onandı. 88 sanığın ise tahliyesine karar verildi.
Balyoz davası, 3 yıl 8 ay 19 gün sonra Yargıtay 9’uncu Ceza Dairesi’nin kararını açıklamasıyla sona erdi. 

Ergenekon davası da 5 Ağustos 2013 tarihinde sonuçlanmış ve mahkeme sanıkların çoğuna oldukça ağır cezalar vermişti. Bu dava da temyize gönderilmiş ve hala temyiz kararı açıklanmamıştır.
Son durum:
Türkiye 17 Aralık tarihinde Halk Bankası Müdürü ve bazı bakan çocuklarının da katıldığı söylenen bir polis operasyonu ile yeni bir döneme girdi. 3-4 gün boyunca bu konuda hiçbir açıklama yapmayan hükumet nihayet bunun Fethullah Gülen cemaati ve dış güçlerin hükumet aleyhine düzenlediği bir komplo olduğunu, topluma bir psikolojik harekât yapıldığını açıkladı.
Cemaat ve hükumet arasında tansiyonu artarak karşılıklı beddualaşmaya kadar varan çatışmaların ardından AKP’li bir milletvekili ‘’paralel devlet’’ olarak tanımladıkları cemaat mensuplarının Türk Ordusu’na da geçmişte kumpas kurduğunu açıkladı. Bazı AKP’li milletvekilleri bu söze karşı çıksa da Başbakan bu sözün arkasında durdu. Barolar Birliği Başkanı ile görüşmesinden sonra da Balyoz dâhil tüm eski davalarda yeniden yargılama yapılabileceğini ve bu konuda bir çalışma başlattıklarını açıkladı.
Genelkurmay Başkanı da, muvazzaf ve emekli Silahlı Kuvvetler mensuplarına kumpas kuruldu açıklamaları üzerine hukuki işlem başlatarak kumpas kuranlar hakkında suç duyurusunda bulundu.
Şimdi tüm kamuoyunda bu son gelişmeler tartışılmaya devam etmektedir.
Değerlendirme ve Sonuçlar:
Konu tüm açılardan incelendiğinde şu sonuçlar çıkarılabilir:
-Uzun yıllar süren iç güvenlik harekâtı orduyu yıpratmış ve zayıf duruma düşürmüştür. Tamamen teröre kanalize olan ve aslında içişleri bakanlığının sorumluluğunda olan iç güvenlik konusunu kendi üzerine alan Silahlı Kuvvetler gün geçtikçe güçlenen siyasal İslam ve Tarikat/Cemaat gruplarına karşı zayıf düşmüş, iki cephede verilen mücadelede hatalı davranışlar içine girmiştir.
-28 Şubat süreci denen gelişmeler orduyu yıpratmış, en soldan en sağa ve en geleneksel İslam’dan en radikal İslam’a kadar çok geniş kitlelerde orduya karşı bir tepki oluşmasına sebep olmuştur. Post modern darbe daha sonra görev yapacak ordu mensuplarına kötü bir miras olarak bırakılmıştır.
-TSK içinde; tarikat, cemaat ve siyasal İslamcı yapılanmalara karşı mücadele edilirken hatalı olarak sıradan dindar insanlara da müdahale edilmiş ve laiklik karşıtı kitlenin büyümesine sebep olunmuş, kamuoyunda Ordu’nun din karşıtı olduğuna dair bir imaj yaratılmıştır.
-Soğuk Savaş sonrası Ordu içinde ABD ve NATO pılitikalarının Türkiye için yeni dünya düzenine göre bazı mahsurlar yarattığı ve NATO’dan uzaklaşmadan yeni bağımsız politikalar oluşturulması düşüncesi hakim olmuştur. Ortadoğu, Kafkasya ve Balkanlarda yaşanan çatışmalar ve ABD müdahalelerinin ardından ABD politikalarına karşı bir çekince oluşmuş, Irak’ın işgalinin ardından tüm Türk kamuoyunda olduğu gibi orduda da ABD karşıtı bir hava ortaya çıkmış, bu durum başta Irak’ta olmak üzere tüm bu bölgelerde ABD ve Türk ordusu arasında genel bir çatışma havası oluşturmuştur. İki ordu artık birbirlerini güvenilir bir müttefik olarak görmemeye başlamış, bu durum ise iki ordu arasında alttan alta bir mücadeleyi de beraberinde getirmiştir.
-ABD’nin Süleymaniye’de Türk askerlerinin kafasına çuval geçirmesi sadece Türk ve ABD ordusu ilişkilerinde değil Türk kamuoyunda da büyük etkiler yaratmıştır. Bu artık güvenmediği Türk ordusuna karşı ABD ordusunun bir psikolojik harekâtıdır. Bu olayla ABD; kendi açısından gerekli gördüğü mesajları verirken bu durum iç kamuoyunda da; güçlü, yenilmez, ölür ama teslim olmaz Türk Ordusu imajını zedelemiş, insanların beyninde Orduya karşı duyulan güven sarsmış ve Türkiye’de ordu karşıtı güç odaklarında ise orduya karşı duyulan korku azaltmıştır.
-Bazı generallerin; Türkiye’nin yeni uluslararası ilişki seçenekleri olduğundan bahsetmesi, merkeze klasik ittifak ilişkileri yerine Türkiye ve onun çıkarlarını koymaları, Rusya, Çin ve İran hakkında değişik işbirliği senaryoları ortaya atmaları, ABD ve AB ile Türkiye’de geleneksel batı ittifakını savunanların kafasında şüpheler uyandırmış, ordu içinde Avrasyacı subayların olduğu şeklinde yorumlar yapılmıştır. Bu Avrasyacıların özellikle Özel Kuvvetler Komutanlığı bünyesinde yoğunlaştığı iddiaları ise dikkatleri özellikle ÖKK’na celb etmiştir.
-Dava sürecinde ortaya çıkan gelişmelerden de anlaşıldığı gibi o dönemde Silahlı Kuvvetler’in zirvesinde bulunan komutanlar arasında bir çatışmanın olduğu, birlik ve beraberliğin ortadan kalktığı görülmektedir. Görünen o ki gerek asker-siyaset ilişkileri açısından, gerekse uluslararası durumu okuma açısından ordu üst kademesi en az üç grup halinde bölünmüş ve kendi aralarında uzun süre bir soğuk savaş yaşamışlardır. Bu çekişmede kişisel anlaşmazlıklar da etkili olmuş görünmektedir.
-Bazı emekli generallerin, ADD yönetimine girerek politik faaliyetlerde bulunmaları, başta İşçi Partisi olmak üzere bazı Avrasyacı, ulusalcı ve milliyetçi çevrelerle işbirliği içine girmeleri; hem ABD ve AB’de, hem de yurt içinde tarikat-siyaset-ekonomi ve basın dünyasındaki güç odaklarında endişe uyandırmış, bu grupların düzenlediği ve büyük kalabalıkların katıldığı Cumhuriyet Mitingleri ise bardağı taşıran son damla olmuştur.
-Cumhurbaşkanlığı seçiminde, Silahlı Kuvvetlerin bir siyasi parti gibi davranarak seçime müdahale etmesi ve kimin cumhurbaşkanı olacağını belirlemeye çalışması ise hem hükumette, hem de kamuoyunda çok büyük bir tepkiye sebep olmuş, halkın büyük bir kesimi seçimle işbaşına gelen insanlara devlet görevlilerinin müdahalesini kendi iradesine müdahale olarak algılamıştır. Bu algının yaratılmasında hükumet ve basın da etkili bir rol oynamıştır. Bu olay artık Ordu için dönüm/doruk noktası olmuştur. Bu esnada MHP’nin hükumetin arkasında durması sonucu hükumet kendi adayında diretmiş ve ordu buna karşı hiçbir şey yapamayınca artık doruktan düşüş kaçınılmaz hale gelmiştir.
-Yargı sürecinde; baskınlar, iddialar, gazete ve internet yayınlarının üst üste gelmesi ile neye uğradığını şaşıran ve biraz geç te olsa bu durumun kendisine karşı planlı bir operasyon olduğu sonucuna varan TSK; bu tür bir saldırıya karşı hazırlıksız olarak yakalandığını fark etmiş, stratejik psikolojik harekâta maruz kaldığı sonucunu doğru bir şekilde çıkarmış ancak uygun hareket tarzları geliştirememiş, örümcek ağına takılmış bir kelebek gibi telaşla çırpınmış ancak bu çırpınışlar beklediğinin aksine kurtulmasına fayda etmemiş ve yuvalarında gizlenen örümceklere saldırmaları için uygun bir hedef olduğu sinyallerini vermekten başka bir işe yaramamıştır.
-Tüm çevrelerce yapılan tam saha pres karşısında, artık direnmek için bir çare bulamayan TSK, son tepkisini 2011 yılında başta Genelkurmay Başkanı olmak üzere tüm kuvvet komutanlarının istifa etmesi şeklinde göstermiş ancak bu durum TSK’nın artık teslim olduğu şeklinde yorumlanmış ve bu andan itibaren görünürde tüm güç hükumetin ellerine, geri planda ise bu mücadele de hükumetin arkasında duran güçlere geçmiştir.
-Bu mücadelede ordunun karşısında; ön planda hükumet ve bir nebze cemaat görünmekle beraber, ordunun güçten düşürülmesini çıkarları açısından faydalı gören tüm yerel ve uluslararası güç odakları, kişisel sebeplerle orduya karşı nefret duyan yazar çizer takımı, geçmiş dönemlerdeki darbelerde kendisi veya yakınları zarar görmüş, bu durum kendisinde travma yaratmış bazı kişiler, yeni gelişmeleri doğru okuyup güce yakın durarak bundan kişisel çıkar sağlamayı hedefleyen çıkarcılar ve başta PKK olmak üzere bazı terör örgütlerine kadar çok çeşitli ve aslında birbiriyle uyuşmayan birçok çevre hep beraber hareket etmiştir.
-Ordu ise pek fazla bir destek bulamadığı gibi temel askeri stratejileri bile kullanamamıştır. Bir defa dünyadaki ve Türkiye’deki gelişmeleri tam olarak okuyamamış ve kendisini buna uygun olarak dönüştürememiştir. Saldırı başlamadan önce, kendi hataları sonucu, karşısındaki grubun çok fazla büyümesine sebep olmuştur. Tehdidi başlangıçta doğru bir şekilde tespit edememiş, uygun hareket tarzlarını seçememiş ve çok fazla zaman ve mevzi kaybetmiştir.
-Kendi içinde güven ortamı kuramamış, yapılan psikolojik harekât etkili olmuş, orduda herkes birbirinden şüphe eder hale gelmiştir. Bu da savunmasının insicamının bozulmasına sebep olmuştur.
-İnisiyatifi ele alamamış ve sadece reaktif bir şekilde hareket etmeye çalışmıştır. Art arda gelen saldırılarla da dengesi bozulmuştur.
-Asimetrik tehditlere karşı savunmasız kalmıştır. İnternet siteleri üzerinden yapılan saldırı ve itibarsızlaştırma faaliyetleriyle bile birçok mensubunu yitirmiştir.
-Sonuçta TSK; İlker Başbuğ’un deyimiyle Asimetrik Psikolojik Savaş, Ümit Özdağ’ın deyişiyle de Enformasyon Harbi uygulamaları sonucunda savaşı kaybetmiştir.
-Bu davalar sonunda verilen kararlarla TSK içinde; ABD ve AB çizgisine yakın olmayan, cemaat ve tarikatlar açısından tehlikeli görülen, hükumete de her zaman itaat etmeyebileceği düşünülen Atatürkçü, milliyetçi veya ulusalcı olduğu düşünülen tüm kadrolar tasfiye edilmiştir. Bu da, bilindiği gibi, bazı kişilerin işlediği bazı suçlar temel alınarak ortaya atılan ve tutarsızlığı birçok defa ispatlanmış sonradan üretilmiş belgelerle, bu istenmeyen (özellikle kurmay subay ve generaller) kişiler bu davalara bir şekilde monte edilerek (kumpas kurularak); ya hapsedilmek, ya emekli olmaları sağlanmak veya pasifize edilmek suretiyle yapılmıştır.
-Benim kanaatime göre; askerlere karşı açılan diğer davalar gibi ‘’balyoz davası’’ da hukuki bir dava olmaktan çok siyasi bir dava niteliğinde cereyan etmiştir. Siyasi davalarda da hukuk değil konjonktürel iç ve dış güçler ve politikacıların beklentileri esas alınır. Hedef kitle bir şekilde suçlu ilan edilerek tasfiye edilir. Burada da o olmuştur. Eğer bu davalar kamuoyuna takdim edildiği gibi demokratikleşmek maksadıyla darbelerin yargılanması ve darbecilerin cezalandırılması için açılmış davalar olsaydı; hiçbir zaman uygulamaya geçmemiş ve varlığı kesin olarak ispatlanamamış bir darbe planı üzerinden değil, 12 Eylül darbesi ve 28 Şubat ‘’post modern’’ darbesi gibi fiiliyata geçmiş darbeler üzerinden yürütülürdü. Ama sırf kamuoyunu tatmin etmek için bu darbelerle ilgili olarak açılan davalarda şimdiye kadar hiç kimse herhangi bir ceza almamıştır.
-2011 yılı YAŞ toplantısından sonra TSK tamamen yenilgiyi kabul ederek düşük bir profil izlemeye başlamıştır. Bu durum ise bu mücadelenin mağdurları nezdinde tepki toplamıştır. Ancak tüm bunlara rağmen Genelkurmay sükûnetini korumaya devam etmiştir.
-Genel olarak Nejdet Özel’in izlediği uyumlu ve düşük profilli davranış biçimi eleştirilmekle birlikte bence uygulanabilecek en uygun davranış biçimi olmuştur. Çünkü savunma imkânı kalmamışken harekete geçmek kuvvetin elden çıkmasına sebep olur. Biraz sessiz kalıp gelişmeleri takip etmek, toparlanmak ve çıkacak fırsatları değerlendirmek üzere hazırlanmak daha iyidir. Burada hazırlanmaktan kastettiğim; eskiden bazılarının yaptığı gibi politikaya müdahale değil, haksızlığa uğrayan personelin haklarını korumak ve hırpalanan TSK’nın yaralarını onarmaya hazırlanmaktır.
-Nitekim bu fırsatlar da yavaş yavaş ortaya çıkmaktadır. Hükumet zafer sarhoşluğu ile fütursuzca hareket ederken çok önemli bir hususu gözden kaçırdığını fark etmeye başlamış ancak bunda oldukça geç kalmıştır. Kastettiğim konu mücadeledeki müttefikleri ile ilgilidir. Eğer konu iktidar ise zaferi kazananın hiç unutmaması gereken bir şey vardır. Bu tür savaşlarda bu günkü müttefikin yarınki en büyük rakibin/düşmanın olacaktır. Bu sebeple iktidarı ele geçirenler ittifak içinde oldukları kişi veya kurumları fazla güçlendirmemelidir. Çünkü im en fazla güçlenirse iktidar ona geçer ve devleti de o yönetir. Başlangıçta çıkar birliği sayesinde kurulan ittifak ta çıkarlar çatışınca hemen bozulacaktır. Nitekim hükumet te; çıkarların çatışmaya başlaması yüzünden önce AB ve ABD tarafından, sonra eski solcular tarafından ve daha sonra da liberaller tarafından terk edilmiş, en son olarak ta hükumetin de desteğiyle aşırı güçlenerek devleti perde arkasından yönetir duruma gelen cemaat ile de kanlı bir çarpışmaya girmek zorunda kalmıştır.
-Artık kartlar yeniden dağıtılmaktadır. Eski müttefikler düşman olurken kendini yeterince güçlü hissetmeyen hükumet yeni müttefikler arama peşine düşmüştür. Daha iktidara geldiği ilk günden itibaren kamuoyunun önemini kavrayan hükumet kendisine bağlı basın sayesinde algı yönetimini oldukça başarıyla yürütmüş, büyük sermaye sahiplerinin bazılarını kaybetmekle birlikte Anadolu sermayesi ve kendi zamanında zengin olan sermayedarların büyük kısmının sadakatini muhafaza etmiş durumdadır. Bu yolsuzluk operasyonundan sonra kısa sürede kendini toparlamış, emniyette ve yargıda hızlı ve sert tedbirler alarak gücünü ve kararlılığını göstererek ilk tehlikeyi şimdilik savuşturmayı başarmış görünmektedir. Ancak önemli bir yara almış ve gardı kısmen de olsa düşmüştür. Tehlike henüz geçmemiştir. Şimdi hükumet bu gelişmelerden sonra orduya kumpas kuruldu söylemiyle TSK’yı ve bazı eski düşmanlarını da yanında olmaya teşvik etmektedir. Son günlerdeki TSK’nın kendi personeline kumpas kurulduğuna dair suç duyurusu da bu girişimin bir karşılık bulduğu yönündeki ilk işaretlerdir. Barolar başkanının başbakanla görüşmesi ve sonrasında yaşanan gelişmeler de aynı kapsamda değerlendirilebilir.
-Tüm bu davalar aslında sadece; Ortadoğu, Kafkasya, Orta Asya ve Balkanların yeniden düzenlenmesi ve Türkiye’de yaratılmaya çalışılan bir dönüşüm sürecinde, bu sürece direnen güçlerle süreci isteyen güçler arasında ortaya çıkan savaşın cephelerinden ibarettir. Bu savaşta mağdur olan çok sayıda insan ortaya çıkmıştır. Ancak en büyük mağduriyeti,  ‘’Devletin bekası ve milletin refahından başka hiçbir düşüncesi olmayan, hiçbir suç işlemeyen ve politik veya kişisel hiçbir bir çıkar beklentisi içinde olmayan ama bir dönemle birlikte tasfiye edilmesi gerektiği düşünülen’’, düşük rütbelerdeki vatansever subaylar ile bazı sivil şahsiyetler ve tabii ki Türkiye Cumhuriyeti Devleti yaşamıştır.


Cemaat, Tarikat, FETÖ, AKP ve TSK hakkında ilginizi çekebilecek yazılar için aşağıdaki linkleri tıklayınız.