.quickedit {display:none;} .quickedit {display:none;}

28 Ağustos 2024 Çarşamba

Yusuf Dikeç'in Annesine Yönelik Olarak Yapılan Yorumlar.

Bu gün sosyal medyada, son günlerde tüm dünyada tanınan bir kişi olan Emekli Astsubay Yusuf Dikeç'in annesi ile çektirdiği fotoğraf hakkında yapılan bazı yorumları dinleyince uyuz oldum.

Eğer bu yorumları, ekonomi yüzünden iyice sıkışan hükümet çevreleri, siyasal İslamcılar veya tarikatçılar, yeni bir gündem yaratıp yıpranmalarını engellemek için kasten yazmadıysa, tam bir geri zekalılık olarak görüyorum.

Bu günlere gelmemizde bu tür adamların sebep olduğumuzu düşünüyorum.

Yaşlı bir hanımefendinin oğluyla fotoğraf çektirirken doğal haliyle poz vermesi kadar normal bir şey olamaz.

O kıyafetle poz vermesi de bir o kadar doğal bir şey.

Çünkü Anadolu'nun hemen her yerinde o yaşta kadınlar genellikle öyle giyinir.

Hatta gençlerin de çok farklı kıyafet giydikleri söylenemez.

Benim annem de (Allah rahmet eylesin) Dikeç'in annesi gibi baş örtüsü takardı.

Bulunduğu şehirden ve hatta semtten hiç çıkmayan ve halkı tanımayan kendini beğenmiş tipler, insanları kendi kafalarındaki saplantılara göre değerlendiriyor maalesef.

Bence bu tür insanlar hangi siyasi partiyi destekliyorsa en çok o partiler bu tür söylemlere karşı çıkmalı.

Hatta parti üyesi filanlarsa, partilerinden atmalılar.

Bu kafayı bırakmak lazım artık.

Bunlar, en az radikal dinci gruplar kadar tehlikeli.

Hatta daha tehlikeli.

Geleneksel bir yaşam tarzı süren halkımızı, bu tür insanlar öteleyerek tarikatların ve siyasal İslamcıların kucağına bu tipler attılar.

Benden söylemesi.

Malazgirt Meydan Muharebesi'nde Kürtler Var Mıydı?

 Bu konuda son günlerde tartışmalar yoğunlaştı.

PKK kaynakları başta olmak üzere Alpaslan'ın ordusunda Kürtler de vardı iddiası ileri sürülüyor.

Buna kaynak olarak İslam dünyasında yazılan bazı eserler gösteriliyor.

Ama gözden kaçırılan veya kasıtlı olarak görülmeyen bazı hususlar var.

İslam kaynakları savaştan çok çok sonra yazılmış.

Üstelik yazarlar bölgeden çok uzak bölgelerde yaşayan kişiler.

Buna rağmen, bu kaynaklarda savaşta Kürtlerin nasıl muharebe ettiği anlatılmıyor.

Sadece İslam dünyasından 10.000 kişilik bir takviye kuvveti toplandığı, bu kuvvette Araplar ve başka etnik kökenli insanlar gibi Kürtlerin de bulunduğu söyleniyor.

Ancak bu kuvvetin ne yaptığı, savaşa katılıp katılmadığı anlatılmıyor.

Muhtemelen katılmadıkları içindir.

Çünkü savaşın gelişimi çok hızlı olmuş, 26 Ağustos 1071'de bir gün içinde Doğu Roma ordusu yenilerek zafer kazanılmıştır.

Eğer böyle bir kuvvet toplandıysa ve yola çıktıysa bile savaşa yetişememiştir.

Hatta böyle bir kuvvetin savaşa katılmadığını kesin olarak söylemek de mümkündür.

Neye dayanarak mümkündür?

Savaşın diğer tarafında olanların bıraktığı yazılı kaynaklara dayanarak.

Malazgirt Meydan Muharebesi hakkında savaşa bizzat katılan, şahit olan veya savaş sırasında Doğu Roma İmparatorluğu'nda üst seviyede devlet görevlerinde bulunanların yazdıkları kitapların bir bölümü günümüze kadar gelebilmiş.

Bu kitapların birçoğunu okudum.

İki taraf ordusunda kimlerin bulunduğuna dair detaylı bilgiler var kitaplarda.

Kürt adı hiçbir kitapta zikredilmiyor.

Ama birçok Türk boyu hakkında detaylı bilgi veriyor.

Malazgirt'te savaşan ordulardan Alpaslan'ın ordusunun Türk-Türkmenlerden oluştuğu bütün kaynaklarda açık.

İlginç bir şekilde Doğu Roma (Bizans) ordusunda da çok sayıda Türk var.

Uzlar var, Peçenekler var.

Hatta keşfe giden bir Uz birliği Alpaslan'ın Türkmen süvarileri tarafından pusuya düşürülünce panik halinde Doğu Roma kampına doğru kaçmış.

Gece vakti kampa ulaşan Uz Türkleri, içeri girmek için hızla ilerleyince kamptaki Doğu Roma askerleri bunları Alpaslan'ın ordusu zannetmiş.

Baskına uğradık diye savunma düzeni almışlar.

Bunun üzerine amansız bir çatışma başlamış.

Bunu takip eden Romen Diyojen, durumun tuhaflığını fark etmiş.

Yanındaki muhafızlarını ve Türkçe bilen askerleri olay bölgesine göndermiş.

Gönderdiği adamlara şu talimatı vermiş: "Bu durumda bir tuhaflık var, gidip bakın ve anlamaya çalışın. Acaba bunlar bizim Türkler mi yoksa Alpaslan'ın Türkleri mi?"

Adamlar bölgeye gidince durumu anlamışlar ve çatışmayı durdurmuşlar.

Bu olayları anlatan yazarlar, Alpaslan'ın Türkleri ile Bizans'ın Türkleri'nin aynı kıyafetleri giydiğini, aynı silahları taşıdığını, atlarının ve ata binme şekillerinin bile aynı olduğunu, bu sebeple birbirinden ayrılmalarının zor olduğunu söylüyorlar.

Uzun lafın kısası, savaşa bizzat katılan Doğu Roma İmparatorluğu yetkililerin yazdığı kitaplarda Kürtten filan bahsedilmiyor.

Daha da ötesi, yazılan eserlerde Alpaslan'ın ordusunun tamamının Türklerden oluştuğu, yani başka etnik (Arap vb.)unsurların da muharebe meydanında görülmediği anlaşılıyor.

İlginçtir, bölge halkı hakkında da geniş bilgiler bulunuyor bu kitaplarda.

Şimdi bazı bölücüler "Siz yokken burada biz vardık." tarzında palavralar sallıyorlar ama Doğu Roma kaynaklarında bölgede yaşayan insanlar arasında Kürklerin varlığından bahsedilmiyor.

Ermenilerden bahsediyor.

Lazlardan bahsediyor.

Bölgeye yerleşmiş veya savaşa katılmış birçok farklı Türk boyundan bahsediyor.

Gürcülerden bahsediyor.

Daha birçok unsurdan bahsediyor ama Kürtlerden bahsetmiyor.

Neden acaba?

Bölgede Kürtlerin bulunmaması sebebiyle olabilir mi?

Bence kuvvetle muhtemel öyle.

Kürtler Anadolu'ya Kürtler Anadolu'ya girerken ve girdikten sonra gelmiş gibi görünüyor.

Malazgirt Meydan Muharebesine de katılmadıkları anlaşılıyor.


Yeni Bir Saigın Hastalık Daha Çıktı: Bu Sefer Kaynak Amerika

 Korona salgını tüm dünyada olduğu gibi Türkiye'de de insanlar üzerinde büyük bir travma yarattı.

Bu salgın ekonomiden sosyal davranış biçimlerimize kadar birçok etki bıraktı.

Korona atlatıldıktan sonra yeni salgın haberleri art arda gelmeye devam etti. 

Çoğu Afrika kökenli olan bu salgınlar, neyse ki tüm dünyaya hızla yayılamadı.

Son zamanlarda Maymun Çiçeği Virüsü ve Batı Nil Virüsü gibi iki yeni salgın haberi insanları tedirgin etmişken bu sefer de salgınların kaynağı olarak bilinen Çin ve Afrika dışında, Amerika Birleşik Devletleri'nde yeni bir salgın ortaya çıktığı haberi basına düştü.

Yeni salgınımızın adı "Doğu At Ensefaliti." 

Adının söylemek bile zor.

Yakalananların ölüm oranı yüzde 30.

Henüz tedavi yöntemi bilinmiyor.

Şimdilik ABD'nin Massachusetts eyaletinde görülüyormuş.

Hastalık sivri sinekler vasıtasıyla yayılıyormuş.

ABD'li yetkililer halkı sivrisinek ısırmalarına karşı tedbir almaları yönünde uyarıyormuş.

Kış yaklaşıyor.

Dolayısıyla sivri sineklerin ölme vakti de yaklaşıyor.

Yani, salgın sadece sivri sinekler vasıtasıyla yayılıyorsa yakında kendiliğinden sona erer.

Ama mutasyon diye tuhaf bir şey var.

Virüsler yayılırken kendi kendilerine genetik yapıları değişebiliyor.

Sadece hayvanlar vasıtasıyla yayılan virüsler bazen insandan insana geçebilmenin bir yolunu buluyor.

İnşallah böyle olmaz ama olursa yeni bir küresel salgına hazır olmakta fayda var.

Saygılar.

26 Ağustos 2024 Pazartesi

Türkiye'de Özgür Basın Diye Bir şey Yok.

 Televizyon kanallarına bakıyorum.

Büyük bir kısmı iktidarın borazanından başka bir şey değil.

Geriye kalanların da çoğu CHP çizgisinde yayın yapıyor.

Bir iki kanal sanki bağımsız kalmaya çalışıyor gibi ama ne bunu ne kadar başardıklarına karar vermek zor.

Bu durum televizyonlardaki yayınlara da açık bir şekilde yansıyor.

Örneğin, ülke yangın yerine dönmüş, ekonomi çökmüş, emekli açlık sınırında yaşadığından kızgın, çiftçiler traktörleri ile yolları kapatıyor, işçiler sokaklara çıkmaya hazırlanıyorlar ama hükümetin sözcülüğünü yapan kanallarda bunlarla ilgili tek bir haber yok.

Cumhurbaşkanının yerel seçim bozgunundan sonra artık iyice azalan konuşmalarını, birkaç açılış törenini takip edip saatlerce anlatmaktan başka bir bir şey yapmıyorlar.

Sanki ülkede her şey güllük gülistanlık ama CeHaPe ve dış güçler ülkeyi batmış gibi gösteriyor, hatta batırmaya çalışıyor havasındalar.

CHP'ye yakın, ya da en azından muhalif görünen kanallara bakınca da tam tersi bir durum var.

Ama onlar da halkın patlama noktasına geldiğini gösteren haberler yerine kısır siyasi olaylardan bahsediyorlar.

Yok AKP içinde gruplaşma varmış, yok AKP oyları eriyormuş, yok Mehmet Şimşek istifa edecekmi etmeyecekmiymiş gibi hikaye anlatıyorlar.

Memleketin durumunu, halkın sıkıntılarını, sorunları, çözüm yollarını, insanların beklentilerini anlatan kanal yok.

Çünkü herkes bir yere veya yerlere angaje olmuş.

Halkın çıkarlarını savunan yok.

Özgür basın diye bir şey yok.

Siyaset de bundan memnun gibi görünüyor.

Çünkü, iktidarıyla muhalefetiyle herkes yerini korumak peşinde.

Hal böyle olunca da basının durumuna şaşırmamak lazım.

Neticede; körler ve sağırlar birbirlerini ağırlıyor.

O kadar....



25 Ağustos 2024 Pazar

Damat Berat Geri Mi Dönüyor?

 AKP sanırım üç beş parçaya bölündü.

Bazı kişilerin çevresinde gruplaşmalar olduğu ve bu grupların kendi prenslerini hükümete getirmeye çalıştıkları anlaşılıyor.

Damat'ı destekleyen bir grup da var anladığım kadarıyla.

Bu grubun sosyal medyadaki bazı paylaşımlarını görüyorum.

Damat'ı allayıp pullamakla, parlatmakla meşguller.

Damat'ın yakında bakan olacağını yazıyorlar.

Damat ile Reis arasında sorun olduğu iddialarının parti içindeki diğer grupların uydurması olduğunu, Reis'in Damat ile sık sık istişarede bulunduğunu, onu tekrar bakan yapmayı düşündüğünü söylüyorlar.

Ancak hangi bakanlığa oturacağı konusunda bir şey söylemiyorlar.

Damat'ın bakan iken çok önemli enerji yatırımları yaptığını, bu sayede Türkiye'yi rahatlattığı söylemleri, sanki enerji bakanlığını istediklerini işaret eder gibi.

Ama Mehmet Şimşek'i alttan alta eleştirmelerinden, gözleri Şimşek'in yerindeymiş gibi de görünüyor.

Ben de merakla bekliyorum.

Bence damat, kırdığı cevizler ve yarattığı sansasyonlar sebebiyle değil bakan olmayı sarayın kapısına bile gidemez.

Ama burası Türkiye.

"Olmaz, olmaz!" dememek lazım.

Bu ülkede olmaz, olmaz.

Türk Tipi Başkanlık Sistemi: Adı Konmamış Diktatörlük.

 Hatırlarsınız, Trump başkan ike bir Amerikan mahkemesi kendisi hakkında dava açtı.

Başkan Trump buna engel olamadı.

Aynı şeyin Türkiye'de olduğunu düşünün.

Başkan hakkında dava açma cesaretina sahip bir savcı bulamazsınız.

Ama farz edelim böyle bir savcı çıktı.

Sonuç ne olur?

Muhtemelen o savcı önce FETÖ'cü ilan edilir.

Sonra bir şekilde bir yerlere sürülür.

Bu iyi ihtimal.

Muhtemelen görevden alınır.

Sonra mahkemeye varilir.

Bu arada özgür olması gereken kıytırık basındaki kıytırık adamlar o savcıyı terörist ilan eder.

Yahudi ajanı derler.

Amerikaya çalışmakla suçlarlar.

Daha aklıma gelmeyen her türlü yaftayı yapıştırırlar.

Önce basın ve yayın organlarında gıyabında yargılanıp infaz edilen savcı, nihayetinde bir daha güneşi göremeyeceği kadar ağır bir ceza alır.

İki başkanlık uygulaması ve iki sonuç.

Birinde, yani ABD'de tam ve keskin bir kuvvetler ayrılığı var.

Yargı bağımsız.

Meclis de bağımsız ve güçlü.

Başkan olur olmaz her şeyi meclise kabul ettiremez. 

Kendi partisi bile buna izin vermez.

Başkan partinin başkanı değildir.

Yani, partili başkanlık diye bir saçmalık yok.

Başkanın yetki alanı yürütmededir.

Bunda bile her konuda tam yetkili değildir.

Birçok konuda meclisin denetimine tabidir.

Bir de Türk tipi başkanlığa bakalım.

Başkan, aynı zamanda parti başkanıdır.

Dolayısıyla, partisinin çoğunluğu oluşturduğu meclise de hakimdir.

Başkan meclisin denetiminde olmadığı gibi başkanın kontrolündedir.

Meclisin pek bir önemi ve etkisi yoktur.

Bu devleti kuran meclis bu devletten adeta soyutlanmış ve gücü elinden alınmıştır.

Hukuk ise sözde bile bağımsız değildir.

İktidar partili veya parti için fiilen çalışan avukatların avukat ve savcı yapıldığı bir ülkede zaten bağımsız yargıdan bahsedilemez.

Başkan yargı organlarını takmaz.

En üst yargı organı sayılabilecek Anayasa Mahkemesi kararlarını bile uygulamaz.

Sadece uygulamamakla kalmaz, kamera karşısına geçip bu üst mahkemenin kararına saygı duymadığını, kararı uygulamayacağını ilan eder.

Kimse de buna bir şey demez.

Diyemez.

Üstelik en üst hukuk kurumlarının yargıçlarının tamamına yakınını hükümet atar.

Yargı bağımsız değil, hükümetin kontrolündedir.

Sözde 1922'de padişahlık kaldırıldı.

Sözde 1923'te cumhuriyet rejimine geçtik.

Sözde bu gün demokrasi ile yönetilen bir ülkeyiz.

Külliyen yalan.

Tam bir tek adam rejimi ile yönetiliyoruz.

Osmanlı padişahlarında bile bu kadar yetki yoktu.

İnanmayan, açsın Osmanlı anayasasını okusun.

1913 kanuni düzenlemelerinde baksın.

Padişah'ın yetkisi, bizim başkanın yetkisinin yüzde onu kadar bile değildir.

Buna şaşırıyor muyuz?

Hayır.

Çünkü bu günkü iktidar, yıllardır demokrasinin amaç değil araç olduğunu açık açık söylüyordu.

Yani demokrasinin nimetleri ile iktidara geleceğiz, ama demokrasi umurumuzda olmayacak.

Bu gün yaptıkları, yıllardır söylediklerinin uygulamasından ibarettir.

Yani, yaptıkları söylemleri ile uyumlu.

Ama bir konuda dediklerini yapmadılar.

Osmanlı torunu söylemini yıllardır işliyorlardı.

O da bir araç, bir palavra.

Biliyorum.

Ama, kurdukları yeni sistemde hiç olmazsa biraz da olsa Osmanlı düzenini dikkate alsalardı.


Otoriter rejimler ve demokrasilerde sivrilen radikal partiler: İsrail örneği.

Her ne kadar birçok itiraz olsa da, siyasi ve akademik çevrelerde otoriter rejimlerin savaşa daha yatkın olduğu, demokrasilerin ise daha barışçıl olduğuna dair bir iddia var.

Bunu söyleyenler, 2. Dünya Savaşı'nı başlatan Hitler ve Mussolini'yi, Ortadoğu, Afrika ve Uzakdoğu'da bazı bölgesel savaşlar başlatan tek adam rejimlerini örnek olarak gösteriyorlar.

Ancak, bu Batı yaklaşımını bir yana bırakırsak, özellikle Soğuk Savaş sonrasında çıkan savaşların çoğunun demokratik ülkeler, daha doğrusu demokratik olduklarını iddia eden ülkeler tarafından başlatıldığını görürüz.

Bunu bilen Batılı ülkeler, çıkardıkları savaşlara sebep olarak, otoriter rejimle yönetilen ve barışa tehdit oluşturan ülkelere demokrasi götürme bahanesini kullandılar.

Ama ne demokrasi götürdüler, ne de istikrar.

Otoriteyi yok ederek girdikleri ülkelere sadece iç savaş, bölünme ve kalıcı istikrarsızlık götürdüler.

Zaten söylemlerinin aksine, demokrasi götürmek gibi bir niyetleri de yoktu.

Tüm bunlara bakınca şunu söylemek mümkün:

"Evet, savaş ve barış kararının tek kişinin veya küçük bir grubun iki dudağı arasında olduğu otoriter rejimlerin savaşa daha kolay karar verebilecekleri mantıklı gibi görünüyor. Ancak, aynı şey, demokrasilerde iktidarı ele geçiren dini veya siyasi açıdan radikal bir kişi, parti veya partiler koalisyonu da kolayca savaş başlatabiliyor.

Halkın önemli bir kısmı savaşa karşı olsa da, savaş başladıktan sonra yapılan katliamlara karşı çıkıp savaşa son verilmesini istese de bu kişi, parti ve partiler, devlet aygıtını kontrol altına alıp halka karşı baskı uygulayabiliyor.

Hatta halkın en temel demokratik hakkı olan hükümeti protesto hakkını da kalabalıkları polis, jandarma ve ordu ile acımasızca yöntemlere de başvurarak dağıtabiliyor."

Neocon'ları Amerika'nın dünyanın birçok yerini savaş alanına çevirmesi bunun bir örneği.

Bunun günümüzdeki en bariz örneği ise İsrail.

İsrail'de aşırı sağ ve ırkçı partilerin kurduğu koalisyon hükümeti, Gazze'de başlayan çatışmaları, asıl hedefin siviller olduğu bir katliama dönüştürdü.

İsrail ordusu, HAMAS ile mücadele etmek yerine bölgede yaşayan Filistinli sivil halkı tamamen yok etmeye ve soy kırımı yapmaya çalışıyor.

Kadın, çocuk ve bebekleri öldürerek maalesef bunda başarılı da oluyor.

Bu da yetmezmiş gibi, Lübnan ve İran'da işlediği cinayetlerle savaşın yayılmasına sebep olacak davranışlardan da kaçınmıyor.

İsrail hükümeti bunları, ırkçı ve aşırı milliyetçi Siyonist ideolojiye inanmış taraftarlarının desteği ile yapıyor.

Ayrıca, ABD, İngiltere ve Fransa gibi Batı ülkelerinin desteğinden de güç alıyor.

Gerçi, adı geçen ülkelerde geniş kitleler hükümetlerinin politikalarına ve Gazze'de uygulanan soykırıma karşı çıkıyor ama hükümetleri üzerinde etkili olamıyorlar.

İsrail, demokratik bir ülke olduğu iddiasında; onu destekleyen devletler de öyle.

Yani, demokratik olmaları onları barışçıl yapmıyor.

Batı ülkelerinde en azından İsrail'in yaptığı soykırımı protesto edenlere demokratik bir şekilde muamele ediyor.

Demokratik bir rejimi olduğu iddia edilen İsrail ise bunu da yapmıyor.

Savaş karşıtı toplantı, gösteri veya yürüyüş yapan kendi vatandaşlarını acımasızca sert müdahalelerle dağıtıyor.

Bu durum bize, dünya barışı için otoriter rejimlerden daha büyük  bir tehdit olduğunu gösteriyor.

Bu tehdit, bulundukları ülkelerinin demokratik ortamını kullanarak yönetimi ele geçiren dini veya ideolojik radikal partilerdir.

24 Ağustos 2024 Cumartesi

Mehmet Şimşek, görevden alınacak mı?

 Bir süredir bu konu tartışılıyor.

Çünkü Nebati döneminde tahrip edilen ekonomiyi düzeltecek umuduyla getirilen Şimşek, şimdiye kadar vergi, yüksek faiz, ekonomik daralma gibi halka kan kusturan şeylerden başka bir reçete sunamadı.

Bu durum, hükümeti yerel seçimde ikinci parti konumuna düşürdü.

Bu, sadece gelirleri eriyen emeklinin tepkisinin bir sonucuydu.

Şimdi de çiftçiler, her yerde isyan etmiş durumda.

Basın yayınlamasa da traktörlerle yollara çıkıyorlar.

Küçük ve orta ölçekli işletmeler de kan ağlıyor.

Binlerce şirket konkordato ilan etmiş, yenileri de bu yolda ilerliyor.

Bu durum, AKP'ye ANAP'ın kaderini yaşatır.

Bunu iktidar da biliyor.

Bu gidişi durdurmak için çare arıyor ama bulamıyor.

Eğer bu işler böyle giderse, hükümetin yapacağı tek şey Mehmet Şimşek'i görevden alıp kötü gidişin sorumluluğunu ona yıkmak olacaktır.

Televizyonlarda, Şimşek'in görevden alınmasını isteyen AKP'liler olduğuna dair haberler yayınlanıyor zaten.

Yani, şimdiden yol yapılıyor.

Bir muhalefet milletvekili, Şimşek'in görevden alındığına dair bir twit attı, ortalık karıştı.

Şimşek, bir süre sessiz kalsa da sonunda istifa etmediğine dair bir twit attı.

Ne olduğunu bilmiyorum.

İstifa etti de kabul mü edilmedi, görevden alınacaktı da vaz mı geçildi haberim yok.

Ama Mehmet Şimşek'in suyu iyice ısındı gibi görünüyor.

Bu kadar konuşulduğuna göre vardır bir şeyler.

Ateş olmayan yerden duman tütmez.


Türkiye'nin Yanlış Din Politikası

 Başlığa bakıp yanlış anlamayın.

Türkiye'de saçmalık seviyesine çıkan laik-antilaik tartışmalarından bahsetmeyeceğim.

Aslında bahsetmek istediğim, Türkiye'nin azınlık dinleri ile ilgili politikaları.

Özellikle de Ortodokslukla ilgili saçma sapan politikalar.

Ortodoksluk sadece bir mezhep değildir.

Ayrı bir dindir.

Sadece ayrı bir din de değildir.

Yüzyıllardır savaşları ve siyaseti etkileyen önemli bir politik unsurdur.

Fener Rum Patrikhanesi de sadece dini bir kurum değildir.

Aynı zamanda siyasi bir güç olmaya çalışan, dünya siyasetini etkileyen önemli bir unsurdur.

Öyle olmasaydı, Lozan'da Türkiye patrikliğin yurt dışına çıkarılmasında o kadar ısrar etmezdi.

Bütün Avrupa'ya karşı tek başına kalıp bunu kabul ettiremeyince Fener'in ilçe kaymakamlığına bağlı, siyasi hiçbir gücü olmayan bir dini kurum olarak kalmasında ısrar etmesinin de sebebi budur.

"Patriklik Türkiye'deki Ortodoksları temsil eder" deyip Türk vatandaşı olamayanların patrik olamayacağı kuralı da bu yüzden konulmuştur.

Ama nedense, Menderes'le başlayıp Özal ile bir ileri safhaya taşınan ve bu hükümet zamanında zirveye çıkan saçmalıklar dizisi ile Lozan maalesef bu konuda aşındırıldı.

Bir zamanlar Amerika'dan bir papaz uçakla Türkiye'ye getirilip bir gecede vatandaş yapılıp ertesi gün patrik seçtirilirken bunun ülkemiz için yaratacağı tehlikeyi kimse dikkate almadı.

Din özgürlüğü yalanı ile Patriklik ve diğer benzeri Hristiyan mezheplerinin kiliseleri kanunlar hiçe sayılarak ihtiyaçlarından çok fazla mal ve mülk edinebildi.

Hatta bu mülklerin bazıları, hükümet eliyle bedava verildi kendilerine.

Bu da millete, din özgürlüğü adı altında pazarlandı.

Ülkemizde bir sürü misyoner derneği kuruldu.

Her yerde harıl harıl çalışıyorlar.

Bu da din özgürlüğü olarak pazarlandı.

Ama bu gün görüyoruz ki kazın ayağı öyle değil.

Ukrayna bağımsızlık mücadelesinde ilk adım olarak, Rus Ortodoks Kilisesi'nden ayrılarak kendi milli kilisesini kurdu.

Aynı, Balkan Savaşı öncesinde Bulgarların Fener'den ayrılıp Bulgar Milli kilisesini kurduğu gibi.

Ukrayna, dini kurum milli olmaktan uzak ve başka bir devletin kontrolündeyse ülkenin bağımsız olamayacağını düşünmüş olmalı ki bu konuda yeni adımlar atıyor.

Nitekim Ukrayna, ülkedeki Rus Ortodoks kilisesine bağlı bütün kiliseleri kapatma kararı aldı.

Dahası, bunların her türlü faaliyetini de yasakladı.

Hani Ukrayna laik bir ülkeydi.

Dinsizlik yaygındı.

LGBT'liler evleniyordu.

Dahası, devlet başkanı bile Ortodoks değil bir Yahudi'ydi.

O işin göründüğü gibi olmadığı ortaya çıktı.

Günümüzde hiçbir din sadece din değildir.

Geçmişte de öyle değildi.

Din; milli kimliği belirleyen bir unsurdur.

Din, siyasi bir unsurdur.

Din, uluslararası ilişkilerin en etkili argümanlarından biridir.

El alem ülkesine zarar veren bir kiliseyi tamamen yasaklarken, bizde Osmanlı yıkılsın ve Türkiye kurulmasın diye var gücü ile çalışan, Yunanistan'ın bağımsızlığı için çalışan örgütlerin idare merkezi olan, kurtuluş savaşında Türk köylerini basıp katliamlar yapan çete liderlerini eğitip yetiştiren, her fırsatta Türkiye'yi zor durumda bırakmaya çalışan bir kiliseye bağışlarda bulunulmasını anlamak mümkün değildir.

Cumhuriyeti kuranlar, halifeliği kaldırmıştır.

Ama Hristiyan mezheplerinin kiliselerinin de siyasi, ekonomik, hukuki vb. güç sahibi olmasını kanunla ortadan kaldırmıştır.

Bu, en az 300 yıllık bir tecrübenin sonucudur.

İyi niyet veya anlık kararlarla devlet işleri yürümez.

Çünkü devlet yönetiminde, iyi niyetten daima maraz doğar.



23 Ağustos 2024 Cuma

Yeni bir anayasa yapılamaz.

 Televizyonda bir hukukçuyu dinliyorum.

Söyledikleri özetle şöyle:

"Bu meclis, mevcut anayasada düzenleme yapabilir.

Düzeltme yapabilir.

Ama yeni bir anayasa yapamaz.

Çünkü mevcut anayasa, kurucu bir meclis tarafından yapılmıştır.

Şu andaki meclis, bir kurucu meclis değil.

Bu sebeple kurucu meclisçe yapılan anayasayı kaldırıp yenisini yapamaz.

Bu mevcut anayasanın emri ve gereğidir.

Meclis de devletin diğer kurumları da mevcut anayasaya göre görev yapmaktadır.

Bu sebeple, anayasanın vermediği bir yetkiyi ne meclis, ne de başka bir kurum veya kişi kullanamaz.

Yani, mevcut meclis, yeni bir anayasa yapamaz.

Yaparsa, bu hukuka aykırı olur."

Hadi bakalım hayırlısı.

Gerçi mevcut hükümet, canı istediğinde hukuka uyan istemediğinde uymayan bir hükümet.

Bu konuda da hukuka uymayabilir.

Ama yaptığı anayasa, hukuka uygun olmaz.

Yasaya uymadan yapılan bir şeye de ne kadar anayasa denir bilmiyorum.

Saygılar....