.quickedit {display:none;} .quickedit {display:none;}

19 Ağustos 2023 Cumartesi

Memleket Birleşmiş Milletler mülteci/göçmen toplama kampına döndü.

 Tunuslu bir işadamı İstanbul'da bir hotelde yan odada kalan Faslı bir kadının odasına girmiş.

Kadın pencereden atlamış.

Yere düsen kadın ölmüş.

Tunuslu tutuklanmış.

Bundan sonra bu tur haberleri daha çok duyacağız.

Birleşmiş Milletler mülteci/göçmen toplama kampı gibiyiz.

Her yerden ve her cinsten insan ülkeyi işgal etmiş durumda.

Bir an önce sıkı tedbirler alınmalıdır.

Yurt dışında yaşayıp da "Memleketin kıymetini bilin!" diyenlere verilecek cevap.

 Avrupa ülkelerinde yaşayıp da tatile gelen bazı insanları anlayamıyorum.

Sağda solda bir kamera veya bir mikrofon görür görmez hep ayni şeyi soyluyorlar:

"Memleketin kıymetini bilin!"

Biri de demiyor ki:

"Ya dayı/teyze, biz bu memleketin kıymetini biliyoruz zaten.

Bilmeseydik sizin gibi başka bir ülkeye giderdik.

Kıymet bilmeyen sensin, gelmiş bana nasihat ediyorsun.

Biraz da sen bil memleketin kıymetini.

Haaa!

Eskiden bilmiyorduysan ve yeni anladıysan da geri dön.

Almazlar diye korkuyorsan, korkma.

Asyalı, Avrupalı, Afrikalı kim gelirse gelsin muhacir ayağına ülkeye giriyor.

Seni mi almayacaklar?"

18 Ağustos 2023 Cuma

Lawrence'in Araplar hakkında aşağılayıcı ifadeleri

 Thomas Edward Lawrence'in 1. Dünya Savaşı'nda 1916 yılından itibaren "din kardeşimiz"  olan Arapları bizim aleyhimize kışkırttığı ve isyana sürüklediği söylemlerini duymuşsunuz. Aslında bu ifade tam olarak doğru değildir. Lawrence'in isyana kışkırttığı iddia edilen Haşimiler, daha savaştan uzun yıllar önceden beri Osmanlı aleyhtarı hareketlere öncülük etmiş, isyanlar çıkarmış ve bu sebeple ağır cezalara çarptırılmıştır. 1914 yılında 1. Dünya Savaşı çıkınca bunu kendileri için yeni bir fırsat olarak görmüş ancak daha önceki isyan girişimlerinde Osmanlı ordusu önünde daima hezimete uğradıklarından savaşın gidişatı netleşene kadar fiilen harekete geçmemişlerdir.

Bununla birlikte, Mısır'daki İngiliz makamları ile daima temas ve işbirliği içinde olmuşlar, 1916'da  Osmanlı İmparatorluğu'nun Ortadoğu'da artık tutunamayacağına inanmaya başlayınca da İngilizlerle işbirliği içine girerek fiilen isyan hareketini başlatmışlardır. Arap isyanını sanki Lawrence başlatmış gibi bazı basılı eserlerde yaratılan algı doğru değildir. Lawrence isyan fiilen başladıktan sonra Şerif Hüseyin'in oğullarından biri olan Faysal'ın yanına giderek onunla işbirliği içine girmiştir.

Lawrence'nin ve Arap isyanının savaşa etkisi de bu gün çoğu insanın zannettiği kadar büyük olmamıştır. Arapların Osmanlı'ya isyan ettiği 1916 yılında Türk ordusu İngilizler karşısında başarılı muharebeler vermiştir. Arap isyanını çok da önemsememiştir. Haşimilerin ele geçirebildiği yerleşim yerleri çok sınırlı kalmıştır. Suudların Medine'ye yaptığı taarruz ise hezimetle sonuçlanmıştır. Hatta şehirden çıkan Türk birlikleri başarılı tedip harekatları icra edince bazı Arap aşiretleri Türk ordusuna destek vermiştir.

Zaten Lawrence'in hatıralarından da Arapların Türk ordusu karşısında muharebelerde hiçbir varlık gösteremediği, bu sebeple kendisinin yönlendirmesiyle ikmal birliklerine pusu, demiryolu ve telgraf hatlarını tahrip gibi faaliyetlere yöneldiği anlaşılmaktadır. Başlangıçta, bu tür saldırılar da büyük bir etki yaratmamış ve İngilizlere bir avantaj sağlamamıştır. Bu durum, Arap isyanının ilan edildiği Haziran 1916 tarihinden bir ay sonra (temmuz ayında) Türk ordusu ikinci Kanal Harekatını icra etmesinden de anlaşılabilir.

Lawrence, savaş sonrasında popülerleştirilerek kahramanlaştırılmış bir figürdür. Yazdığı kitap ve sonra basın organlarında çıkan haberler sayesinde kahramanlaştırılmıştır. Bunda, onun hakkında yapılan belgeseller ve filmlerin de etkisi büyüktür. Aslında Lawrence, tuhaf ve tartışmalı bir kişiliktir. Örneğin, savaş sonrasında yaptıklarından savaş sırasında birlikte olduğu Faysal'a ve onun nezdinde Araplara karşı duygusal bir bağ oluşturduğu anlaşılmaktadır fakat yazdığı eserde Arapları küçümseyen ve hatta aşağılayan ifadeler kullanmaktan da geri kalmamıştır. 

Lawrence'in ifadelerinden bu aşağılama açıkça görülmektedir. Örneğin Araplar hakkında şunları yazmıştır: "Arap, bir fikir üzerinde, bir ipin üzerindeymiş gibi sallanabilirdi; zira aklının söz verilmemiş bağlılığı onu itaatkar bir hizmetkar yapardı. Başarı ve onunla birlikte sorumluluk, görev ve taahhütler gelene kadar hiçbir şekilde bu bağdan kurtulamazdı. Sonra fikir gitti ve iş bitti mi, harabe halinde. Bir itikata sahip olmadan, dünyanın zenginlikleri ve zevkleri gösterilerek dünyanın dört bir yanına götürülebilir (ama cennete değil); ancak bu şekilde yönlendirilen yolda, başını yaslayacak hiçbir yeri olmayan ve rızkı için sadaka veya kuşlara muhtaç bir fikir peygamberine rastlasa, o zaman servetini onun ilhamı için terk eder. O, bu fikrin iflah olmaz çocuğudur; beceriksiz ve renk körüdür; bedeniyle ruhu sonsuza dek ve kaçınılmaz olarak uyuşmaz. Aklı tuhaf ve karanlıktır; depresyon ve coşkuyla dolu, kuraldan yoksundur; fakat dünyadaki diğer herkesten daha şevkli ve inancı daha mümbittir. Hayalin en güçlü güdü, sonsuz bir cesaret ve çeşitlilik süreci ve sonunun da hiçlik olduğu başlangıçların insanıdır. Su kadar kararsızdır ve belki su gibi sonunda üstün gelebilir. Hayatın şafağından beri birbirini izleyen dalgalar halinde, insan etine hücum etmektedir. Her dalgası kırılmış fakat tıpkı deniz gibi vurduğu kayadan ancak tozları alabilmiştir." (T.E.Lawrence, Çölde İsyan, Osmanlı Ortadoğu'yu Nasıl Kaybetti?, Kronik Yayınları, 2023, İstanbul, s. 7)

Lawrence bunları söyledikten sonra, tüm bu olumsuzluklara rağmen Arapları yola soktuğundan ve onları Şam'a kadar başarıyla sürüklediğinden bahseder. Burada açıkça, "elimdeki malzeme çok kalitesizdi ama ben çok yetenekli olduğumdan bu malzemeye rağmen başarılı oldum" demeye çalışan bir megalomanın izleri görülmektedir. Ama çoğu Arap, onu minnetle anmaktadır. Üstelik kandırılıp İngiliz çıkarları için kullanıldıktan sonra Paris Barış Konferansı'nda kendilerine verilen hiçbir söz tutulmadığı halde. 

16 Ağustos 2023 Çarşamba

Özgürlükle magandalığı birbirine karıştırmamak lazım

İnternette bir video seyrettim.

Avrupa'da yaşayan bir Türk ile sokak röportajı yapıyorlardı.

Adam, magandalığı yaşam tarzı veya özgürlük sanıyor.

Diyor ki: "Memleketimiz cennet gibi.

Geçenlerde sahile gidip kumsalda ateş yaktık.

Ormana gidip mangal yaktık.

Ooooh!

Mis gibi.

Bunları Avrupa'da yapamazsın.

Ormanda veya parklarda mangal yakmak yasak.

Sahilde ateş yakarsan büyük cezaları var.

Böyle bir memlekette yaşadığınız için şükredin."

Adam olayı tam kavrayamamış anlaşılan.

Bu yüzden bizdeki kuralsızlığı özgürlük sanıyor.

Avrupa'daki kurallara bağlı yaşamayı da kötü görüyor.

Türkiye'de kumsalda ateş yakıp kumsalı kirletiyor.

Ormanda mangal yakıp orman yangınına sebep oluyor.

Bundan da memnun.

Avrupa'yı ise sevmiyor.

Hem de, orda yaşadığı halde.

Neden?

Çünkü kural var Avrupa'da.

Bizim magandalar kural sevmez.

Sahilde ateş yakar, külü kuma döker.

Ormanda mangal yakar, közü yere döker.

Sokakta çekirdek çitler, kabuğunu yere atar.

Ben Londra'da iki yıl yaşadım.

Sosyal hayat da vardı, özgürlük de, hayat da.

Ama Londra'da yolda yere balgam ata ata yürüyemezsin.

Devlet görevlileri uyarmasa insanlar uyarır.

Sadece duyduğunuz her şeye değil artık gördüğünüz her şeye de inanmayın.

 E Wisiat Explore kanalını seyrediyordum.

Bir Amerikalı, dağ ipi ve dağcılık teçhizatı kullanarak bir sırttan iniyordu.

Kameranın açısını değiştirerek sanki çok dik bir yerden iniyormuş gibi bir hava oluşturuyorlar ve büyük tehlike filan ayakları yapıyorlardı.

Biz doğu ve güneydoğuda katıldığımız operasyonlarda böyle yerlerden ipsiz ve sırt çantalı olarak inip çıkıyorduk.

Kameralar, aldatıcı şekilde kullanılabilir.

Eskiden, duyduğunuza değil gördüğünüze inanın derlerdi.

Artık zaman değişti.

Her gördüğümüze de inanmamak gerekiyor.

Yasadışı göçmenler ve sığınmacıların yarattığı tehlikeler.

 Afrika kökenli beş kişi, Safari Çetesi adında bir çete kurmuş.

Diyarbakır'da bazı insanları Suriye'de görev yapan Amerikan askeriyiz diyerek dolandırmışlar.

Polis baskınında yüklü miktarda döviz ve uzun namlulu silahlarla 5 siyahi yakalanmış.

Bu daha başlangıç.

Yasadışı göçmenler ülkelerine gönderilmezse daha kotu şeyler olacak.

Bizim dolandırıcılarımız, bizim mafyamız, bizim suç örgütlerimiz yetersiz mi kaldı ki bunları dışarıdan ithal ediyoruz?

Osmanlı İmparatorluğu'nda faiz yasal olarak var mıydı?

İnternette bir video seyrettim. 

Adamın biri Osmanlıda faiz yok diyor.

Bir suru de hikaye anlatıyor.

Halbuki Fatih döneminde bile yasal bir şekilde faizle para alınıp verilebiliyordu.

Hem de faiz oranları çok yüksekti.

Bu durum Osmanlı'nın son dönemlerinde daha da yaygınlaştı.

Evliya gibi görülen 2. Abdülhamit döneminde de durum böyleydi.

Bunu anlamak için Eytam sandıkları (yetim sandıkları) mevzuatına ve uygulamalarına bakmak bile yeterli.

Sandığın ana geliri faiz.

Ayrıca devletin aldığı iç ve dış borçlar var.

Gavur sevabınaborç veriyordu?

Elbette faizle veriyorlardı borcu.

Yani Osmanlı'da hem devlet hem de bireyler faizle borç alıyordu.

İçinde bulunduğumuz zaman, yalancıların, sahtekârların en bol olduğu zaman.

Sözde Osmanlı'da bankaya gidip borç para alınca size bir kitap veriyorlarmış.

Mesela yüz lira borç aldınız, size bir kitap verip 2-3 lira kitap parası alıyorlarmış.

Bu faiz olmuyormuş.

Hile-i şeriye oluyormuş.

Hile ise bu gün kullanıldığı şekilde kötü anlamda bir kelime değilmiş.

Dine uygun hale getirme demekmiş.

Böyle bir uygulama olduğunu hiç duymadım.

Hadi bu uygulama var diyelim.

Atalarımız kendilerini mi kandırıyormuş yoksa haşa Allah'ı mı kandırmaya çalışıyorlarmış?

Kelime oyunlarıyla bir şeyi olduğundan başka türlü göstermek mümkün mü?

Öte yandan, bu iddiada başka sakatlıklar da var.

İşi kitabına uyduracağım diye 10 paralık kitabi 2-3 liraya satıp müşteriyi kazıklamak günah değil mi?

Müşteri kitabı almak istemediğinde ne yapıyorlarmış?

Üstelik Osmanlı'da hiçbir zaman faiz yüzde 2-3 gibi düşük bir oranda da olmamıştır.

Yani böyle bir uygulama vardıysa, 10 paralık kitap için en az 15 lira almaları gerekiyordu.

Çünkü, yanlış hatırlamıyorsam Eytam Sandıkları faiz oranları en düşük yuzde 15 civarındaydı.

Ama faizi pesin olarak ana paradan kesiyorlardı.

Örneğin 100 lira kredi aldınız.

Yüzde 15 faiz peşin alınınca size 85 lira veriyorlardı.

Sonra siz 100 lira parayı belirtilen vadelerde geri ödüyordunuz.

Yani aslında 85 lira kredi için 15 lira faiz ödüyordunuz.

Böylece, resmi faiz yüzde 15 olmasına rağmen gerçekte daha yüksek faiz ödüyordunuz.

Osmanlı'da faiz vardı ve görüldüğü gibi oldukça yüksekti.

Bazen gerçek faiz yüzde 50'den fazla oluyordu.

Gerçekleri saklamanın veya çarpıtmanın kimseye faydası yok.

Lütfen bu işleri bırakalım.

Günahtır.

Yazıktır.

Vebali büyüktür.





Atatürk'ün Cuma gününü tatil yapmasına karşı çıkan yobazlar.

Cumhuriyetin ilanından sonra, Cuma günü resmi tatil olarak kabul edildi. 

Bu uygulamaya, dindar geçinen çevrelerden büyük bir destek geldiğini düşünebilirsiniz.

Ama öyle olmadı.

Bazı siyasal İslamcı milletvekilleri ve din adamları, camilerde "Tatil yapmak dine aykırıdır." veya "Cuma gününün tatil ilan edilmesi gavur adetidir." diye vaazlar verdiler. 

Atatürk, yurt gezileri kapsamında gittiği şehirlerde cuma gününün tatil ilan edilmesini savunmak ve halka benimsetmek için konuşmalar yapmak zorunda kaldı.

Bu konuşmalarında şunları söylüyordu.

"Tatil yapmak dine aykırıdır demek kadar dinsizlik, imansızlık, küstahlık olamaz. 

Onlar çağdaş olmayı, kafir olmak sanıyorlar. 

Asıl küfür, onların bu düşünceleridir.

Ey halk! 

Dinlemeyiniz. 

Böyle akıl ve anlayış karşıtı sözleri söyleyenlerin başlarında sarık, üzerlerinde milletvekilliği de olsa, hatta öyle sözleri size ben bile söylesem dinlemeyiniz."

Fes, Osmanlı İmparatorluğu'nda ne zaman ve neden kullanılmaya başlanmıştır?

 Sultan II. Mahmut, 1826'da Vakayı Hayriye diye bahsedilen olaylar sonucunda Yeniçeri Ocağı'nı kaldırınca hızla modernleşme adımları atmaya başlamış. Bu kapsamda modern usullere göre teşkilatlanan, eğitilen ve giyinen yeni bir ordu kurmuş. Toplumda birlik ve beraberlik duygusu yaratmak için kıyafette birlik sağlamak için kıyafette modernleşmeyi ülkeye yaymaya çalışmış. Buna da yeni ordunun kıyafetiyle başlamış. Bu konuda o kadar büyük bir tepkiyle karşılaşmamış.

Ancak en büyük sorun insanların taktığı başlıklarmış. Sultan başlıkta da değişikliğe gitmek istiyormuş çünkü toplumda her kesim farklı bir başlık takıyormuş. Bunun için Avrupa'dan çeşitli serpuşlar getirtmiş. Fakat ulemadan çok yoğun itirazlar ortaya çıkmaya başlamış. "Bu serpuşlarla namaz kılmak güç olur.." diyorlarmış. Sarık takmakta ısrar ediyorlarmış Bunun üzerine Yeniçerileri yenen Sultan, sarığa yenilmiş. Böylece serpuş kullanma fikri askıya alınmış.

Bu sırada Serasker Hüsrev Paşa, Mısır Hidivi Mehmet Ali Paşa'nın ordusunu örnek alarak yeni askeri birlikler kuruyor ve donanmayı modernize ediyormuş. Orduyu eğitmek için Fransız uzmanlar getirtmiş ve Fransa ordusununki gibi kıyafetler diktirmiş. Şapka konusu ulemadan kabul görmediği için askerlerin başına ne giydireceğini düşünüyormuş. 

Kısa bir araştırmadan sonra Tunus'ta giyilen fesin uygun olacağını düşünmüş. Bir tabur askere yetecek kadar fes getirtmiş ve selamlık resminde bir tabur yeni askerlere bu yeni başlığı giydirmiş. Avrupa başlıklarına pek benzemediği için bu başlığın tepki görmeyeceğini düşünüyormuş. Padişah bu yeni başlığı görünce çok beğenmiş.

Padişah hemen Tunus'tan 50 bin fes getirilmesini emretmiş. Ayrıca Fes Nazırı atamış ve bu başlık ülke içinde üretilmeye başlanmış. Askerler ve memurlar zorunlu olduğu için bu başlığı giymiş. Fes, halk arasında da hızla yayılmaya başlamış. Fakat ulema fese de karşı çıkmış. Padişah'a direnç göstermiş. Fes için gavur başlığı demişler. Padişah'a da modern kıyafetler fe başa da fes giydirdiği için gavur padişah demişler. Ama Yeniçeri Ocağı'nı kaldırdıktan sonra tüm gücü eline alan padişah, sert tedbirlerle tüm itirazları ortadan kaldırmış.

Fes giymeyi reddeden memurlar hapse atılmış. Fes'e karşı çıkan ulema da cezalardan nasibini almış. İlginç bir şekilde II. Abdülhamit döneminde fes giymeyi bırakıp sarık takmaya kalkan memurlar da cezalandırılmış. Üstelik bu dönemde Osmanlı'da şapka giyilmeye başlanmış. Memurlardan şapka giyenler de cezalandırılmış. 

Bu baskı ve zorlamalar sonuç vermiş. Fes ümmetin başlığı olarak kabul edilirken Tanzimat'tan sonra Osmanlıcılık devletin resmi ideolojisi olduğundan fes de Osmanlıların başlığı olmuş. Gavur başlığı diye ulemanın önceleri karşı çıkmasına rağmen fes hem Müslümanlar hem de gayrimüslimler tarafından giyilen neredeyse Osmanlının milli başlığı ve Osmanlıcılık ideolojisinin sembolü haline gelmiş. 

Öyle ki, Mondros Mütarekesi sonrasında Osmanlıdan ayrılmak isteyen Hristiyan azınlıkların çoğu fes yerine şapka giymeye başlamışlar. Şapka, ayrılıkçılığın işareti olarak kabul edilir olmuş. Ancak bazı Hristiyanlar fes giymeye devam etmişler ve Müslümanlar tarafından hala Osmanlıya bağlı kalmak isteyen gayrimüslimler var şeklinde algılanmış. Fes giyen gayrimüslimler, Osmanlı bayrağı altında yaşamak isteyen sadık uyruklar olarak kabul edilmiş. Yani fes; yalnız din veya milliyetin değil, bayrak gibi uyrukluk alameti olarak görülüyormuş.

İlginç bir şekilde Kurtuluş Savaşı sırasında Anadolu'da fes ortadan kalkmaya başlamış. Onun yerini kalpak almış. Kalpak da sadece bir başlık değil, Kurtuluş Savaşı'nı destekleyenlerin, Kuvayı Milliyecilerin, milliyetçilerin sembolü haline gelmiş. Fakat savaş zaferle sonuçlandıktan sonra kalpak giyenler azalmaya ve fes giyenler yeniden artmaya başlamış. Fes tekrar Müslümanlığın, uyrukluğun ve milliyetin göstergesi haline gelmiş. 

Atatürk, en çok kimi beğenir, kimi takdir eder kime hayranlık duyardı?

 Konunun başlığı ile ilgili hususları daha önce başka kaynaklarda da okumuştum ama bugün Atatürk'ün 1921'den 1938'e kadar yakınında bulunmuş ve onun yurt gezilerine katılmış bir edebiyat öğretmeni ve gazeteci olan İsmail Habib Sevük'ün "Atatürk'le Beraber" isimli kitabında tekrar görünce bunu blog'ta yazmanın uygun olacağını düşündüm.

Atatürk'ün tarih boyunca yaşamış tüm insanlar arasında en hayran olduğu kişi peygamberimiz Hazreti Muhammed imiş. Onun peygamberliği yanında çok beğendiği ve hayran olduğu özelliği, o zamana kadar birbiriyle mücadele eden kabileler halinde yaşayan ve çok uzun süredir doğru dürüst bir devlet kuramamış olan Arapları bir araya getirerek yoktan bir devlet kurmasıymış. Onun bu devleti kurarken kullandığı yöntemler ve gösterdiği liderliğe hayranlığını sık sık dile getirirmiş.

Osmanlı padişahları arasında Fatih Sultan Mehmet'i çok beğendiği çeşitli kaynaklarda geçse de cihangirliğinden veya halifeliği Mısır'dan alıp Osmanlı hanedanına kazandırdığından olsa gerek en beğendiği ve saygıyla andığı padişah Yavuz Sultan Selim imiş. 3 Mart 1924 tarihinde halifeliğin kaldırılması ile ilgili kanun mecliste görüşülürken yaptığı konuşmada ondan Hazreti Yavuz diye bahsetmiş.

Büyük komutanlar arasında ise en çok Timur'u takdir edermiş. Kendisini Timur'a benzeten veya Timur'dan üstün göstermeye çalışanlara hep karşı çıkarmış. "O sizin yerinizde olsa , yaptıklarınızı yapabilir miydi?" diye soranlara ise daima; "Bunu bilemem, ama ben onun yerinde olsaydım, yaptıklarını yapamazdım." diye cevap verirmiş.