.quickedit {display:none;} .quickedit {display:none;}

6 Ekim 2024 Pazar

İsrail, büyük bir savaşı tetikleyebilir.

 İsrail yıllardır istediği devleti vuruyor veya istediği devlette istihbarat operasyonları ile bazı kişileri öldürüyor.

Ama kimsenin ses çıkardığı yok.

İlk defa Macron, İsrail Lübnan'a yoğun saldırılar yapmaya başlayınca İsrail'e silah satmayın dedi.

Yeni Hitler Natenyahu, hemen Macron'u tehdit etti.

"Bu savaşı sizinle veya siz olmadan kazanacağız." dedi.

Sonra da bir sürü laf etti.

İlginçtir, Gazze'de soy kırım yapılırken İsrail'e destek çıkan Fransa, söz konusu Lübnan olunca çark etti.

Çünkü Lübnan, Haçlı Seferlerinden beri Fransa'nın ilgi alanı içinde.

Osmanlı son döneminde ise sadece ilgi değil etki alanı içine de girdi.

Fransa daima Katoliklerin koruyucusu rolünü oynadı.

Lübnan'da yatırımlar yaptı.

Tüccar ve yerleşimciler gönderdi.

Demek ki tarih, geçip giden bir şey değil.

Bu günü de etkiliyor.

İlginçtir, Protestanların koruyucusu İngiltere ve Ortodoksların koruyucusu Rusya henüz herhangi bir şey söylemedi.

Hadi Lübnan'da pek protestan yok diyelim, Ruslar neden sessiz?

Üstelik Rusya, uzun süredir desteklediği Suriye'ye İsrail tarafından yapılan saldırılara karşı da sessiz.

Ama İran, Lübnan'da önemli bir nüfusa sahip Şii Arapları sürekli destekliyor.

Geçenlerde bu yüzden İsrail'e füze saldırıları yaptı.

Bu saldırılarla birlikte Lübnan'dan da füzeler ateşlendi.

İlginç bir şekilde Hamas da sızdırdığı silahlı elemanlarla füze saldırıları ile koordineli saldırılar düzenledi.

Gerçi İran, füze saldırısının sebebi olarak Lübnan'daki Şiileri desteklemeyi göstermedi.

Hamas liderinin kendi ülkesindeyken yapılan bir saldırı ile İsrail tarafından öldürülmesine karşılık verdiğini açıkladı.

Saldırı da epey etkili oldu herhalde.

Çünkü İsrail, bir süre şaşkınlık yaşadı.

Demir perde işe yaramadı.

Yakup'un Sapanı da herhalde çalışmadı.

Mossad üssü ve bazı askeri üslere çok sayıda füze düştü.

İsrail, personel kaybı olmadığını açıkladı ama uçak kaybı olup olmadığından bahsetmedi.

Muhtemelen bir miktar F-35 zarar gördü.

İsrail saldırının şaşkınlığını atlatınca, buna karşılık vereceğini açıkladı.

ABD, hemen İran'daki nükleer tesisleri vurmamalarını söyledi.

İsrail son zamanlarda ABD2yi pek dinlemiyor.

Olur da nükleer tesisleri vurursa bir felaket yaşanabilir.

Çünkü İran'ın nükleer çalışmalarının hangi seviyede olduğunu bilmiyoruz.

Eğer ileri safhalardaysa, İsrail buraları vurduğunda etrafa radyasyon yayılabilir.

Bu radyasyon, bizi, Kafkasya'yı, Ortadoğu'yu ve hatta Rusya'yı etkileyebilir.

Bu bölgelerdeki devletler veya Rusya buna karşılık vermeye kalkışırsa savaş hızla geniş bir bölgeye yayılabilir.

Bu da bizim için felaket olur.

Aklı başında devletler bu işe bir son vermeli.

İsrail'e baskı yapıp savaşı durdurmalı.

Çünkü savaş, hiç hesaplanmayan şekilde hızla yayılabilir.

1. Dünya Savaşı buna bir örnektir.

Dünya bu kadar krizden sonra bir geniş kapsamlı savaşı kaldıramaz.



Vermesen de verdi derler.

Sandalcının birinin ünü tüm İstanbul'a "Çapkın" diye yayılmış.

Söylentiye göre, sandalına binen hiçbir kadının elinden kurtulma şansı yokmuş. 

Bunu duyan zamanın feministi bir kadın: 

"Olur mu canım öyle şey. Ben bindiğim gibi inerim." demiş. 

O hırsla gidip sandalcıyı bulmuş ve sandala binmiş. 

"Çek Göksu'ya!" demiş. 

Sandalcı hemen kürekleri çekmeye başlamış.

Kadın da sandalcıyı incelemeye almış tabii ki. 

Sandalcı kadına hiç bakmadan kürek çekerken, kendi kendine de mırıldanıyormuş.. 

"Derler, derler, derler!"

Bir, üç, beş.. 

Sonunda kadın dayanamamış: 

"Ne derler be adam? Ne derler?"

Sandalcı kadına bakmış, bıyığını burmuş ve gülümseyerek cevap vermiş: 

"Duydum ki bana vermeyecekmişsin. Valla güzelim, sen bu kayığa bindin ya! Artık vermesen de, verdi derler!"



5 Ekim 2024 Cumartesi

Migren mevsimi başladı. Sağlığınıza dikkat edin.

 Sonbaharda migren olayları artıyormuş.

Bende de zaman zaman olur.

Migren, çok pis bir baş ağrısıdır.

Çoğunlukla başın bir yarısı ağrır.

Aşırı ışık, gürültü, soğuk, kareyel başta olmak üzere rüzgar ve değişken hava tetikliyor migreni.

Tedavisi de yok maalesef.

Karanlık veya az ışık alan bir odaya gidin.

Oda çok soğuk veya sıcak olmasın.

Gürültüden uzak olsun.

Doktorunuzun yazdığı bir ağrı kesici alın.

Dinlenin.

Muhtemelen ağrı kaybolacaktır.

En azından daha az şiddette olacaktır.

Bitkisel ilaçlar ve kulaktan dolma şeylerle kullanılan gıda takviyeleri sağlığınızı bozabilir.

 Bu gün bir televizyonda izledim.

Kolojen kullanımı son yıllarda iyice artmış.

Ama bilinçsizce kullanılan kolojen bazen yarardan çok zarar getiriyormuş.

İhtiyacı olmadığı halde kolojen kullanmanın alerji vb. yan etkileri oluyormuş.

Ne yalan söyleyeyim, ben de bir zamanlar bir kutu kullanmıştım.

Sonra saçma geldi bana.

Bir daha kullanmadım.

Ama çevremde ot çöp kullanarak iyileşeceğini sanan çok insan var.

Hatta bir tanıdığım, apandisit bölgesindeki bir ağrıyı doktora gidip tedavi ettireceğine ot çöple veya kocakarı tedavi yöntemleri ile iyileştirmeye çalışmış uzun süredir.

Kanser oldu ve hayatını kaybetti.

Maalesef artık bazı kimyagerler türedi son yıllarda.

Okuduğu ve akademik kariyer yaptığı üniversiteleri bilen yok.

Ama televizyonlara çıkıp otların neredeyse ölüme bile çare olacağını anlatıp duruyorlar.

Çünkü kendilerinin ot çöpten ilaç  veya gıda takviyesi satan şirketleri var.

Hatta bunu yapan doktorlar bile var.

Hatta biri büyük bir servet yaptıktan sonra genç yaşta ölmüştü.

Demek ki ot çöp pek bir işine yaramamış.

Bir doktor arkadaşım vardı.

Nefrolog idi galiba.

O bir olay anlatmıştı.

Hiçbir böbrek rahatsızlığı olmayan tanıdığı birinde kısa süre içinde böbrek yetmezliği gelişmiş ve diyalize girmeye başlamış.,

Sebebi çok ilginç.

Okaliptüs ağacı kabuğu veya yaprağı suda kaynatılıp çayı içilince bir rahatsızlığa iyi geliyor diye duymuş.

O rahatsızlık kendisinde varmış.

Okaliptüs'ü denemiş.

İyi geldiğini hissedince günde bir bardak içtiği çayı tüm gün içmeye başlamış.

Hakikaten hastalığı iyileşmiş.

Ama aşırı okaliptüs çayı tüketmek böbreklerini de tüketmiş.

Böylece böbrek yetmezliğine yakalanmış.

Basit bir hastalığı iyileştireceğim diye kendi kafasına göre tükettiği okaliptus çayı hayatını karartan ağır bir hastalığa yakalanmasına sebep olmuş.

Bizde insanlar, bir şey bitkisel ise zararı olmaz sanıyorlar.

Halbuki bitkilerden zehir elde ediliyor.

Zehirli ve insan sağlığına zararlı birçok bitki var.

Bazı bitkiler ise belli bir miktarda tüketilince yararlı iken aşırı tüketilince çok zararlı olabiliyor.

Bu yüzden, doktora danışmadak hiçbir ilaç ve bitkisel takviye kullanmamak lazım.

Yol yaparken yolsuzluk da yapmışlar.

 Yine bir yerde, karayolunda istinat duvarı çökmüş.

Ne sel var, ne deprem.

"İstinat duvarı nasıl çöker?" diye sormayın.

Yol yaptık, yol yaptık diyorlardı ya.

Biz de alkışlıyorduk milletçe.

Meğer sadece yol yapmıyorlarmış.

Yolsuzluk da yapıyorlarmış.

Yapmasalardı istinat duvarı çökmezdi.

Üstelik bu, karayollarındaki ilk vukuat da değil.

Terör tamamen biterse Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu İsviçre gibi bir turistik güzergah olabilir.

 Haberleri izliyorum.

Erciş'te güzel bir kanyon varmış.

Kaymakam'ın da katılımıyla çeşitli yerlerden gelenler kanyon boyunca 16 kilometrelik doğa yürüyüşü yapmışlar.

Bingöl'de ise horoz, kuru fasulye ve bal festivali varmış.

Daha neler neler var.

Mesela Ağrı Dağı tırmanışı şimdiden önemli bir turizm olayı haline geldi.

Oğlum bu yaz gidip tırmanışa katıldı.

Eğer terör tamamen biterse, bölge her yıl yüzbinlerce ve hatta milyonlarca yerli ve yabancı turisti çeker.

Doğa güzelliklerinin yanında tarihi zenginlik de var bölgede.

Bazı dini mekanlar da mevcut.

İnşallah terör tamamen bitecek ve bölge yeniden canlanarak hayat bulacaktır.

 Bloomberg televizyon kanalında "Amerikan kültürünün kökleri" diye bir program vardı.

Programın adını görünce güldüm.

içimden; "Ne kökü kardeşim? Amerika'nın kökü filan yok. Her yerden gelen göçmenler, yerli halkı ve kültürünü yok edip topraklarının üzerine çökmüş. Hırsızlıktan başka kültürleri mi var ki..." düşündüm.

Yine de programı izlemeye devam ettim.

Doçent bir bayan konuk olarak konuşuyordu. Anladığım kadarıyla ABD tarihini çalışmış.

Oldukça bilgili biri bir sürü ilginç bilgi verdi program boyunca.

Bunlardan aklımda kalanları aşağıda sunuyorum.

Amerika, dünyada asimilasyonu kutsayan ve asimilasyoncu olmakla övünen tek devletmiş.

Tüm Avrupa'dan gelen çok farklı etnik kökene sahip ve farklı diller konuşan insanları "Melting Pot" dedikleri bir süreçte İngilizce konuşan, Hristiyan beyaz Amerikalılara dönüştürüyorlarmış.

Fakat bunun da bir sınırı varmış.

Hatta bu işlemin ırkçı bir tarafı da varmış.

Örneğin Amerika'nın gerçek sahibi olan yerliler için melting pot değil ayrımcı rezervasyon alanı uygulaması bulunuyormuş.

Ayrıca, Çinliler, Japonlar ve sarı ırk dedikleri diğer Asyalıları asimile etmek istememişler.

Hatta bunun için çaba bile sarf etmişler.

Aynı şeyi uzun yıllar boyunca Afrikalı (siyahi) Amerikalılar için de uygulamışlar.

Afrikalılar köle olarak ülkeye getirilmiş ve dünyada köleliğe en geç son veren devletlerden biri de ABD imiş.

Gerçi Çinliler ve Japonlar kendileri de asimile olmuyormuş.

Zengin bir kültürleri olduğundan her yerde gettolar halinde birlikte yaşıyorlarmış.

Amerika bundan rahatsız olmuş olmalı ki 1880'de 10 yıl Çinli göçmen alımını yasaklamış.

Aynı şeyi 1900'lerde de Japonlara yapmış ama Japonlar, resim üzerinden Amerikalı kızlarla geçici evlilikler yaparak bu yasağı delmişler.

Bu arada Amerika, dünyaya insan hakları ve demokrasi masalları anlatırken birçok insan haklarına uymayan davranışlarda bulunmuş.

Milyonlarca Afrikalı köle olarak kullanılmış.

Bu kölelerin özgür olması Amerikan İç Savaşı sonrasında, biraz da zorunluluktan gerçekleşmiş.

Ama ırkçılık devam etmiş.

Afrika kökenliler 1960'lara kadar beyazların bindiği otobüslere bile binemiyormuş.

Amerika'da Klu Klux Klan gibi birçok ırkçı örgüt varmış.

Bunlar yakın zamanlara kadar siyahileri öldürüyormuş.

Kıtanın gerçek sahibi olan yerlilere nasıl bir soykırım uyguladıklarından pek bahsedilmedi programda.

Ama bu günkü Amerika'da ilk keşfedildiğinde 30 milyon yerli yaşıyordu.

Şimdi 3 milyondan biraz fazla yerli yaşıyor.

Aradan geçen bunca zaman da dikkate alınırsa, eğer soykırım yapılmasaydı, bu gün yerliler çoğunlukta olurdu.

Amerikalılar, bizim 1. Dünya Savaşı sırasında Ruslarla işbirliği yaparak Türk ve Müslümanlara soykırım yapmaya kalkışan Ermenileri sürmemizi soykırım olarak kabul etmekle tehdit ederler bizi.

Üstelik, Osmanlı Ermenileri, kendi toprakları içinde yer değiştirtirken o bölgeler bu gün bizim değil diye sanki yurt dışına atmışız gibi anlatırlar.

Halbuki kendileri daha beterini yaptılar.

1942-45 yılları arasında ülkede yaşayan bütün Japonları topluca ev ve işyerlerinden toplayarak Nevada'daki çöl ortasında bir toplama kampına sürdüler.

Yakalarına etiketler yapıştırıp damgaladılar.

Aşağıladılar.

İşyerlerine, evlerine ve eşyalarına el koydular.

Çünkü Amerika, Japonya ile savaş halindeydi.

Ülkedeki Japonlar ne tek bir silahlı örgüt kurmuşlar ne de tek bir düşmanca davranışta bulunmuşlardı.

Buna rağmen böyle bir şey olma ihtimali var diye toplama kampına gönderildiler.

Ama bundan hiç bahsetmezler.

Asyalılara ve Afrikalılara karşı ırkçılık ve ayrımcılık sadece yönetim ve bürokrasi tarafından da yapılmamış.

Örneğin Çinliler hep ağır işlerde ve düşük ücretlerle çalıştırılmış.

Amerikan demiryollarının tüm rayları, Çinli işçilerce döşenmiş.

Yani burjuva da sömürmüş.

Proleterya, yani işçi sınıfı ise bunun için Burjuvayı suçlamak yerine Çinli işçileri suçlamış ve düşmanlık yapmış.

Çinli işçileri düşük ücretle çalışan ve kendi işlerini çalan kişiler olarak görmüşler.

Birçok saldırı yapılmış Çinli işçilere.

Amerika'da kadın hakları da pek parlak bir geçmişe sahip değil.

Kadınlara seçme hakkı 1920'lerde verildi mesela.

Şimdiye kadar hiç kadın başkan olmadı.

Demokrasisini beğenmedikleri Türkiye'de bile kadın başbakan oldu halbuki.

1934'te biz kadınlara sadece seçme değil seçilme hakkı da tanıdık.

Uzun lafın kısası, Amerika'nın demokrasi filan umurunda değil.

Öyle olsa Ortadoğu'da krallarla kanka olmazlardı.

İnsan hakları ve demokrasi, Amerika'nın elinde bir silah sadece.

Dünyaya müdahale etmek ve emperyal amaçları gerçekleştirmek için bir vasıta.

1840'larda bir gazeteci, demokrasiyi dünyaya yaymanın Amerika'nın görevi olması gerektiği ile başlamış bu süreç.

Zaten Amerika'nın emperyal, genişlemeci, saldırgan politikaları da bu makaleden sonra başlıyor.

İspanya ve Meksika ile savaşıp topraklarını genişletiyor.

Yani insan hakları ve demokratikleştirme sadece bir propaganda.

ABD'nin gerçek emellerini gizleyen, dahası bu emellere hizmet eden şeyler bunlar.

Amerika'da kadın başkan gibi Afrika ve Asya kökenli başkan da olmadı hiç.

Bu durum, Obama ile değişmeye başladı.

Gerçi Obama tam Afrikalı değil.

Yarı Afrikalı yarı beyaz.

Şimdi de Kamala Harris ile yeni bir eşik aşılabilir.

Harris'in köklerinde Jamaikalılar var.

Amerika'da en aşağı sınıfı teşkil eden bir grup Jamaikalılar.

Harris'in annesi ise Hindistanlı.

Ama Harris'in babası ve annesi toprak, mal, mülk sahibi insanlar.

Ayrıca, ikisi de üniversite eğitimi almış kişiler.

Biraz da ABD-Türkiye ilişkilerinden bahsedelim.

Türkiye'yi ilk ziyaret eden ABD başkanı Dewight D.Eisenhover olmuş.

Daha önce cumhurbaşkanı Celal Bayar Amerika'ya gitmiş.

ABD başkanı da güneydoğu Asya ziyaretine giderken Ankara'da durarak Türkiye ziyaretini gerçekleştirmiş.

Yani, iadei ziyaret yapmış.

Yıl 1959.

Anıtkabir'i de ziyaret edip çelenk bırakmış.

Ama Amerikalılar ülkeye daha önce girmişler.

İkinci Dünya Savaşı öncesi başlamış ilk sızma girişimler.

Savaştan sonra ise büyük bir askeri ve sivil heyetle Türkiye'de kalıcı hale gelmişler.

ABD, Avrupalılara göre daha kolay sızıyormuş bütün dünyaya.

Çünkü Avrupalılar seçkinci bir kültür anlayışıyla yaklaşırken ABD pop kültürle giriyormuş her ülkeye.

Böylece daha kolay kabul görüyormuş.

Son yıllarda ABD, Türkiye dahil birçok ülkede artık hemen hemen hiç sevilmiyor.

En azından, artık eskiye göre daha az sevildiğini söylemek mümkün.

Belki ABD'nin Soğuk Savaş sonrasındaki kabadayıvari davranışlarından, belki de artık eskisi kadar çok ve etkili pop kültürü üretemediğinden.

Belki de her ikisinden.

Şimdilik özet olarak anlatacaklarım bu kadar.

Görüşmek üzere.



Bir kilo ıhlamur almak istesek ancak kredi kartına taksit yaptırarak alabiliriz.

 Bu gün haberleri seyrediyordum.

Spiker insanların, özellikle de sabit gelirlilerin (memur, işçi, emekliler) hayat pahalılığı sebebiyle hiçbir şey alamadığından bahsediyordu.

Sonra konu hlamur fiyatlarına geldi.

Malum, sobharara girdik.

Sonra da kış gelecek.

Bu mevsimlerde nezle, grip ve soğuk algınlığı çok olur.

İnsanlarımız da bunlara karşı bazı bitkisel çaylar içerek korunmaya çalışırlar.

Bu bitkisel çaylardan en çok bilineni ve tüketileni ise ıhlamur çayıdır.

Ama ıhlamur fiyatlarına bakıldığında, bu yıl vatandaşlarımız bu çayı içemeyecek gibi görünüyor.

Bir kilo ıhlamur 1200 lira olmuş.

Resmen ateş pahası.

Spiker de bu yüzden konuyu tiye almayı tercih etti ve şunu söyledi:

"Bir kilo ıhlamur almak istesek ancak kredi kartına taksit yaptırarak alabiliriz."

Ne diyeceğimi bilemedim.

Doğruya doğru.

Spiker haklı.


Fethullah Gülen, kolay kolay ölmez. Demedi demeyin.

Bir süre önce Gülen'in yeğenu Usame videolar çekip amcasının durumunun iyi olmadığından, kendisine bile haber verilmeden kaçırıldığından bahsedince dinci terör örgütü başı Fethullah Gülen'in sağlığı konusunda birçok spekülasyon yapıldı.

Pensilvanya'daki çiftlikte bulunmadığının anlaşılması üzerine ölüp ölmediği, ölmediyse nereye götürüldüğü tartışıldı.

Bu durum ve Usame'nin açıklamaları örgüt içinde de bir tartışmayı ve hatta bölünmeyi ortaya çıkardı.

15 Temmuz'dan sonra her şeyini kaybedenler ve yaşamak için mücadele verenler, Gülen'e yakın lider kadroyu büyük paraların üzerine çökmekle, kendileri lüks içinde yaşarken zor durumda olanları hiç umursamamakla suçladılar.

Gülen'in öldüğünü veya kendini bilmez halde olduğunu, ona yakın olanların ve lider kadronun bunu gizleyerek örgütün parasını rahatça yönetip paylaşmaya çalıştığı iddiaları ortada dönmeye başlamıştı.

Bunun üzerine, suçlanan lider kadro bazı açıklamalar yapmak zorunda kaldı.

Gülen'in ölmediğini ve sağlığının iyi olduğunu, sadece havası daha iyi bir yere götürüldüğünü söylediler.

Bu açıklama pek ikna edici bulunmayınca örgüt lider kadrosu bir video yayınladı.

Gülen bir sandalyeye oturtulmuş üstü başı örtülerle örtülmüştü.

Bu görüntü, Gülen'in kendinde olmadığı, koltuğa oturtularak görüntülerinin çekildiği iddialarına sebep oldu.

Gerçekten de Gülen videoda, içine fazla et basılmış domuz salamı gibi yüzü gözü şiş halde görünüyordu.

Sonunda örgüt, Gülen'in konuşurken bir videosunu yayınladı.

Bu görüntü bazılarını ikna etse de bazıları da bu videonun eski bir video olduğunu ilan etti.

Sonra gündeme başka şeyler girdi.

Gülen olayı unutulmasa da bir kenara atıldı.

Bu günlerde yeniden Fethullah Gülen ile ilgili bir iddia ortaya atıldı.

FETÖ elebaşı Gülen'in örgütün lider kadrosu tarafından hayattan tamamen izole edildiği öne sürülüyor.

Çünkü kendisi demans hastalığına yakalanmış.

Daha Pensilvanya'da iken bu hastalık yüzünden saçmalamaya ve abuk subuk konuşmaya başlamış.

Zaten bu yüzden, kimse görmesin diye gizlice kaçırılarak orman içinde bir binaya götürülmüş.

Gözden uzak bir yerde hiç kimsenin onu görmemesi için yapmışlar bunu.

Yani, Usame'nin iddiaları doğruymuş.

Sızan son bilgilere göre Gülen'in hastalığı son seviyeye gelmiş ve etrafındakileri tanımakta güçlük çekmeye başlamış.

Yanında biri olmadan hareket edemiyor ve neredeyse hiçbir şey yapamıyormuş.

Demans hastalığı, beyin hücrelerinin zarar görmesinden kaynaklı yaşanan hafıza kaybı olarak biliniyor.

Bu hastalığa yakalananlar her geçen gün hayattan daha da kopuyorlar.

Yaşlılık da bu hastalıkta önemli bir faktör.

Gülen'in yaşı da hayli ilerlemiş durumda. 

Bu yüzden hastalığı giderek ağırlaşıyor.

Kimseyi tanımıyor.

Unutkanlık yaşıyor.

Hatta tuvalete bile gidemiyor.

Yalnız başına sıçamıyor veya işeyemiyor bile.

Bu yüzden alt bezi kullanıyor.

Yürüyemediğinden, hareket ettirilmek istendiğinde tekerlekli sandalyeyle taşınıyor.

Bu durumun Gülen'in psikolojisini kötü şekilde bozduğu ileri sürülüyor.

Bu yüzden kafayı kırdığı muhakkak.

FETÖ elebaşının yanında bulunanlar, filmin sonunun yaklaştığının farkındalar.

Ama dışarıdan bunun öğrenilmesini istemiyorlar.

Bu yüzden kullandığı alt bezlerini çöpe attırmıyor.

Kimse görmesin veya bulmasın diye yakıyorlar.

Gülen'in durumunun gizlenmesinin tek sebebi, bir zamanlar Nemrut gibi mağrur olan bu şerefsizin ne kadar zavallı durumuna düştüğünün öğrenilmesini gizlemek değil.

Örgüte hala dünyanın değişik yerlerindeki müritler tarafından bağış yapılıyor.

Bu bağışların kesilmesini istemiyorlar.

Para musluğunun kesilmemesi için Gülen'in yaşadığının ve aklının başında olduğunun sanılması şart.

Zaten bu yüzden zaman zaman videolar ve fotoğraflar yayınlıyorlar.

Ama  videolarda konuşturabilmek için Gülen'e ilaç verildiği öne sürülüyor.

İlaçların etkisiyle konuşan Gülen'in gelgitleri videoları ise o bölümler kesilerek yayınlanıyor.

Gülen ölse bile, bu durum açığa çıkana kadar öldüğünü gizleyecekler.

Çünkü hem bağış akışının devamı hem de örgütün sahip olduğu söylenen milyarlarca doların yönetimi ve belki de sessiz sedasız paylaşımı için onun bir süre daha sağ ve sağlıklı olduğunun sanılması gerekiyor.

Ama ne yaparlarsa yapsınlar, gerçek bir gün mutlaka ortaya çıkacak.

O zaman da kavga kaçınılmaz olacak.

Bence bu yakın bir zamanda olmayacak.

Çünkü Gülen çabuk ölemeyecek.

Allah korusun, herkes aşırı yaşlandığı takdirde bu hastalığa tutulabilir.

Ama bir süre çekip terki dünya eder.

Gülen'e böyle olmayacak.

Uzun süre yaşayacak.

Sadece ayaklarına, ellerine ve ağzına komuta etme yetkisini kaybetmeyecek.

Götüne ve şeyine de hakim olamayacak.

Aylarca, belki de yıllarca bokun içinde yatacak.

Çünkü insanlara çok zulmetti.

İftiralarla birçok insanın hayatını kararttı.

Onun iftiralarına dayanamayıp kahrından ölenler ve hatta intihar edenler oldu.

Allah bunun hesabını sorar.

Allah zulmedenleri sevmez.

Kendi dinini çarpıtarak insanları aldatanları sevmez.

Böylelerini öbür dünyada cehenneme atmakla kalmaz.

Bu dünyada da ceza çekmesini sağlar.

Gülen, yaptığı ve yapacağı zulümlerden zarar görenlerin ondan intikam almasından korktuğundan Amerika'ya kaçtı.

Ama Allah'tan kaçamazsınız.

Onlar intikamını alamasa da Allah onların yerine zalimlerden intikam alır.

Gülen'den de mutlaka alacaktır.

Sadece binlerce günahsız insana iftira edip zulmedip hayatlarını kararttığı için değil küçücük yaştaki günahsız binlerce çocuğu çeşitli yöntemlerle kendi örgütüne dahil ederek zulme alet ettiği için de alacaktır.

Allah'ın intikam alması, suçluların cezalandırılması şeklinde olur.

Allah zalimleri, hem bu dünyada hem öbür dünyada cezalandırır.

Müntekim, intikam alıcı demektir.

Allah'ın intikam sahibi olduğu Kuran-ı Kerim'de de belirtilmektedir.

Bu sebeple, hiç şüpheniz olmasın ki Gülen, öyle kolay kolay ölmeyecektir.

Allah takdir ettiği bir süre boyunca yaptığı zulmün intikamını o zulümden mağdur alanlar adına alacaktır.


Ebu Suud Efendi, faiz caiz diye fetva vermiş.

Bu gün Osmanlı'da uygulanan Eytam Sandıkları sistemi ile ilgili bir yazı okudum.

Ebeveynleri ölen öksüz-yetim, deli, mecnun ve diğer bakıma muhtaç kişilerin kendilerine miras kalan mal, mülk ve paranın işletilerek bu kişilere veya vasilerine verilmesi için kurulmuş bu sandıklar.

Sistem Tanzimatla birlikte modernleştirse de yeni değil.

Fatih döneminde bile varmış.

Bahse konu kişilerin para veya mücevher gibi varlıkları Eytam Sandığı'nda toplanarak ihtiyacı olanlara faizle borç verilip elde edilen gelir bu kişilere veya vasilerine veriliyormuş.

Bu konuya zamanında itiraz edenler olmuş.

Ama ünlü Şeyhülislam Ebusuud Efendi bunun uygun olduğuna dair fetva vermiş.

Gerekçesi ise bakıma muhtaç kişilerin bakılması için elzem ve faydalı bir uygulama olması.

Sadece bu da değil.

Osmanlı'da Fatih döneminde ve muhtemelen çok daha önceden para vakıfları da kurulmuş.

Herhangi bir maksatla vakıf kuranların, bunun için mal-mülk hibe ettiklerini biliyorduk.

Ama Osmanlı'da sadece hibe edilen paralarla kurulan vakıflar da varmış.

Vakfın herhangi bir mal varlığı olmasa da kasasında para oluyormuş.

İşte bu paralar da Eytam Sandıklarında olduğu gibi faizle borca verilip nemalandırılıyormuş.

Bu faiz geliri de vakfın amacı doğrultusunda kullanılıyormuş.

İlginç olan, cami imam ve hatiplerine maaş ödenebilmesi için kurulan böyle vakıflar bile varmış.

Biz bu gün hala faiz haram mı helal mi diye tartışırken, meğer başında halife ünvanı taşıyan bulunan Osmanlı, hem de bu gün en mutaassıp şeyhülislam olarak anlatılan Ebusuud Efendi'nin bile uygun görmesi ile bu konuyu halletmiş.

Umarım günümüzde de bu konuda uygun çözümler üretilebilir.