.quickedit {display:none;} .quickedit {display:none;}

15 Kasım 2020 Pazar

İran'ın Açmazları.

  Her ne kadar İran'ın Türkiye'nin kadim Türk coğrafyası ile temasa geçmesini önlemek için Ermenistan'ı açık veya örtülü olarak desteklediği konuşulsa da İran'ın asıl korktuğu Azerbaycan'dır.

Çünkü Güney Azerbaycan İran siyasi sınırları içindedir ve Kuzey Azerbaycan'dan en az 3 kat fazla Azerbaycan Türk'ü İran'da yaşamaktadır.

İran Türkleri Türkiye'ye temayül ettiği zaman İran rejimi mezhep farklılığını istismar ederek bunun önüne geçebileceğini düşünmektedir.

Ama Azerbaycan karşısında bunu yapamayacağı açıktır.

Bu yüzden İran Azerbaycan'ın toprak bütünlüğünü sağlayarak güçlenmesini istemez.

Karabağ sorunu ile kafası meşgul olan Azerbaycan'ın Iran ile ilgilenemeyeceğini bilir.

Azerbaycan ordusunun Karabağ'da ilerlemesi üzerine İran'ın Ermenistan kadar endişeye kapılmasının sebebi de budur.

Aliyev'in sürekli olarak vurguladığı Ermenistan'a bu kadar silahın hangi yollardan sokulduğunu bildiği ve dış müdahale olursa F16'lari havada görürsünüz tehdidi Rusya'dan çok İran'a yöneliktir.

Üç tarafı Türkiye, Gürcistan ve Azerbaycan ile çevrili olan Ermenistan'a silah sevkiyatının Iran üzerinden yapıldığını bilmek için müneccim olmaya gerek yoktur.

Suudi Arabistan'ın Türkiye'ye Uyguladığı Ekonomik Ambargonun Açmazları.

  Uluslararası yatırımları olan işadamları Arabistan, Türkiye ve Fransa arasındaki boykotlardan rahatsız olmuşlardır.

Bu boykotlar yaygınlaşırsa dünya çapında yeni bir burjuva devrimine yol açar mi diye merak ediyorum.

Suudi yatırımcıları Türkiye'de 425 şirket almış ama ülkesinin yöneticileri bu şirketlerin ürünlerine ambargo uyguluyor.

Ayni şey Fransa ve Türkiye için de geçerli.

Günümüzde bir ülkeyi cezalandırmaya çalışırken kendi ülke vatandaşlarını cezalandırmak zorunda kalıyorsun.

Nereden bakarsan bak tuhaf bir durum.

Sermayenin bu kadar küreselleştiği bir zamanda küresel siyasi ve askeri kuruluşların giderek daha fazla zayıfladığı, siyasi ve askeri gücün parçalanarak yerelleştiği bir düzen bir yerden sonra mutlaka patlak verecektir.

Karabağ Savaşı'nı Kim Kazandı?

  Bir şey demeyeyim diye kendimi tutuyordum ama artık dayanamadım.

Bazı mecralardan yapılan paylaşımlara bakınca insanın asabı bozuluyor.

Neymiş efendim, Bayraktar SİHA'ları zafer kazanmış, Türkiye silah sanayisi savaşın seyrini değiştirmiş vs. vs.

Tamam, SİHA'larımız çok güzel.

İşe de yarıyorlar.

Ama lütfen Azerbaycan Türk Ordusu'nun kazandığı zaferi kendi siyasi görüşlerinize alet etmeyin.

Dünyada silahlar tarafından kazanılmış tek bir savaş yoktur.

Savaşı silahlar değil insanlar, yani ordular kazanır.

Günümüzde silah piyasasında talep daralmış arz çeşitlenmiş ve artmıştır.

Dolayısıyla isteyen her ülke farklı kaynaklardan silah temin edebilir.

Bu gün Bayraktar kullanılmıştır ama yarın başka bir SİHA da kullanılabilir.

Önemli olan sadece silahı temin etmek değil askeri maksatlara göre en uygun şekilde kullanmaktır.

Nitekim ABD yıllardır SİHA kullanıyor ama böyle etkili sonuç alamadı.

Çünkü bunları tek tek ve hassas hedeflere karşı kullanıyordu.

Suriye tecrübesi ortaya yeni bir konsept çıkardı.

Türk ordusu SİHA'ları kitlesel olarak ve hava kuvveti gibi kullanmayı icat etti.

Bu bilgi birikiminden elbette Azerbaycan ordusu da yararlandı.

Ama savaşta bunları en uygun şekilde kullanmak onların başarısıydı.

Ben bu savaşın Azerbaycan ordusunda subay ve astsubay kadrosunun eğitim düzeyinin artması sayesinde kazanıldığını düşünüyorum.

Bunda Türk ordusunun katkısı elbette büyüktür.

Ben de 1995 yılında bir Azerbaycan bölüğünü eğitmiştim.

O zaman gördüğüm şuydu: Azerbaycan askerinin bizim askerimizden hiçbir farkı yoktu.

Aynı milletin çocukları olduğumuz, aynı kültürü paylaştığımız çok bariz idi.

Azerbaycan askeri de bizim askerlerimiz kadar saf, temiz, vatansever ve cesur idi.

Tek sorun yetişmiş subay ve astsubay sayısının azlığıydı.

Ayrıca subay ve astsubay kadrosunun milli hisleri bu günkü kadar kuvvetli değildi.

Geçen süre içinde Azerbaycan bu eksiğini tamamlamıştır.

Bu, gerek Bakü'de Türk subaylarının danışmanlığında kurulan askeri okullar, gerekse Türkiye'de okuyan öğrenciler sayesinde gerçekleşmiştir.

Bunun olumlu sonuç verdiği savaş süresince açık bir şekilde görülmüştür.

Gerek harekat planının yapılması, gerekse muharebelerin icrası bunu göstermiştir.

İnternet yayınlarından anladığım kadarıyla Şuşa'nın alındığı gün hava koşulları uygun olmadığından SİHA ve uçaklar etkili şekilde kullanılamamıştır.

Şuşa özel Kuvvetler birlikleri tarafından göğüs göğüse çarpışarak alınmıştır.

Bu da gösteriyor ki SİHA'lar bir kuvvet çarpanıdır ama Azerbaycan ordusunun savaş yeteneği açısından reel bir gücü vardır.

Eğer bu güç sıfır olsaydı, çarpan ile etkileşimin sonucu da sıfır olurdu.

Bu zafer ile Azerbaycan Ordusu rüştünü ispatlamıştır.

Benim 1995'te gördüğüm kendine güven eksikliğini gidermiş, kendisine ve gücüne güven kazanmıştır.

Azerbaycan ordusu artık silahları ve araçları olan üniformalı insan topluluğu değil gerçek bir ordu olduğunu göstermiştir.

Bu sayede de savaşı kazanmış, Ermenistan ordusunu adeta savaş alanından kazıyıp atmıştır.

Bu durum en çok ta Ermenileri şaşırtmıştır.

Onlar karşılarında böyle inançla savaşan bir ordu bulacaklarını beklemiyorlardı.

Bu sebeple karşılarındaki ordunun Azerbaycan ordusu olduğuna inanamadılar.

Önce karşımızda Suriyeli cihadçılar var dediler.

Bu tutmayınca, karşılarında Türkiye ordusunun bulunduğunu iddia ettiler.

Bunun da gerçek olmadığını idrak edince gerçekleri kabullendiler ve teslim oldular.

Ben bu savaşta görev yapan tüm Azerbaycan Türkü subay, astsubay, erbaş ve erleri yürekten kutluyorum.

Azerbaycan Devlet Baskani Ilham Aliyev'in de dediği gibi; eşgolsun Azerbaycan ordusuna. Karabağ Azerbaycan'dır.

İHA ve Sihalar İle İlgili Yeni Konseptler ve Yeni Doktrinler

Napolyon savaş tarihini ve felsefesini değiştiren bir adamdır. Ama onun yaptıklarını teorileştiren Fransızlar değildir.

Bir Alman ve bir İsviçreli subay bu savaşın sonuçlarından teoriler üretmiştir.

Bu sebeple Napolyon'un dehası, Alman Clausewitz ve İsviçreli Jomini'nin yazdığı kitapların ağırlığı altında ezilmiştir. 

Öte yandan Tankları 1. Dünya Savaşı sırasında 1916 yılında İngilizler icat etti.

Almanlar ise ilk tanksavar silahlarını geliştirdiler.

Almanlar ayrıca tanklar için yeni bir konsept geliştirdiler.

Bu konsepti "Yıldırım Harbi" adıyla teorileştirdiler.

2. Dünya Savaşı sırasında da bu konsept sayesinde bir cok muharebeyi cok hızlı bir şekilde kazandılar.

Böylece Yıldırım Harbi kavramı tarihe Almanların yarattığı bir kavram olarak geçti.

Bu günlerde de, kimse ifade etmese bile, Türk ordusu IHA ve SIHA'lar için yeni bir konsept geliştirdi.

Bu konsept Suriye, Libya ve Karabağ'da uygulandı ve basarisi ortaya konulmuş oldu.

Simdi askeri kurumların ve teorisyenlerin bunun teorisini yazıp adını koyması lazım.

Yoksa kısa sure içinde ABD bunu yapar ve askeri tarihe bu konu ABD buluşu olarak geçer.


Cenaze Yemekleri.

Cenaze ve sünnet törenlerine, yemeklere ve diğer kültürel faaliyetlere hayır diyenlere katılmıyorum ve evet diyorum. 
 Zaten kapitalizm ve hızlı kentleşme kültürel normlarımızın çoğunu yok etti ve yok etmeye devam ediyor.
Bizi biz yapan tüm kültürel kavramlarımız hızla aşınıyor. 
Bunu daha da hızlandırıp kapitalizmin istediği fabrikasyon ve seri üretimin her yerde ayni talebi gördüğü homojen bir dünya yaratma amacına hizmet etmenin alemi yok. 
İnsan için tarih boyunca en önemli şeyler; doğum ve ölüm ile bu ikisi arasındaki temel gelişmeleri ifade eden sünnet ve evlilik gibi olaylar en önemli olaylar olarak kabul edilmiştir. 
Bu olaylara değişik bölgelerde yasayan insanların gösterdiği tepkiler ve icat ettiği törenler o toplulukların kültürlerinin ana iskeletini oluşturmuştur. 
Bunları yok etmek hepsi birbirine benzeyen renksiz ve kokusuz monoton bir dünya inşa etmekten başka bir şeye yaramaz. 
Kapitalizmin amaçlarına hizmet etmeyelim. 
Aksine direnelim. 
Bu sebeple doğum, sünnet, düğün ve cenaze törenlerini ısrarla koruyalım.

19 Eylül 2020 Cumartesi

Türkiye'nin en temel sorunu nedir?

Londra'da bir gün IISS'de bir konferans vardı. Konu Türkiye olduğu için konferansa gittim. Birkac konuşmacı Türkiye hakkında "jeo-politik önemi, tarihi vb." konularda konuşma yaptı. En son bir profösör çıktı kürsüye. Türkiye'nin modernleşme tarihi hakkında oldukça bilgili olduğu anlaşılıyordu. Konuşmasında Osmanlinin yükselişi ve duraklama dönemini birkaç cümleyle anlattıktan sonra gerileme doneminde çöküşü durdurmak için gösterilen cabalardan bahsetti. Sonra da 3. Selim döneminden başlayarak cumhuriyet donemi inkilaplarına kadar modernleşme sürecini özetledi. Bu anlatim sirasinda; "Osmanlı'da modernleşme sureci ordu ile basladigindan 1980'lere kadar modernleşmede öncülüğü ordu mensupları yapmistir." anlaminda ifadeler kullandi. 80 darbesinde de ordunun ülkeyi iç savaşın eşiğinden döndürdüğünü ilave etti. Soru cevap sürecine gelindiginde soru soranlardan PKK sempatizani oldukları sordukları sorulardan anlaşilan birkaç kişi PKK olaylarini çarpitarak ordu ve turkiye'yi suçlar tarzda sorular sordular. Profesör bu soruları detaylı bir şekilde cevapladı. Özet olarak "PKK silahlı bir terör örgütüdür. Dünyanın hangi ulkesi olursa olsun silahli teror orgutlerine silahla karşılık verir. Türkiye kendini savunmaktan daha fazlasını yapmamistir." dedi. Sonra yine Turkiye vatandaşı olduğu anlaşilan biri söz aldi. "Profesör, askerlerin Türkiye'nin modernleşme ve demokratikleşmesinde öncü rol oynadigi iddianiz bana abartili ve tutarsiz bir iddia gibi geldi. Ayrica 80 darbesini ovuyormuş gibi gorunen ifadelerinizi demokrasinin dogum yeri olarak bilinen İngiltere'nin bir profosöründen duymuş olmaktan dolayı çok şaşırdım." dedi. Profesor "Sanirim vaktimiz dolmak uzere, bu sebeple soylediklerinize kisaca cevap verecegim. Türkiye'de demokratikleşme yönündeki ilk köklü adım 2. Meşrutiyettir. Meşrutiyet subaylarin cogunlukta oldugu Ittihat ve Terakki Partisi tarafindan ordu mensuplarinin onculugunde gerceklestirilmistir. Cumhuriyet'i kurup saltanati kaldiranlar da başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere askerlerdir. Bu yadsinamaz bir gercektir. Ben asker degilim. Burada askerleri ovmek gibi bir endise de tasimadan tespit ettigim gercekleri soyledim. Peki neden askerler onculuk etmişlerdir? Çunku Turklerin modernlesme sureci Ordunun modernlesmesi ile baslamistir. Sanayi olmadigi icin avrupadaki gibi burjuva sinifi Osmanlida ortaya cikmamistir. Ticaret de Turklerin elinde degil, azinliklarin elindedir. Universiteler ve sivil egitim askeri okullarin acilmasindan cok sonra yayginlasmaya baslamistir. Fakat bu okullar cumhuriyet donemine kadar yetersiz kalmistir. Okuma yazma orani cok dusuktur. Okuyup yazanlarin da cogu askerdir. 1920'ler Turkiyesinde sivil aydin kesim neredeyse yok denecek seviyededir. Doktor gibi, ilk açılan sivil egitim kurumlarindan mezun olanlar bile avrupa ile kiyaslanmayacak kadar azdir. Yani o donemde aydin denince akla gelen askerlerdir. Bu sebeple modernlesme surecinde subaylar oncu rol oynamistir. 1980 darbesine gelince, o dönemde tum dunya, iki kutuplu düzenin sebep oldugu kanli olaylarla karşi karsiya kalmistir. Avrupa'da da bircok ulke kanli catismalar yasamistir. Italya'da basbakan kacirilip oldurulmustur. Almanya'da kanli olaylar yasanmis ama Alman siyasetciler sorumluluk alip sert tedbirlerle olaylari kontrol altina alabilmistir. Ingiltere ve diger Avrupa ulkelerinde de teror eylemleri yasanmistir. Avrupa'da siyasetciler ve devlet kurumlari, halkin ve aydinlarin destegiyle bu olaylari kontrol edebilmislerdir. Ama bircok Asya, Guney Amerika ve Afrika ulkesi ayni basariyi gosterememistir. Bu sebeple bircok ulkede ic savas yasanmistir. Bazi ulkelerde rejimler degismis, bazi ulkeler bu ic savaslarda bölünmüştür. Diger bazi Asya, Ortadogu ve Guney Amerika ulkelerinde ise bu bölünme sureci askeri darbelerle durdurulmustur. Elbette askeri darbeler demokratik bir ulke icin istenmeyen bir seydir. Bununla birlikte 80 darbesi ile Türkiye iç savaş yaşamaktan ve hatta bölünmekten kurtulmuştur. Darbe oncesinde her gun onlarca patlama ve silahli saldirida onlarca insan olurken darbecilerin aldigi sert tedbirlerle olaylar kisa surede sona ermistir. Ustelik Turkiye'de ordu, bazi Asya, Ortadogu, Guney Amerika ve hatta Guney Avrupa ulkelerinde oldugu gibi hicbir zaman omur boyu suren ve babadan ogula geçirilmeye calisilan askeri diktatorlukler kurmamıştır. Darbelerden sonra en kisa surede tekrar parlementer sisteme gecilmistir. Turkiye'nin sorunu ordunun otoriter eğilimleri degil sivil elitin yetersizligidir. Elbette askeri darbeleri desteklemiyorum ama insan hayatinin kutsal oldugunu dusunuyorum. Bu anlamda iç savaş yaşanip yuzbinlerce insan olecegine, sivil siyasetciler ve aydinlarin beceriksizligine halkin yasami ve devletin butunlugunu kurban etmek istemeyen bir askeriyenin tutumunu da anlayabiliyorum." Profesorun cumleleri muhtemelen bire bir boyle degildi ama aklimda kaldığına gore bunlari ifade etmişti. Konferanstan sonra gidip kendisi ile biraz sohbet ettim. Adam, Turk tarihi ve toplum yapimiz hakkinda bizim aydınlarımızla karşılaştırılamayacak kadar çok şey biliyordu. Bunu gorunce cok uzuldum. Bizim derdimiz ne askeri darbeler ne siyasal islam ne de bolucu teror. Bunlar asıl sorunumuzun sadece bir sonucu. Asıl sorunu cozmeden bunlari cozemeyiz. Cunku bunlari yaratan asıl sorunumuz yani kendi tarihini bilmeyen, kendi halkini tanimayan, bu yuzden ya rusca, ya çince, ya amerikan ingilizcesi, ya Almanca-Fransizca-ingilizce veya Arapca gibi yabanci lisanlarla halkin sorunlarina recete yazmaya calisan siyasetci, aydin, sanatci vb. kesimlerdir. Bu kesimler turkce recete yazmayi becerebilselerdi darbeler de olmazdi, feto ve turevleri de olmazdi, 80 oncesi anarsisi de olmazdi, 80 darbesi de olmazdi, pkk teroru de olmazdi. Kimse sucu disarida veya baska bir yerde aramasin. Tarlayi duzgun capalamayan, zararli otla urun verecek olan bitkiyi ayiramayan birinin tarlasinda saglikli ve bol urun almayi beklemesi ahmakliktir. Suc komsu tarla sahibinde, ayrikta, kanyaşı'da degil, sorumlulugunu yerine getiremeyen tembel, bilgisiz, beceriksiz kisilerdedir.

25 Ağustos 2020 Salı

Sorun Çözmede Yeni Yaklaşımlar

Sorunları çözmek için iki yaklaşım olduğunu öğrenmiştik. 
Birincisi reaktif yaklaşım. 
Yani bir olayın olmasını beklemek ve olunca reaksiyon göstermek. 
Bu yaklaşımın ilkel hale geldiğini, 21. yüzyılda orduların, bu arada tüm insanların yeni bir yaklaşıma ihtiyaç duyduğunu söylemişti öğretmenlerimiz. 
Bu yaklaşımın adi proaktif yaklaşımdır. 
Henüz hiçbir sorun olmamasına rağmen muhtemel sorunların neler olabileceğini araştırmak ve muhtemel çözüm önerilerini değerlendirerek sorunları ortaya çıkmadan önce ortadan kaldırmak olarak tanımlanabilir. 
Özet olarak reaktif yaklaşım; deprem olunca veya sel basınca müdahale etmek, proaktif yaklaşım ise deprem olmadan önce bütün bilimsel araştırmaları yapmak, deprem bölgelerini tespit etmek, toplanma alanları belirlemek, kurtarma teşkilatları kurup eğitmek, zayıf binaları sağlamlaştırmak, cok zayıf olanları yıkıp yeniden yapmak veya başka yere inşa etmek, sele karşı dere yataklarını temizlemek, dere yataklarında yapılaşmaya izin vermemek, mevcut yapıları yıkarak dereleri açmak vb. faaliyetlerden oluşuyor. 
Reaktif yaklaşım sürekli kriz yönetimi gerektirir. 
Bu yüzden krizi ne kadar iyi yönetirse yönetsin sık sık krizle karşılasan yönetici iyi yönetici değildir derlerdi hocalarımız.

Stratejinin temel unsuru olarak zaman olgusu ve liderlik.

Zaman, stratejinin üç unsurundan biri, belki de en önemlisidir. 
Bu sebeple tarihte çoğu zaman güçlü tarafın yenildiği görülür. 
Mekan sabit bir parametredir. 
 Kuvvet ise değişkendir. 
Kuvveti mekânın sağladığı avantajlardan da faydalanarak güçlendirmek veya en etkili şekilde kullanmak zamanı uygun kullanmaya bağlıdır. 
Bu yüzden basta Ataturk olmak üzere başarılı liderler için hep zamanlama ustası derler. 
Ataturk 31 Ekim 1918'de değil de neden 19 Mayış 1919'da Samsun'a çıktı? 
31 Ekim'de elinde fikri ve fiziki hazırlık için zaman yoktu. 
İçinde bulunduğu zamanın koşulları da uygun değildi. 
Bizde erken öten horozun kafasını keserler. 
Tarlaya tohumu sadece uygun mevsim koşullarının oluştuğu aylarda atarlar. 
Bundan önce de tarlayı sürer ve ekime hazırlarlar. 
Siyasi hareketler de böyledir. 
Lenin daha önce de devrim yapmaya çalıştı. 
Ama 1. Dünya Savaşı sonlarında ortaya çıkan yıkım olmasaydı belki de Bolşevik Rusya hiç var olmayacaktı. 
İyi lider, zamanı iyi kullanan ve zamanın şartlarını iyi değerlendiren liderdir.

21 Temmuz 2020 Salı

İngiltere neden zengin, biz neden zengin değiliz?

Londra'da Richmond bölgesinde çok büyük bir park var. Halka açık ağaçlık bir alan olan bu park kadar büyük bir parkı ben Türkiye'de görmedim. Bu parka girince ilk dikkatimi çeken insanlarin da dolaştığı her yerde serbest bir şekilde dolaşan geyik sürüleri oldu. Ama beni en çok şaşırtan bu değildi. Zaman zaman gittiğim bu parkta bir gün yanında durduğum bir tabela dikkatimi çekti. Yanlış hatırlamıyorsam tabelada bir böcek resmi vardı. Tabelenın altinda ise toprakta bir delik ve bu deliklerden çıkan böcekler bulunuyordu. İlgimi çektiginden tabelayi okudum. Yazilara gore bir polis memuru (Aklimda oyle kalmış, başka bir memur da olabilir.) emekli olduktan sonra parkta dolaşırken benim durdugum yerde durmuş ve böcek yuvasi dikkatini çekmiş. Böceklerin daha once gordugu hicbir bocege benzemedigini fark edince her gun gelip sabahtan aksama kadar bocekleri incelemeye baslamis. Gün geçtikçe merakı daha da artmış. Izin alarak yuvanin hemen yanina bir çadır kurmuş. Sanırım iki yıl kadar yuvanin yaninda yatmış. Araştirmalari ve incelemeleri sonucunda bu boceklerin sadece parka özgü bir tür oldugunu tespit etmiş. Üreme ve beslenme özellikleri de dahil böcekler hakkında bir kitap yazmış. Şimdi "Eeeee! Ne olmuş yani?" diyenler olduğunu duyar gibiyim. Ne mi olmuş? İşte İngiltere'de bu tür insanlar olduğu için İngiltere'nin kişi başına düşen milli geliri bizim 7/8 katımız. Bizde Avrupa'nin tamamindan fazla endemik tür var ama ben kendini bunları araştırmaya adayan tek bir kişi olduğunu ne diydum, ne gordum. Richmond Park'ta olan o böcekler bizdeki bir parkta olsa birileri şikayet eder, belediye de ekip gonderip zehirlerdi. Bu yüzden bizde yüzyıllarca Türkülerimizi konu olan Allı Turnalar bile yok oldu. Bircok endemik tür yok olmaya devam ediyor. Konunun diger bir boyutu da insan niteligi. Emekli olan bir Ingiliz memur kendisine hiçbir maddi kazanç getirmemesine rağmen alalade bir bocegi arastirmak icin 2 yil ugrasiyor. Bizde ise insanlar birakin arastirmayi kitap bile okumuyor. Çocukken köyde bazı dini konularda konuşulanlari dinlerken aklima yatmayan şeyler olurdu. Bunu sordugumda "Hoca öyle dedi."cevabini alirdim. Kimse okumayinca herkes kendi kafasina gore otorite kabul ettigi bir kisi ne derse ona inaniyor. Ulkemizde bu kadar cok tarikat ve murit olmasinin sebebi de bu bence. Okuyup arastirmak yerine, tembel tembel oturup birileri ne derse ona inaniyoruz. Ben Anadolu'nun en batisinda dogup buyudum. Bu durum doguya dogru gittikce daha da vahim bir hal aliyor. Ornegin doguda bir yerde calisirken 14/15 çocugu olan bir adam tanidim. O kadar fakir idi ki çocuklari karnini doyurmak için karga da dahil ne bulursa avlayip yiyorlardi. Adama, neden bu kadar fakirken bu kadar cok cocuk yaptin diye sorunca "Allah verdi." dedi. "Dogum kontrolu yapsaydin Allah vermezdi." dedigimde ise sanki şeytan görmüş gibi gerildi. "Tövbe komutanim, dogum kontrolü cok buyuk gunah." dedi. Bunu nereden cikardigini sordum. "Melle (İmam) öyle soyluyor. Dogum kontrolü yapmak kendi çocugunu oldurmek demektir." diye cevap verdi. Bu konuyu sadece dindar insanlarda geçerli bir şey olarak düşünüyorsaniz, sosyal medyaya bakin derim. Ateist, deist, hristiyan veya başka bir inançta veya inançsizlikta oldugunu soyleyen kişiler de ayni. Hiçbir dayanagi olmayan seylere mutlak dogru gibi inaniyorlar. Cunku soylenen veya yazilanlar dogru mu diye merak edip 10 dakika bile arastirmiyorlar. Kendi genel bakis acilarina gore uygun gelen her seyi mutlak dogru kabul ediyorlar ve inançla savunuyorlar. Benim anladigim kadariyla ulkemizde ister dindar ister dinsiz olsun cogu insanin dusuncelerinden ziyade inançlari var. Inanmak çaba gerektirmiyor çunku. Arastirip ogrenmek ve dusunmek ise zaman ve emek gerektiriyor. Sanirim bedensel ve zihinsel bir tembellik hali ruhumuza islemis. Bu yuzden hangi parti gelse ulke duzelmiyor.

Kadına karşı uygulanan şiddet ve alınması gereken tedbirler

Yabanci ulkelerde karşılaştıgim Türk vatandaşlari hakkinda bazi gozlemlerim beni oldukça şaşırttı. Bunlardan en guncel olanini anlatacagim. Benim gordugum kadariyla yabanci bir kadinla evlenen Turk erkeklerinin cocuklarinin hemen hemen hicbiri Turkce konusamiyor veya konusmuyordu. Fakat ilginç bir şekilde yabanci bir erkekle evli Türk kadinlarinin cocuklarinin hemen hemen hepsi Turkce konusuyordu. Dahası, bu çocuklar Türk kulturune de yakin idiler. Benim bu gozlemimden cikardigim sonuc, her ne kadar ataerkil kulturel aliskanliklarimiz bizi bunu kabul etmekten alikoysa da, toplum kadinlarin eseridir. Kadinlar çocuklari sadece dogurmaz, şekillendirir ve yetiştirir de. O çocuklar da toplumu olusturur. Bu sebeple toplumun iyi veya kotu ozelliklerinden sorumlu olanin kadin oldugu soylenebilir. Bu çikarimi son zamanlarda iyice artan kadina şiddet olaylarina uyarlamak da mumkundur. Kadina şiddet, hamasetle, kanunla, laf uretmekle duzelmez. Kadinlar erkek cocuklarini kiz cocuklarina şiddet uygulamayacak sekilde yetistirmelidir. Bunun icin de kadinlar bu konuda devlet eliyle egitilmelidir. Egitim derken universite okumaktan bahsetmiyorum. Kadinlara annelik ve cocuk yetistirme egitimi verilmelidir. Aile bakanligi bu konuda harekete gecmelidir. Şiddetin kötü oldugu okullarda da ogretilmelidir. Sadece ninni gibi ders anlatmayla degil, uygulamayla da egitim yerlestirilmelidir. Şiddetle buyuyen çocuk şiddeti kendini ifade tarzi olarak icsellestirir. Evde terlik ve supurge ile, okulda cetvel ile, askerde başka yollarla terbiye edilen çocuklarin yetiskin olunca ayni seyleri yapmamasini istemek saçmaliktan başka bir sey degildir. En basit bir araç olan bisiklet tamiri için bile bir kişi çırak olarak yillarca eğitim gorurken cocuklari hayat icin dogumdan itibaren hazirlamamanin bir mantigi yoktur. Okullarda cocuklara ders verecek ogretmenleri yillarca bu iş icin eğitirken, çocuklarin kişiliğini inşa eden basta anneler olmak uzere aile uyelerini çocuk yetiştirme konusunda egitmemek de ayni sacmaliktir. Bazi ulkelerde bu konuda son derece sıkı tedbirler uygulanmaktadir. Ornegin tanidigim birinin eşi 2/3 yasindaki cocugunu doktora goturmus. Muayene sirasinda cocuk annesine tokat atmis ve tirnaklariyla elini çizmiş. Bunu goren doktor durumu rapor edince kadin, adam ve cocuk 6 ay boyunca psikologa gitmek zorunda kaldi. Eger ebeveynlerinin evde cocuga veya birbirlerine siddet uyguladigi tespit edilseydi cocuga sosyal guvenlik kurumu koruma saglayacakmis. Bunun icin de cocuk aileden alinacakmis. Bizde de bu konuda bir seyler yapilmasi sart. Aksi takdirde bu gun bir kesimi, yarin baska bir kesimi topa tutarak kendimizi tatmin etmekten baska bir sey yapamayiz. Unutmayin, çocuk gordugunu yapar.