.quickedit {display:none;} .quickedit {display:none;}
Kültür Yazıları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kültür Yazıları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Eylül 2013 Pazar

1960-1980 Yılları Arasında Türkiye’de Müziğin Gelişimi ve Değişimi.


1960-1980 Yılları Arasında Türkiye’de Müziğin Gelişimi ve Değişimi.
Türkiye'de ilk kurulan müzik kurumları. Halk müziği derlemeleri.
Development and Transformation of Music in Turkey, Between 1960-1980.

Mehmet ÇANLI*


ÖZET

Türkiye’de müzikte değişim esas olarak Osmanlı İmparatorluğu devrinde, Sultan 3’ncü Selim’in başlattığı yenilik hareketleriyle başlamıştır. Bundan sonra yaşanan tarihi süreçte, özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasına kadar ortaya çıkan düşünce hareketleri içinde müzik konusu da yoğun şekilde tartışılmıştır. Çoğunlukla Klasik Osmanlı Müsikisi’nin Türklere ait olmadığı ve yetersiz bir müzik olduğu, Türklerin esas musikisinin Halk Musikisi olduğu, Halk Müziği’nin Batı Müziği formları ile işlenerek hem modern hem de milli bir müzik oluşturulabileceği savunulmuştur. Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranlar da aynı görüşü benimsediğinden bu amaca ulaşmak için bazı inkılaplar yapmışlardır.
Devlet eliyle milli bir müzik yaratma girişimi ise, müziğin devlet kontrolünde icra edilmesi gibi bir sonuç doğurmuştur. Ancak; kırsaldaki halk arasında yaşamaya devam eden halk müziği ve plak teknolojisindeki gelişmeler dolayısıyla piyasalaşan popüler müzik türleri bu kontrolün dışında kalmayı kısmen de olsa başarmışlardır.
Uzun süren tek parti yönetiminin ardından, İkinci Dünya Savaşı sırasında başlayan değişim süreci, savaş sonunda çok partili sisteme geçiş ve 1950 yılında iktidar değişikliği müzik alanında da değişime sebep olmuştur. Yeni iktidar, uygulamaya çalıştığı liberal politikalarına paralel olarak devlet eliyle milli müzik oluşturma gayretlerini terk etmiş, ticari mallar için ithalat kapısını ardına kadar açınca da bu kapıdan, Batı’dan gelen ticari mallarla birlikte yeni müzik türleri de hızla yurda girmiştir. Bu dönemde ticari mal ithalatı mantığına uygun olarak yabancı müzikler de orijinal haliyle alınıp değişiklik yapılmadan yabancı dilde söylenmiştir. Klasik Osmanlı Musikisi ve Halk Müziği ise herhangi bir müdahalede bulunulmadan kendi haline bırakılmıştır.
1960 yılından sonra yeni anayasanın özgürlükçü yapısı, yabancı fikirlerin olduğu gibi yabancı müziklerin de ülkeye girişini hızlandırmıştır. İthal ikameci ekonomi politikalarına koşut olarak, yerli orkestraları koruyucu kanunlar yapılmış, yabancı şarkılara Türkçe sözler yazılarak yeni bir tür (aranjman) oluşturulmuş, yabancı müzik formları ile halk müziği şarkıları yeniden düzenlenmiş, aynı esaslarla yerli besteler yapılmıştır.
Bu dönemin tüm dünyada yaygınlaşan gençlik ve kitle hareketleri, müzik akımları, ideolojileri Türkiye’yi Batı ile hemen hemen aynı zamanlarda etki altına almış, bu durum ise müziğe de yansıyarak ideolojik anlamda müzik sloganlaşmaya başlamıştır. Ülkenin sosyal, ekonomik ve politik değişiminin de etkisi ile değişik yerel müzik türleri de ortaya çıkmıştır. Bunların en etkin ve günümüze kadarda etkisini sürdüreni arabesk müzik olmuştur.
1980 yılında yapılan askeri darbe ile politik müzik yapanlar ülke dışına kaçıp, bazı müzisyenler de yasaklanmış, Cumhuriyet’i ve onun kuruluş ilkelerini kurtarma ve koruma iddiasındaki generaller, ironik olarak Cumhuriyet’in kurucularının yaptığının tersine Klasik Türk Musikisi, Pop Müzik ve Halk Müziği’ni desteklenmiş, radyo ve televizyonlarda başta arabesk olmak üzere bazı diğer diğer müzik türlerine ise yasaklar getirilmiştir. Bu durumdan kaset piyasasındaki gelişmelerin de yönlendirmesiyle arabesk müzik karlı çıkarak yükselişe geçmiştir.
Darbe ülkenin siyasi yapısında olduğu gibi müzikte de bir durağanlığa ve bir bunalıma sebep olmuştur. Yıllardır temelleri atılan ve kök salmaya başlayan türler engellenince meydan Arabesk gibi yerli türlere ve Batıdan gelen yeni popüler müziklere kalmıştır.

Anahtar Sözcükler: Klasik Türk Musikisi, Osmanlı Klasik Musikisi, Türk Sanat Müziği, Halk Müziği, Dini Müzik, Tasavvuf Müziği, Klasik Batı Müziği, Pop Müzik, Popüler Müzik, Hafif Batı Müziği, Türkçe Sözlü Hafif Müzik, Aranjman.

ABSTRACT

Tranformation of musics in Turkey mainly started in the Ottoman Empire with the revolutionary movements of Sultan Selim 3. After then, during the historical process, espacially in the ideological movements which arise untill the collapse of Ottoman Empire, music olso had dicussed intensively. İn these dicussions, mainly it is claimed that;’’Classical Ottoman Music doesn’t belog to Turks, real music of Turks is People’s (folk) Music and the best choise is to treat People’s Music with the Western Musical Forms and by doing so a music, both modern and national can be created. The founders of Turkish Republic agreed with these ideas so they made some revolutions to menage this aims.
The intention, to create a national music by using satate power, also created a condition like performing music under the control of the state. On the other hand, people’s music and commercial popular musics, because of the developmments of disc technology, could go on to be performed out of the control of the state, without any intervention.
After the longstanding one party goverment; the variations during the Second World War, transition to multi party system at the end of the war and in 1950 cahanging of the goverment caused some transformations in musical area too. The new ruling party, according to its’ liberal policy, leaved the policy to create a national music, from the gate that opened for import commodities also western music came in the country quickly. During this period, western music imported in the country like comodities and performed with no change, in original language. Classical Ottoman Music and People’s Musik leaved composed.
After 1960, the construction of new liberal constitution, accelerated the incoming of foreing musics like the foreing ideologies. İn a parallel way to its’ import substitution economy policy, new laws legislated to protect domestic orchesras, created a new kind of music (aranjman) by writing Turkish words to foreign songs, Turkish Peoples songs rearrenged by using foreign musical forms and new songs composed with the same guidelines.
During this period, groving youth and mass movements, musical movements, ideologies affected Turkey almost at the same time with the West and this situation forced the music to act with slogans in an ideological way. With the effect of the social, economic and politic transformation of the country, also new kinds of domestic musics erased. The most effective of these and the one which can survive until nowadays has become Arabesk.
With the military coup in 1980, people who made political music escaped abroad, some of the musicians were prohibited, generals who claimed that they made the coup d’etad for protecting the republec, ironicaly in contrast of the founders behaviour, supported the Turkish Classical Music, Peoples Music and Pop Music, prohibited the performing of Arabesk and some other kinds of music. From of these conditions, Arabesk made big profits and arised because of the changing and groving cassette market. Coup d’etat caused a stability and depression for musical and political conditions. When different variaty of musics established and took root were prevented,Arabesk and new kinds of Western popüler musics came into prominence

Keywords: Turkish Classical Music, Ottoman Classical Music, Turkish Art Music, Popils (Folk) Music, Religious Music, Sufi (Tasavvuf) Music, Western Classical Music, Pop Music, Popular Music, Light Western Music, Light Music With Turkish Words, Aranjman.

Giriş:
Konuya başlamadan önce ‘’Müzik nedir?’’ sorusuna cevap aramanın, inceleyeceğimiz hususları daha iyi anlamamıza yardım edeceğini düşünüyorum.
Bu maksatla; Türk Dil Kurumu Sözlüğü’nü incelediğimizde üç ayrı yerde, üç ayrı müzik tanımının geçtiği görülmektedir. Bunlardan birincisi; Güncel Türkçe Sözlük’teki tanımdır ve şu şekilde ifade edilmektedir: Müzik; birtakım duygu ve düşünceleri, belli kurallar çerçevesinde, uyumlu seslerle anlatma sanatıdır. İkinci tanım ise Halkbilim Terimleri Sözlüğü’nde verilmektedir. Bu tanıma göre müzik; insanoğlunun toplumsal, dinsel, büyüsel, duyusal, düşünsel, eşeysel gereksinmelerini karşılamak için kullandığı uyaklı uyaksız, ölçülü ölçüsüz, düzenli düzensiz ses, sözlü ses, doğal ya da yapay aygıtların seslerinden oluşan evrensel kültür düzenidir. Üçüncü tanım da Eğitim Terimleri Sözlüğü’nde; duygu, düşünce ve imgeleri, tek ya da çok sesli olarak türlü biçimlerde anlatma sanatı; bu biçimde düzenlenmiş eserlerin söylenmesi ya da çalınması şeklinde ifade edilmektedir.[1]
Bu tanımlardan anlaşılacağı gibi müzik; her türlü inanç, duygu ve düşünceyi ifade etmek için ‘’seslerin kullanılması’’ faaliyetidir. Yaşamı ifade etmenin bir biçimidir. Bu anlamda düşününce belki de konuyu aydınlatacak en iyi tanım, Atatürk’ün 14 Ekim 1925 İzmir Kız Öğretmen Okulu’nda yaptığı konuşmasında ortaya koyduğu tanımdır: ’’Hayatta müzik lazım değildir. Çünkü hayat müziktir. Müzik ile ilgisi olmayan varlıklar insan değildirler. Eğer söz konusu olan hayat, insan hayatı ise müzik mutlaka vardır. Müziksiz hayat zaten mevcut olamaz. Müzik hayatın neşesi, ruhu, sevinci ve her şeyidir.’’[2]
Evet, Atatürk’ün de söylediği gibi, müzik demek hayat demektir. Onun her halinin anlatıldığı, onunla birlikte yaşayan, değişen ve gelişen canlı bir varlıktır.
Bizim konumuz müziğin belirli bir dönemini incelemek olduğundan, bu dönem içinde müziğin türlerine, gelişimine ve değişimine bakış açımız da yukarıda ortaya koymaya çalıştığımız tanımlamaya uygun olarak aşağıdaki esaslar dâhilinde olacaktır.
Toplumun değişik katmanlarının oluşturduğu halk kesimleri ne yaşıyorsa, müzik o yaşamla ilgili olarak var olur, insanlar neden etkilenirse, müzik te ondan etkilenir ve ona göre değişir, gelişir. Bunun yanında insan topluluklarının yaşam biçimleri arasındaki farklılıklar (göçebe, tarım toplumu, tüccar, sanayi toplumu) ile birlikte yaşanılan coğrafyanın doğal özellikleri ve dünya üzerinde bulunduğu yer de müziğin oluşumuna etki etmektedir. Hatta müziğin icra edildiği mekân bile müzik üzerinde etkilidir.
Değişik toplumların müzikleri arasında yukarıda açıkladığımız sebeplerden dolayı farklılıklar olabileceği gibi aynı toplum içerisinde değişik grupların müzikleri de farklı olabilir. Nasıl toplum homojen bir yapıdan oluşmuyorsa, değişik sınıfsal yapılanmalar, etnik ve dini gruplaşmalar, entelektüel seviye farklılıkları her toplumda var olan gerçekliklerse, bu grupların dinledikleri ve icra ettikleri müzik türlerinin de ona göre çeşitlendiği diğer bir gerçekliktir.
Bunlara örnekler verecek olursak; Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde yaşayan müzik ve folklorda tarımın ve komşu bölgelerde yaşayan Arap kültürü etkisinin izleri görülürken, Orta Anadolu’da coğrafi yeknesaklığa paralel olarak bozlaklar, Karadeniz de hareketli deniz yapısı ve dar yaşam alanlarının eseri olan horonlar görülebilir. Tekkelerde, kapalı mekânlarda, bir dini hiyerarşi içinde icra edilen müzik kırsal halkın müziğine göre daha kurallı ve ağır olurken benzer durum yönetici elitin kapalı mekânlarda dinlediği Klasik Türk Müziği’nde[3] de görülebilir. Şehirde yaşayıp ta seçkin sınıftan olmayan avamın dinlediği müzik te o insanların yaşam tarzına uygun olarak daha hafif, daha eğlenceye dönük ve daha basit (popüler veya pop) olmaktadır.
Kısaca tekrar etmek gerekirse; müzik hayatın bir parçası ve bir uzantısıdır. Hayat nasıl yaşanıyorsa müzik te ona uygun olarak şekil alır. Çünkü müziğin üretilebilmesi için bir müşterisi, bir dinleyeni, bir destekleyeni ve o müziği yapanın yaşamını sağlamak için ekonomik destek vereni olmalıdır. Farklı toplumlar ve bu tolumlar içindeki farklı kesimlerin diğer ihtiyaçları gibi müzik talepleri de farklı olmaktadır. Üretimi belirleyen veya en azından yönlendiren bu farklı taleplerdir. Müzik hangi kesimin talebine karşılık veriyorsa o kesim tarafından desteklenir, yaşatılır.
Bu anlamda düşününce genel olarak; devlet yöneticileri ve elit tarafından desteklenen, dini kurumlarca desteklenen ve geniş halk kesimlerince desteklenen müzik türlerinden söz edilebilir. Türk tarihi süresince gelişen müzik türleri de Osmanlı İmparatorluğu’na gelindiğinde benzer bir yapı arz etmekteydi.
Osmanlı İmparatorluğu’nun kapalı ve tarıma dayalı yapısı, dini farklılıklar vb. sebeplerle Avrupa ülkeleri ile kültürel etkileşim oldukça sınırlı olduğu dönemlerde bu yapı çok fazla değişmeden devam etmiştir. Ancak, devletin yıkılmaktan kurtulması için Batı teknik ve usullerinin alınması gerektiği düşüncesiyle, 3’ncü Selim’le başlayıp esas ivmesini 2’nci Mahmut ve Abdülmecit’le yaşayan batılılaşma hareketleri, yöneticiler eliyle, devlet kurumlarında yapılan batılılaşmaya paralel olarak kültür yapısında da, bu arada müzikte de bir batılılaşma hareketine, Batı müziği ve kültürü ile etkileşime sebep olmuştur. Bu durum uzun vadede; devlet yöneticileri, eğitimli kesim, Batı’ya gidip orada yaşayarak geri dönen insanlar, İstanbul’daki yabancı misyonlar, ticaret için gelen Batılılar, dış işleri memurları vb. kişiler vasıtasıyla ülkeye getirilen ve giderek artan bir Batı müzik zevki oluşturmuştur. Bunun sonucunda alıcısı oluşmuş bu müziğin kurumları da bir reform anlayışıyla resmi olarak kurulmuş veya ticari yollarla ülkeye gelmiştir. Olayın ticari boyutu bir kâr vadedince, daha çok insana bu ürünleri satmak için, çoğunluğu oluşturan halk kesimlerine (daha çok şehirlerde yaşayanlara) yönelik olarak daha basit, anlaşılır ve eğlendirici popüler türler de gelmeye başlamış ve ülke içinde kısa sürede yerleşmiş ve bunlardan etkilenerek bazı yerel türler de üretilmiştir.
Tüm bunların sonucu olarak, Osmanlı İmparatorluğu, Cumhuriyet’e; yüzyıllardır elit kesimin dinlediği bir Osmanlı Klasik Musikisi birikimi, batılılaşma hareketi sonucu 1826 yılında Yeniçeri Ocağı ile birlikte Mehter Birliği’nin kapatılarak, batılı esaslara göre kurulmuş yeni orduya uygun bir bando oluşturmak maksadıyla kurulan Mızıkayı Hümayun’dan itibaren gelişmeye başlayan bir Klasik Batı Müziği birikimi, operet ve kanto gibi sıradan halka hitap eden Batı Müziğinin daha popüler türleri birikimini, ülkenin her yerinde geniş halk kitleleri arasında yaygın olan ve yörelere göre farklılıklar gösteren halk müziği birikimini, Halk Müziği ve Osmanlı Klasik Musikisi özellikleri taşıyan değişik dini ve mezhep gruplarının tasavvuf musikisi diye de bilinen dini musiki birikimini miras bırakmıştır.
Bilindiği gibi, yukarıda bahsedilen yenilik hareketlerine paralel olarak, devletin yıkılmaktan kurtarılması temelinde zamanla oluşmuş Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük/Turancılık ve Batıcılık gibi değişik düşünce sistemleri de; hayatın ve devlet yönetiminin her alanına olduğu gibi müzik alanında da bazı etkileri olmuştur.
Osmanlıcılık, Balkan Savaşı ile geçerliliğini kaybederken, diğer üç akımın taraftarları arasında düşünce yapılarının devletin idaresine hâkim olması için kıyasıya bir mücadele yaşanmıştır. Yenilgi ile biten 1’nci Dünya savaşı sırasında, önceleri İslamcılık, müteakiben savaş sırasında Turancılık/Türkçülük fikirleri etkili olmuş, ancak bu akımların ülkeyi kurtaramadığı görülmüştür.  
Dünya savaşının ardından, Anadolu’da milli bir devlet kurmayı hedefleyen milliyetçilerin kurtuluş savaşını kazanmasıyla devletin ideolojisine, esas olarak Anadolu coğrafyasını temel alan, sınırları belirlenmiş bir coğrafyada, kültürel yönü ağır basan bir Milliyetçilik hâkim olmuştur. Bunun sonucu olarak; savaşı kazanan kadro, ideolojisine uygun olarak yeni bir millet ve onun siyasi yapılanması olan bir milli devlet oluşturmak için, devlet ve toplum yapısında köklü değişimler getiren inkılaplar planlamış ve yürürlüğe koymuşlardır.
Yeni devlet; fiziki anlamda, savaş sonucu yapılan barış antlaşması ile ortaya çıkmıştır. Bundan sonra, bu devletin milli bir devlet olabilmesi için kurumlarının millileşmesi ve devletin vatandaşlarının oluşturduğu halkın (daha homojen) bir ulus haline getirilmesi, yani yeni bir millet oluşturulması faaliyetlerine başlanmıştır. Millet oluşturmak için ise; bahse konu milletin dilinin, tarihinin ve kültürünün hâkim kılınması, kutsanması, şanlı hale getirilmesi veya bunlar istenen millet oluşumuna uygun görülmüyorsa yeniden düzenlenmesi, hatta yeniden yaratılması gerekmekteydi.
Bu sebeplerle; Almanlar ne yaptıysa, Fransızlar ne yaptıysa, diğer uluslaşma süreci yaşayan milletler ne yaptıysa Cumhuriyet’i kuranlar da benzer hamlelerde bulundular ve birtakım inkılaplar yaptılar. Bu kapsamda, aralarında Güneş Dil Teorisi ve eski Anadolu halklarından bazılarının aslen Türk olduğunu iddia eden aşırılıklara varan tezler de olmakla birlikte, o gün için gerçekten gerekli olduğu düşünülen; dili sadeleştirme, yabancı kelimelerden ve yapılardan arındırma, İslam öncesi Türk tarihini ve antik dönem Anadolu tarihini araştırarak daha gerilere ve derinlere vurgu yapma, yaşanan coğrafyada çok eskiye dayanan kökler arama, bulunamazsa icat etme gibi faaliyetler de yapılmıştır. Yeni bir dil, sınırları çizilmiş yeni bir vatan, yeni bir tarih ve bu sacayağı üzerinde temelleri atılan yeni Türk Ulusu için kültürel alanda da inkılaplar yapılması tabii ki kaçınılmazdı. Atatürk’ün de dediği gibi ‘’Türk inkılabının temeli kültür’’ idi. Bu sebeple, temeli kültüre dayanan bir milliyetçilikte, ulus yaratmanın temelinin de kültürel devrimler olması gerektiği için kültür alanında da köklü değişikliklere gidildi. Kültür denince akla ilk gelen hususlardan biri de müzik olduğundan müzik te bu inkılapların ana konularından birisi haline geldi.  Bu sebeple, yeni devletin kurucuları, derhal, müzik alanında birtakım uygulamaları yürürlüğe koydular.
Bütün bu anlattıklarımız o dönemde icat edilmiş yeni şeyler de değildi. Bunlar, Osmanlının son dönemlerinde uzun yıllar boyunca tartışılmış, düşünülmüş, üzerine değişik yayın organlarında makaleler yazılmış hususlardı. Bunlarda iddia edilen yaygın görüşler; Osmanlı Klasik Müziği’nin Türk müziği olmadığı, Arap ve Bizanslılardan kalma olduğu, gerçek Türk müziğinin Anadolu Halk Müziği olduğu, ancak bunun da ilkel olduğu ve modern bir devlete/ulusa yakışmadığı, bu müziğin Batı Klasik/Çoksesli Müziği formları ile işlenerek modern ve milli bir müzik yaratılması gerektiği noktalarında toplanmaktaydı. Bu düşünceler milliyetçi çevreler kadar, İslamcılığın simgesi olarak görülen 2’nci Abdülhamit gibi kişiler tarafından da benzer şekilde değerlendiriliyordu. Şimdi yapılan ise bu düşünceleri sistemli bir hale getirip uygulamaktan ibaretti.
Cumhuriyet devrine gelindiğinde bu fikirleri teorize eden büyük düşünce adamı Ziya Gökalp oldu. Ziya Gökalp, 1923 yılında yazdığı ‘’Türkçülüğün Esasları’’ isimli kitabında; halk müziği+Batı formları şeklinde formüle edilebilecek düşüncenin esaslarını belirledi ve başta Atatürk olmak üzere dönemin idarecileri ve aydınları üzerinde de etkili oldu. Bundan sonra; Osmanlı’dan miras kalan müzik kültürü üzerinde devlet eliyle inkılaplar yapılmaya başlandı. Devletin kurucusu ve inkılapların yapıcısı olan Atatürk bu konu ile diğer inkılaplarla olduğu gibi bizzat ilgilendi.
Bu genel bilgilerin ışığında, esas konumuz olan 1960-1980 yılları arasında Türkiye’deki müziği incelemeye başlamadan önce bu döneme kadarki süre içinde müziğin gelişimine de kısaca değinilecektir. Bu dönem iki ana bölümde incelenmeye çalışılacaktır: Birincisi; 1923-1950 yılları arasındaki (erken cumhuriyet dönemi) tek partili siyasi sistemin bulunduğu, ekonomide ise devletçiliğin hâkim olduğu dönem, ikincisi; 1950-1960 yılları arasında, çok partili sisteme geçildiği ve serbest ekonominin uygulandığı dönem.
Erken Cumhuriyet dönemi Müzik Politikaları da kendi içinde iki alt dönemde incelenebilir:1923-1934 ve 1934-1950. İlk dönemde genel olarak ulusal opera yaratılması üzerine gösterilen girişimler ve müzik üzerine yasal düzenlemeler yoğunluktadır. İkinci dönemde ise, daha kurumsal çabalar gözlemlenir. Mesela yabancı müzisyenlerin Türkiye’ye davet edilmesi, bir müzik komisyonunun toplanması ve Devlet Konservatuarı’nın kurulması gibi. Benzer şekilde ilk dönemde halk müziği üzerine çalışmalar görülmesine karşın, ikinci dönemde bu çabaların daha kurumsal ve sistematik bir şekilde yapılmaya çalışıldığı söylenebilir.

Erken Cumhuriyet Dönemi (1923-1950):
Cumhuriyetin ilanından hemen sonra, müzik reformu henüz konuşulmamasına rağmen, ilk adımlar hızla atılır. Bu kapsamda Osmanlı’dan kalma müzik kurumları ile ilgili bazı düzenlemeler yapılır. İstanbul’da bulunan Musiki Encümeni 1923 yılında lağıv edilir. Darül-elhan aynı yıl Maarif Vekâleti’nden ayrılıp İstanbul Valiliği’ne bağlanır. Bu arada Mızıkayı Hümayun Ankara’ya nakledilir. Riyaset-i Cumhur Filarmoni Orkestrası, Riyaset-i Cumhur Bandosu ve Riyaset-i Cumhur Fasıl Heyeti adlarını alan Mızıkayı Hümayun’un alt kurumları Ankara’da çeşitli konserler vermeye başlar.[4]
Ziya Gökalp’in halk müziği+Batı formları düşüncesine paralel olarak yeni kurulan milli devlete yaraşır bir milli müzik oluşturma çabalarına diğer yeni girişimlerle devam edilir ve üst üste birçok adım atılır.
Bu kapsamda, ‘’Atatürk’ün, ‘’Bizim hakiki musikimiz’’ dediği halk müziğinin derlenmesine ve kompozitörler tarafından işlenmesine 1924 yılında başlanır. İlk derleme gezisi Batı Anadolu’ya yapılır ve derlenen türküler ‘’Yurdumuzun Nağmeleri’’ adı altında yayınlanır (1925). İstanbul Konservatuvarı, 1926-1929 yılları arasında Anadolu’ya dört derleme gezisi düzenler, bu gezilerde derlenen türküler ‘’Halk Türküleri’’ adı altında 14 defter halinde yayınlanır.[5]
1924 yılında Milli Eğitim Bakanlığı tarafından üzerine halk şarkılarının sözlerinin yazılacağı derleme kartları öğretmenlere dağıtılır. Bu çaba sonucu yaklaşık yüz tane halk şarkısı toplanır.
1924 yılında Musiki Muallim Mektebi kurulur ve yurt dışına Batı müziği eğitimi almaları amacıyla Maarif Bakanlığı tarafından öğrenci gönderilmesine başlanır.
Tabii müzik alanında inkılap bu kadar basit işlemlerle kalmamıştır. Bir defa yeni bir şey yaratmak için eskisini ortadan kaldırmak veya en azından etkisini azaltmak gerekmektedir. 1925 yılında, tekke ve zaviyelerin kapatılması ile esas olarak Osmanlı Klasik Musikisi’nin yaşatıldığı, üretildiği ve geliştirildiği bir kurum ortadan kaldırılarak bu musikinin dayandığı temellerden birisi yıkılmıştır. Fakat yüzyıllardır yaşayan bir musikiyi kısa sürede halkın dimağından silmek bu kadar basit eylemlerle mümkün olmamış, bu sebeple bazı yasaklar devreye sokulmuştur. Günümüzde konu hakkında inceleme yapan bazı çevrelerce, bu yasaklar basit bir eskiye düşmanlık, milletin kadim kültürüne karşı bir saldırı olarak sunulmaya çalışılmaktadır. Ancak bunu böyle basit ve duygusal sebeplere bağlamak kanaatimce doğru değildir. 1926 yılında, okullardan klasik Türk müziği eğitiminin kaldırılması uygulamasının, Cumhuriyet’in, modern Türk ulusu yaratma ve Osmanlı’yla kültürel bağlarını kopartmak isteyen çağdaşlaşma uğraşıları doğrultusunda değerlendirilmesi, daha doğru ve daha akılcıdır.
Bu yenilikler çerçevesinde, opera gibi Batı tarzlarının yerleştirilmesi, yerelleştirilerek kurumsallaştırılması konusuna da ağırlık verilir. Bu kapsamda; ‘’1931 yılında Opera Cemiyeti kurulur.’’
Öte yandan halk müziği derleme gezilerine devam edilir.  İstanbul Konservatuarı’nca, 932 yılında, beşinci derleme gezisi de düzenlenir.
Birinci dönemde yapılan tüm çalışmalara rağmen müzik alanındaki inkılaplar çok başarılı olamamış ve Atatürk’ün istediği sonuçlara tam olarak ulaşılamamış, bunun üzerine Atatürk bu inkılaplara ivme kazandırmak ihtiyacı hissetmiş olacak ki, değişik yerlerdeki konuşmalarda bu konuyu daha büyük önemle vurgulamaya devam etmiştir.
Bu kapsamda, Atatürk’ün 1 Kasım 1934’te TBMM’nin Dördüncü Dönem Dördüncü Toplanma Yılı’nı açarken söyledikleri, aynı zamanda Türk devriminin ikinci dönemde uygulanacak olan müzik görüşünü belirtmesi açısından önemlidir.
‘’Bir ulusun yeni değişikliğinde ölçü, musikide değişikliği alabilmesi, kavrayabilmesidir. Bugün dinletmeye yeltenilen musiki yüz ağartacak değerde olmaktan uzaktır. Bunu açıkça bilmeliyiz. Ulusal, ince duyguları, düşünceleri anlatan, yüksek deyişleri, söyleyişleri toplamak, onları bir an önce, genel son musiki kurallarına göre işlemek gerektir. Ancak, bu güzeyde Türk ulusal musikisi yükselebilir, evrensel musikide yerini alabilir. Kültür işleri bakanlığının buna değerince özen vermesini, kamunun da bunda ona yardımcı olmasını dilerim.’’[6]
Bu konuşmanın ardından müzik alanında yapılan yenilikler yeniden hareketlenmeye başlar. Bu maksatla yapılan ilk ve en önemli faaliyet, müzik reformunun izleyeceği yol haritasını belirlemek üzere bir komisyon oluşturulmasıdır.
26 Kasım 1934 tarihinde, Ankara’da, Kültür Bakanı başkanlığında bu komisyon toplanır. Komisyon toplantısından çıkan en önemli sonuç, bu toplantıda oluşturulan Devlet Musiki ve Tiyatro Akademisi Komisyonu’nun ‘’Türkiye Devlet Musiki ve Tiyatro Akademisi’nin Ana Çizgileri’’ başlıklı bir rapor hazırlaması olmuştur. Bundan sonra radyolarda Türk Müziği yayını yasaklanır.[7]Fakat Türk müziği yayınlarının yasaklanmasıyla birlikte halk yoğun olarak Arap radyolarını dinlemeye yönelince, yayın yasağı iki yıl sonra, 1936’da kaldırılır.
Bu arada opera gibi batı türlerinin Türk ezgilerinden esinlenerek bestelenmesi ve icrası çalışmalarına girişilir.  İran Şehinşahı Rıza Şah Pehlevi’nin 1934 yılında Ankara’yı ziyareti sebebiyle, Atatürk’ün teşvikiyle Adnan SAYGUN tarafından konusu İran mitolojisiyle ilgili ilk Türk operası ‘’Özsoy’’ bestelenir ve şahın huzurunda oynanır.[8]
İkinci dönemin bir başka özelliği, yabancı müzisyenlere, ulusal ve modern müziğin yaratılmasında biçilen roldür. Türkiye’de müzik inkılabı yönünde ilk rapor veren kişi, ünlü müzisyen Lico Amar olur. Amar bu raporunda; kısaca modern musikinin öğretilmesi için radyonun ve konservatuarların öneminden bahseder. Yabancı müzisyenlerden bir başka önemli kişi ise, ünlü opera ve tiyatro yönetmeni Carl Ebert’tir. Ebert, uluslararası opera örneklerinin Türkçe olarak sahnelenmesinde önemli roller üstlenir. Türkiye’ye gelen yabancı müzisyen ve bestekârların en önemlileri ise Paul Hindemith ve Bela Bartok’tur.  Hindemith; Musiki Muallim Mektebi’ni ve Riyaset-i Cumhur Orkestrası’nı teftiş eder, bir konservatuar kurulması konusunda çeşitli raporlar yazar. Bartok ise esas olarak Halk Müziği ile ilgilenir. 1936 yılında Halkevleri tarafından düzenlenen derleme gezisine katılır. Hidemith gibi Bartok ta bir rapor yazar.[9]
Bu dönem, Türkiye Cumhuriyeti tarihi için bir başka açıdan da çok önemlidir. Türkiye’ye Doğu Avrupa ekolü olarak yansıyan bu müzik derlemelerinin, yalnızca yerel müzikleri derlemek gibi bir amacı yoktur. Doğu Avrupa ekolü, halk müziği araştırmalarına müzikolojik amaçların dışında, dört önemli işlev daha yüklemiştir. Bunlardan birincisi, milliyetçilik ideolojisidir. İkincisi, geleneksel müziğin korunması/saklanması, üçüncüsü, egemen etnik kimliğin vurgulanması ve dördüncüsü ise eğitim müziği için halk müziğinin kullanılmasıdır. Bu anlamda halk müziğinin derlenmesi ve değerlendirilmesi  ‘’reçetesi’’, ‘’milli ideoloji’’ üretmek adına, harfiyen uygulanır.[10]
Öte yandan devlet eliyle yapılan müzik çalışmalarının yanında piyasada ve sivil alanda da müzikal faaliyetler devam etmektedir. Cumhuriyetin ilk yıllarında Meşrutiyet’ten kalma topluluklar oyunlarını sürdürmektedir. Birçok operet heyeti tarafından operetler oynanmakta ve ilgi görmeye devam etmektedir.
Daha Osmanlı döneminde Türkiye’ye gelen Tango Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren hızlı bir gelişim gösterir. Bulunduğu ülkenin yerel müziğinden alabildiğine yararlanmayı bilen Tango, Türkiye’de de kolayca yerelleşir, birbiri ardına tango yorumlayan ve besteleyen sanatçılar ortaya çıkar. 1935-37 yıllarında yurt dışında eğitim gören Orhan Avşar ve 1938’de Türkiye’ye gelen Macar asıllı Darvaş, bu türün ilk yerli öncüleridir. Tango gitgide özgünleşerek özellikle ‘60’lı yıllarda devlet radyolarının da desteğiyle altın yıllarını yaşar.[11]
Caz ise Türkiye’ye 1920’li yıllarda girer. Ermeni asıllı Leon Avigdor, Avrupa’da duyduğu bu müziğe hayran olur ve Türkiye’de de icra etmeye başlar. 1933 yılına dek kurduğu değişik topluluklarla cazı İstanbul’da duyurur. 1940’lı yıllarda ülkede birbiri ardına caz toplulukları kurulur ve özellikle İstanbul’daki gece kulüplerinde icralar başlar. Caz da hızla yayılır.[12]
İkinci dünya savaşında demokratik ülkelerin kazanacağının belli olmaya başlamasından itibaren Türkiye’de daha demokratik bir sisteme geçilmesine yönelik talepler artmaya başlar. İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden sonra ise; SSCB’nin Türkiye’den üs ve toprak talebi devleti idare edenleri endişeye sevk eder. Gelişmeleri yakından takip eden ve doğru okuyan devlet yönetimi; Batılı ülkelere yanaşmaya, onların desteğini kazanmaya çalışır. Bu da, bir takım demokratik adımların atılması, tek partili merkezi yönetimin iplerinin gevşetilmesi ile sonuçlanır.
Bu serbestlik artışı ile devletin bazı eski politikaları gibi müzik politikaları da eleştirilmeye başlanır ve eleştiriler arttıkça eski politikalarda bazı geri adımlar atılır. 1943 yılında, İstanbul Belediye Konservatuarı’nda, sınırlı da olsa Osmanlı Geleneksel Müziği eğitimine izin verilmesi müzik politikalarında ilk önemli geri adım olarak görülebilir.
1944 yılından sonra alaturka-alafranga müzik tartışmaları daha da hızlanır. Çeşitli dergilerde alaturka müziğin yayın süresinin radyolarda kısaltılması eleştirilir. Bu tartışmalar 1945 yılı bütçe görüşmeleri sırasında Meclis’e kadar sıçrar. Başlangıç nedeni ne olursa olsun, Meclis’te dönen tartışmalar, Osmanlı Geleneksel Müziği’ni Türk Halkı’na yabancı olarak gören hâkim ideolojik pozisyonda bir kırılma olduğunu gösterir.[13]

1950-1960 Yılları Arasındaki Dönem:
Uzun yıllar süren tek parti yönetimi döneminde, yukarıda da bazılarını belirtiğimiz, birçok inkılap yapılmış, devletin, kurumların ve toplumun yapısı değiştirilmeye çalışılmış, devletçilik diye ifade edilen planlı ekonomi uygulanmış, devlet eliyle yapılan ağır sanayi tesisleri ile sanayileşme çabaları yürütülmüş, ekonomide olduğu gibi devletin ve toplum yaşamının tüm alanlarında merkezden yönetilen yeni bir sistem teşekkül ettirilmiştir.
Bu dönemde; dış borç almadan denk bütçelerle kalkınmaya çalışılmış, bir yandan köklü batılılaşma hamleleri yapılırken öte yandan emperyalist olarak görülen Batı ülkelerinin ve onun kurumlarının ülkeye sızmasına ve yönetime müdahale etmesine karşı tedbirler alınmıştır.
Bu süreçte, ülke nüfusunda dengeli ve yavaş bir artış olmuş, köy ile kent ekonomisi kısmen birbirinden bağımsız olarak gelişme göstermiş, şehirlere göç çok yavaş olduğundan sosyal yapıda büyük ve ani bir değişiklik meydana gelmemiştir.
1950 seçimleri ile iktidara gelen Demokrat Parti ise; liberal ekonomik ve sosyal görüşleri çerçevesinde tamamen kontrolsüz bir ekonomik ve sosyal program uygulamaya koyar ve Cumhuriyet’in kuruluş döneminde devlet eliyle yapılan inkılapları gevşetme yoluna gider. Bu dönemde, ithalata dayalı ve dış borç alarak finanse edilen bir ekonomik büyüme politikası uygulanır. Tarım makineleri ithalatı alanı da dâhil tarım alanında büyük destekler verilirken, plansız da olsa karayolları, köprüler vb. birçok yeni yatırımlar yapılır. Tarım makinelerinin ithali sonucu tarımda oluşan makineleşme ile köylü gelirleri artarken köyde işgücü fazlası ortaya çıkar, bu fazla işgücü, sanayileşmeye başlayan şehirlere (yeni yolların sağladığı ulaşım imkânlarının da katkısıyla) doğru yoğun bir göç hareketine başlar. Bu dönemde nüfus artış hızındaki büyüme de bu göçü hızlandırır.
Sonuç olarak; siyasal düzeyde tek parti döneminin son bulması, ekonomide tarımsal üretimden sanayi üretime doğru yönelişin hızlanması ve toplumsal açıdan kentlere doğru hızlı bir göçün ortaya çıkması Türkiye'nin toplumsal ve ekonomik yapısında önemli değişimleri beraberinde getirir.
Gevşeyen sistem ve dışa açık ekonomik büyüme politikaları sonucunda Türkiye’ye değişik batı ürünleriyle birlikte batı kaynaklı popüler müzik türleri de serbestçe girmeye başlar. NATO ittifakına girmemizle beraber, başta TSK olmak üzere ABD ve batı ile yakın temasa geçen sivil ve asker kişi sayısı da artar. Bu da, yeni müzik türlerinin ülkeye girişini hızlandıran diğer bir etken olur.
Gerek toplumsal ve ekonomik yapıdaki gelişmelerle, gerekse teknolojideki gelişmelerle, önceden daha çok canlı olarak konserlerde veya radyodan dinlenen müzik, yavaş yavaş endüstri haline gelmeye ve canlı bir müzik piyasası oluşmaya başlar. Plaklar, gelişen müzik ve kayıt teknolojilerinin de yardımıyla, hemen her eve ulaşabilecek önemli bir güç olarak görülmeye başlanır. Bu durum devletin müzik üzerindeki kontrolünün ve devlet kurumlarının müzik yayınındaki tekelinin kırılmasına sebep olur.
Bir müzik piyasası 1900 yılından sonra ülkemizde plak satışlarının başlaması ve değişik plak şirketlerinin kurulmasıyla başlamış, Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra da devam etmiş, ancak pikap ve radyo sayısının azlığından dolayı bu piyasa çok fazla büyüyememiştir. 1950 sonrasında gelirleri ve şehirle irtibatı artan kırsal kesim de, serbest bırakılan ithalatın etkisiyle bu cihazları daha fazla temin edince plaklara olan talep te artar.
Bu sebeple, piyasalaşma süreci, Türkiye’de daha çok 1950’lerde gelişmeye başlayan ‘kentleşme’ olgusuyla birlikte gelişme gösterir. Bu yıllarda Türkiye toplumsal değişme sürecini çok daha yoğun yaşamaya başlar. Bu dönemde Türkiye siyasi ve kültürel yaşamında da en önemli değişmeler ortaya çıkar, devlet eliyle musiki yaratma planı bir daha açılmamak üzere kapatılır.[14]
Bundan sonra yeni türler hızla ülkeye girmeye ve yayılmaya devam eder. 1940’lı yıllarda Amerika’nın Sesi radyo yayınının da etkisi ile Caz’a olan ilgi, 1950’li yıllarda Türkiye’ye gelen ABD’li subaylar vasıtasıyla daha da yaygınlaşır.
1950’li yıllar, Türkiye’de caz dışındaki Batı müziği türlerinin de iyice tanındığı ve yerleştiği yıllardır. Bu gelişim yıllarında ilk popüler yıldız ortaya çıkar: Celal İnce. Onun sesinden tüm Türkiye’ye yayılan Kovboy Şarkısı, bir dönemin en sevilen şarkısı haline gelir, böylelikle tango dışında bir türün de Türkiye’de tutulabileceğini göstermiş olur.
Celal İnce’nin popüler olduğu yıllarda birbiri ardına kurulan orkestralar, mambo’dan çaça’ya birçok türde ürünler verir. Bu orkestraların çalışma alanları, art arda açılan gece kulüpleridir.
1955’te İstanbul’da Deniz Harp Okulu öğrencileri tarafından bir rock’n roll orkestrası kurulur. Bu, yeni bir dönemin başlangıcıdır. Türkiye’de belki de ilk defa yeni bir tür Batı’yla aynı zamanda icra edilir. Durul Gence ve Erkan Gürsal tarafından kurulan Deniz Harp Okulu Orkestrası, önce okul içinde, sonraları da Somer Soyata ve Arkadaşları takma adıyla İstanbul okullarında konserler verir.
O dönemde kurulan gruplar İstanbul’da konserlere ağırlık verirler ve yabancı radyolardan dinleyerek öğrendikleri şarkıları kendilerince yorumlarlar. Makul olan, yorumun mümkün olduğu kadar az yapılmasıdır. Bir şarkı orijinaline ne kadar yakın olursa o kadar ilgi ve itibar görür. Bu arada provalarda da ilk beste çalışmaları başlar. Ancak yapılan bestelerin tümü İngilizce sözlüdür.[15]

1960-1980 Yılları Arasında, Türkiye’de, Müziğin Gelişimi ve Değişimi:
1960 darbesinden sonra yapılan özgürlükçü anayasa, toplumsal hareketlerin, değişik işçi vb. örgütlerinin önünü açınca toplumsal yaşamdaki hareketlilik te otomatik olarak artar.
Bu dönemde, 50’li yıllarda uygulanan plansız ekonomi uygulamalarının olumsuz sonuçları dikkate alınarak yeniden planlı bir ekonomik sisteme geçilir. Beş yıllık ekonomi programları hazırlanır. Ekonomide, dışarıdan ithal edilen malların ülke içinde üretilmesi anlamına gelen ithal ikameci bir sistem uygulanmaya başlanır.
Devlet, kredi imkânları sağlayarak, yabancı ürünlere yüksek vergi duvarları koyarak yerli sanayii desteklemeye başlar. Bunun sonucunda büyük şehirlerin etrafında birçok sanayi tesisinin oluşmasını sağlanır. Yüksek nüfus artış hızı ve tarımda makineleşmenin artmasıyla kırsal alanda biriken fazla işgücünün 50’li yıllarda başlayan köyden kente göç akınını daha da hızlandırır. 60-80 arasındaki dönemde devlet tüm kesimlerin gelirini artırmaya çalışır ve bu şekilde hareketli bir iç pazar oluşturmaya çalışır.
Bu durum, büyük şehirlerin etrafında devlet arazilerine kaçak olarak yapılmış gecekondu kuşağını giderek büyütür. Şehre tam adapte olamamış, köyünden de uzaklaşmış bu gecekondu toplumu sosyal yapıyı etkileyen önemli bir unsur haline gelir. Sanayileşme ile şehirlerde artan işçi sayısı ve buna eklemlenebilen gecekondu yaşayanları sosyal ve siyasi hareketlerin artmasına sebep olur.
İlginçtir, müzikteki değişim de ülkenin sosyal-kültürel yapı değişmeleri kadar ekonomi politikalarıyla da paralel bir gelişme gösterir. 1950’li yıllarda ithalatın serbest bırakılması ile birlikte, yabancı müzik türleri ve bu türlere ait şarkılar da aynı mal ve hizmetlerde olduğu gibi dışarıdan hiç değiştirilmeden alınır, nasıl mal piyasasında orijinal ithal Avrupa malı tercih edilen konumda ise müzik türleri ve parçaları da ülkemize aslına uygun şekilde, aynı dilde ve yorum katmadan söylenir.
1960’larda ithal ikameci ekonomiye geçince müzikte de yabancı parçalara söz yazma veya türküleri Batı teknikleriyle yorumlama gibi yerel üretimlerle ikameci yaklaşımlar hâkim olur. Öte yandan, yerli sanayi nasıl kanunlarla ve vergi duvarları ile desteklendiyse, müzik alanında da yabancı orkestralara getirilen kısıtlamalar ve beraberinde bir Türk grubu ile çalmak gibi zorunluluklar ortaya çıkar. Bunun sonucu olarak 1960’lı yıllarda sanayi üretimi gibi müzik üretiminde de bir altyapı ve birikim meydana gelir.
1960’lara kadar musiki ‘’alafranga-alaturka’’ diye ayrılıyordu, ama her ikisinin de dinleme hazırlığı gerektirmeyen, kolayca sevilen, popülerleşmiş örnekleri tercih ediliyordu. Geleneksel toplumun çözülmesiyle 1960’tan sonra merkezdeki bu genel ‘’alafranga-alaturka’’ zevk ikiliği de parçalanır. Klasik olanla popüler olan daha bir ayrışır. Popüler düzlemde ise yepyeni türler oluşur, çoğul bir musiki manzarası ortaya çıkar. Dahası türler iç içe geçer, ne alaturka ne alafranga olan yahut hem alaturka hem alafranga olan yeni türler oluşur.[16] 
Tam bu dönemde karşımıza çıkan bir taş plak Türkiye’de popüler Batı müziği açısından bir miladı işaret eder. Erol Büyükburç, kendi bestesi olan Little Lucy’yi, Kadri Ünalan’ın da içinde bulunduğu grubuyla yorumlar ve plak yapar. Odeon Plak Şirketi etiketiyle yayımlanan 1961 tarihli bu plak büyük ilgi görür ve o güne dek sadece yabancı sanatçı ve toplulukların ulaşabildiği bir satış başarısı yakalar. Bu, Türkiye’de, popüler Batı müziğinin ilk büyük başarısıdır. 
Türkiye’nin ilk ‘’kült’’ müzisyeni sayılabilecek Erol Büyükburç, önceleri Rock’n roll şarkıları söyleyip bu tarzda besteler yaparken sonraları memleket müziklerine merak salar. 1950’li yılların sonunda ‘’Yine Bir Gülnihal’’ gibi klasik şarkıları Batı anlayışına göre düzenler ve sahnede söylemeye başlar. Türkiye’deki ilk büyük turneyi 17 Nisan-5 Haziran 1961 tarihleri arasında gerçekleştiren Erol Büyükburç, Anadolu’ya açılan ilk pop şarkıcısıdır. Little Lucy ile başlayan plak piyasasındaki canlanma, 45’liklerin ortaya çıkışıyla daha da artar. Taş plaklar yerlerini daha kullanışlı ve kolay üretilen 45’liklere bırakır. Türkiye’de ilk Batı müziği 45’liğini 1962’de, o dönemin Galatasaray Lisesi’nde öğrenci olan Barış Manço ve topluluğu Armoniler yapar: Twistin’ USA/The Jet.[17]
1963 yılında özellikle orkestra bazında türkü düzenleme akımı kendini göstermeye başlar.[18]  Kentet Dogo (Orkestrası); Şanar Yurdatapan ve Doruk Onatkut’un çaça ritminde düzenlediği Kara Tren türküsüyle büyük ses getirir. Kara Tren, ilerleyen yıllarda, Tülay Gürman’dan Aipay’a pek çok sanatçı tarafından seslendirilir. Aynı dönemde, Türkiye’ye konserler vermek için gelen İspanyol asıllı Miquel Amador bu türküyü hem Türkçe hem de Le Train Noir adı ve Fransızca sözlerle repertuarına alır. Kara Tren, Türkiye’de, Batı tarzında yapılmış ilk türkü düzenlemesidir.[19]
60’lı yıllarda, Türkiye’de, yerel müzikler, dönemin popüler müzik türleri olan iki farklı ve yeni müzik tarzı içinde de gelişmeye başlar. Bunlardan biri Anadolu Pop (ya da Anadolu Rock), diğeri ise arabesktir. Bunlardan Anadolu Pop, daha çok Avrupa’daki gençlik hareket ve eğilimlerinden etkilenmiş bir grup genç müzisyenin Anadolu’nun yerel müzikleriyle, Batı popüler müzik türleri arasında kurmaya çalıştıkları bağın ifadesidir. Bu yönüyle, milli musiki hedefinin kendiliğinden gelişmiş ve millilik tezi içermeyen bir popüler versiyonu gibidir.
Diğer yandan, Orhan Gencebay gibi, iyi düzeyde bağlama çalan, yerel müzik geleneği içinden büyük kente (İstanbul’a) gelmiş genç müzisyenlerin de, müzikal altyapı anlamında daha Ortadoğulu bir üslup benimseyerek, kalabalık yaylı gruplarıyla geleneksel motiflerden yararlanarak yaptıkları bestelere yöneldikleri göze çarpar. Tipik icrasında elektro bağlama denen ve elektrogitar teknolojisinin bağlamaya adapte edilmesiyle karakteristik bir tarz yaratan bu üslup, kısa sürede geniş kitlelerin ilgisini görür. Süslemelerin çokça kullanıldığı, yerli müziklerde ve geleneksel Osmanlı musikisinde kullanılan makamlara dayalı bir üslup geliştiren Arabesk, bir anlamda Türkiye’nin ilk sivil ve kentli müzik hareketi olur.[20]
60’lı yılların başı, grupların da ‘’yerli’’ melodilere ilgi duyduğu yıllardır. Kentet Dogo’nun Kara Tren’inin büyük ilgi görmesinin ardından bazı sanatçılar ve gruplar bu tarz çalışmalara yönelirler. Bunların bir kısmı daha sonra plak olarak yayımlanır ve ilgi görür. Bu ilgi bir anlamda Anadolu Pop’un doğuşunu müjdelemektedir.
Bu dönemde Türk müzisyenlerin yurtdışında yaptıkları çalışmalar da ilgi görür. 1960’lı yılların başında bir yandan yerli beste ve düzenlemeler üretilirken bir yandan da meşhur yabancı şarkılara Türkçe sözler yazılır ve bu şarkılar aslı gibi çalınıp söylenir. O dönemde üretilmiş şarkılardan en önemlisi, İstanbul Radyosu diskjokeylerinden Fecri Ebcioğlu’nun, ‘’C’est ecrit dans le ciel’’ adlı şarkıya Türkçe sözler yazarak oluşturduğu ‘Bak Bir Varmış Bir Yokmuş’ tur. İlham Gencer tarafından seslendirilen bu şarkı, daha sonra ‘’aranjman’’ adını alacak bu türün ilk hit’idir. Aynı yıllarda ortaya çıkan Sezen Cumhur Önal, yabancı şarkıcı ve topluluklara yazdığı Türkçe sözlerle sivrilir. Daha sonra bu tarzın en iyi temsilcilerinden olan Ajda Pekkan, Fecri Ebcioğlu ile beraber çalıştığı dönemde adını duyurur.
Bak Bir Varmış Bir Yokmuş ile çıkış yapan İlham Gencer, kendi işlettiği Çatı adlı gece kulübünde piyanosuyla çaldığı şarkılarla adını duyurur. Sonraları küçük bir orkestra kuran Gencer, aynı kulüpte caz ve ‘’tropikal’’ şarkılar çalar. 60’lı yıllara damgasını vuran Çatı, bir yandan caz icra edilen, bir yandan da yeni müzisyenlerin yetişmesine vesile olan bir okul gibidir.
Bu yıllar, Türkiye’de bir müzik medyasının da yavaş yavaş oluştuğu yıllardır. 50’li yılların sonunda Cumhur Alp, Yelpaze Dergisi’nde pop müzik yazıları yazmaya başlar. Sonraları, bu tür yazıları Milliyet Gazetesi’nde Cüneyt Sermet’le dönüşümlü olarak sürdürür. Daha sonra onlara katılan Doğan Şener, müzik köşesini tam sayfa olarak Milliyet’in Pazar ilavesine taşır. Bu sayfa, 70’li yılların başından itibaren, sonraki dönemde Türkiye’nin en önemli müzik dergisi olacak olan Hey’e evrilir. 60’lı yılların önemli magazin dergilerinden Ses, 24 Kasım 1962 tarihli 53. Sayısından itibaren Renda Pogda tarafından hazırlanan ‘’Müzik Albümü’’ başlıklı sayfalarda her hafta Türkiye ve dünyada gelişen müzik olayları konusunda bilgi verir. Yayıncıları müzisyenlerden oluşan Müzik Ekspres ve Ankara merkezli Melodi, o tarihlerde yayımlanmaya başlayan diğer müzik dergileridir. 60’lı yılların sonuna doğru yayımlanan Diskotek, Hey’in hemen öncesinde etkili olur. Aynı dönemde İstanbul Radyosu ve İstanbul İl Radyosu’nda program yapan Fecri Ebcioğlu ve Aykut Sporel, çaldıkları plaklarla pop müziğini radyoya sokarlar. Bu ikiliye daha sonra Sezen Cumhur Önal’da katılır.
60’lı yılların ilk yarısı, Türkiye’de orkestraların gruplara dönüşümü açısından da önemlidir. Bu dönemde sadece İstanbul’da değil, Anadolu’nun her yerinde birçok grup ortaya çıkar. Bu grupların ortaya çıkmasının en önemli sebeplerinden birisi, askeri darbeden sonra kurulan Müzisyenler Sendikası’nın girişimleri sonucu çıkartılan yasadır. Bu yasayla, yabancı orkestraların yanlarında bir tane yerli orkestra ile çalışma zorunluluğu getirilmiştir.
Türkiye’deki hafif batı müziği çalışmalarını teşvik etmek maksadıyla Robert Kolej öğrencileri tarafından organize edilen Boğaziçi Müzik Festivali’nin ilki 1963 yılında düzenlenir. İlk üç yıl birinciliği Erol Büyükburç alır.
Erol Büyükburç’un Anadolu’yu plakları ve konserleriyle kasıp kavurduğu dönemde Tülay Gürman, Türkiye’de yeni bir tarzın yıldızı olarak parlar. 1964’te Yugoslavya’da düzenlenen Balkan Melodileri Festivali’nde Erol Büyükburç ve Tanju Okan ile birlikte Milli Orkestra’nın solistliğini üstlenen German, bu festivalde seslendirdiği Burçak Tarlası’yla büyük sükse yapar. Festival sonrasında piyasaya çıkan ilk 45’liği Burçak Tarlası/Mecnunum Leylamı Gördüm, çok satar. Bu 45’lik, yıllar sonra Anadolu Pop adını alacak olan türün resmi başlangıcı ve ilk hit’idir.
Burçak Tarlası ilgi görünce aynı tarzda yapılmış çok sayıda plak yayınlanır. ‘’Yerli melodileri Batı sazlarıyla yeniden yorumlama’’ olarak da tanımlanabilecek olan Anadolu Pop, bu tarihlerde hız kazanır. Aslında daha önce de türkü düzenlemeleri yapılmış, yayımlanmıştır. Ancak ortaya çıkan ürünler Batı saunduna daha yakındır. Hatta türkülerin çoğu zaman melodilerini bile kaybetmiş olduğu söylenebilir. Bu yüzden Doruk Onatkut’un düzenleyip orkestrasıyla Tülay German’a eşlik ettiği Burçak Tarlası, melodiye sadık kalınarak yapılmış düzenlemesiyle, bu türdeki ilk plak olarak düşünülebilir. 1962-1965 arası, Anadolu Pop’un önemli isimlerinin müziğe başladığı ya da tanındığı dönemdir.
1965 yılında, Hürriyet Gazetesi tarafından düzenlenen Altın Mikrofon yarışması başlar. Ülke çapında büyük ilgi gören bu yarışma, taşranın da Batı müziği yapan gruplarla tanışmasını sağlar. Yarışmanın en önemli yanı ise birincinin halk tarafından belirlenmesidir. Üstelik yarışmaya katılan sanatçılar, Hürriyet tarafından düzenlenen bir turneyle Türkiye’yi dolaşır ve şarkılarını binlerce insan karşısında canlı olarak seslendirirler.
Altın Mikrofon’un ‘’kazandırdığı’’ müzisyenlerden ikisi Cem Karaca ve Erkin Koray, 60’lı yılların sonlarında yaptıkları çalışmalarla popüler Batı müziğine yeni bir yol açarlar.
Erkin Koray 1957 yılında müziğe başlar. 1963 yılında ilk solo plağı olan Bir Eylül Akşamı/İt’s so long’u çıkarır. 1965’te bir süreliğine Almanya’ya gider ve çalışmalarını orada sürdürür. O dönemde ‘’underground’’ müziği öğrenir. Almanya dönüşü, İngilizce sözlü plakları yayınlanır.
Aynı tarihlerde Cem Karaca birbiri ardına yaptığı 45’liklerle ‘’ulusal Türk müziği’’ akımının öncüsü olarak tanımlanır. Cem Karaca’nın en önemli özelliği, rock’ı türkülere bulaştıran ilk sanatçılardan biri olmasıdır.
Bu akımı takip ederek Anadolu Pop/Rock diye adlandırılan grupta şarkılar besteleyen ve seslendiren diğer önemli sanatçılar ise; Moğollar, Esin Afşar, Modern Folk Üçlüsü (Türkülere çok sesli bir yorum getirmişlerdir.), Üç Hüreller, Barış Manço ve Fikret Kızılok’tur.
Türkiye’de popüler Batı müziği sadece Anadolu pop’tan ibaret değildir. Bir yandan Anadolu pop gelişimini sürdürürken diğer yandan da ‘’aranjman’’ hızla yayılmaktadır. Bestelerin İngilizce yapıldığı, Türkçe söylemenin ayıp sayıldığı bir dönemde ortaya çıkmış ve başarı kazanmış, böylelikle Türkçe bestelerin de önünü açmıştır. Burada, aranjmanları kıran iki isimden söz etmek gerekli: Bora Ayanoğlu ve Timur Selçuk.
Ayanoğlu, yaptığı bestelerle adını duyurmuş bir sanatçıdır. Özellikle Alpay’ın yorumladığı ‘’Fabrika Kızı’’, popüler olmuş ilk yerli beste olması itibarıyla önemlidir.[21]
Timur Selçuk ise yorumladığı Fransız etkili besteleriyle adından söz ettiren genç bir müzisyendir. 1967 tarihli ilk plağı ‘’Ayrılanlar İçin’’ büyük başarı kazanmış, ‘’Sen Nerdesin, İspanyol Meyhanesi, Beyaz Güvercin’’ gibi bestelerle de yerini sağlamlaştırmıştır.
Bu dönemde, kentte, yeni yaşam tarzları ve modalarla birlikte ekonomik ve sosyal anlamda bütün çelişkileriyle göreli bir özgürleşmeden söz edilebilir ve bu özgürleşme, özellikle kamusal alanda kadınlar için de farklı bir hayatı hazırlar. Her türlü kamusal mekanda, günün moda kıyafetleri içinde yer alan kadınların serbest tavırları, artık 45’lik plaklardan yükselen şarkılarla da dile gelir.[22]
1968 yılında bütün dünyada yayılan kitle hareketleri Türkiye’de de etkilerini gösterir. Bu durum ülkemizdeki sosyal, ekonomik ve politik duruma gösterdiği etkiye paralel olarak müziğe de etki etkiler. 1960’lı yıllarda yerleşip palazlanan müzik türleri, bunları üreten ve icra eden müzisyenler ve bunları piyasaya süren müzik endüstrisi ve basını artık güçlenmeye ve kurumsallaşmaya başlamıştır. Bu kurumsal yapı gerek dünyada gerekse ülke içinde oluşan gelişmelere kendi dinamikleri içinde tepki vermeye başlar. Örgütlenir, şirketleşir, birbiriyle rekabet eder ve giderek siyasileşerek kamplaşır.
1972’de, Şanar Yurdatapan ve Atilla Özdemiroğlu tarafından kurulan ŞAT Yapım, Türkiye’nin ilk yapım şirketidir ve oldukça önemlidir. ŞAT, Topluiğne Şarkı Yarışması’nın yapılmasında ve TRT denetiminin kırılmasında da etkili olur.
İzmirli besteci Ali Kocatepe, Bora Ayanoğlu ve Timur Selçuk’un açtığı yoldan ilerleyen ve özgün besteler yapan bir başka isimdir.
Ali Kocatepe’nin çalıştığı en önemli yorumculardan birisi Nükhet Duru’dur. 1974 yılında yaptığı ve iki türkü düzenlemesini seslendirdiği 45’likle (Aklımda Sen/Karadır Kaşları) müzik hayatına atılan Duru, 1977’den sonra Ali Kocatepe ile çalışır, bestecinin Sabahattin Ali şiirleri üzerine yaptığı şarkıları seslendirir.
Nükhet Duru ile birlikte dönemin diğer iki yorumcusu Sezen Aksu ve Nilüfer’dir. Nilüfer ilk plağını 1972’de yapar.[23] Sezen Aksu ise Sezen Seley adıyla yaptığı ilk plağını 1975’te çıkarır. Melodi Plak’ta grafiker olarak çalışırken kendi bestelerini plak yapma imkanı bulan Hümeyra ise 70’li yıllara damgasını vurmuş özgün isimlerden, aynı zamanda pop müziğin en önemli ozan yorumcularından birisidir.
70’li yıllar, pop müziğin gerçekten popüler olduğu yıllardır. Bu dalga, memleketin Avrupa’da da kendini göstermesine vesile olur ve Beyaz Kelebekler, 1975 yılında, ‘’Sen Gidince’’ ile Hollanda listelerinde varlık gösterir. Bu pop müzik adına, hem de Eurovision’a katıldığımız yıl kazanılmış ilk büyük başarıdır. Ancak siyasi hareketlerin tırmanışı, dengelerin değişmesi ve toplumsal muhalefetin güçlenmesi pop müziğini de etkiler. Yıllardır, Anadolu kokulu çalışmalar yapan Cem Karaca, Selda, Edip Akbayram gibi sanatçıların başını çektiği bir ekip, giderek sloganlaşan şarkılar üretmeye başlar. Ali İzzet Özkan’dan Âşık Mahsuni’ye, Âşık İhsani’den Ruhi Su’ya uzanan bir geniş kültürün üzerine sağlam yapılarla oturan bir başka tür, bir anda gelişir. Yılların romantik şarkıcısı Timur Selçuk, 1977’de yaptığı tümüyle politik şarkılardan oluşan albümünü, Hey Dergisi’ne şu sözlerle tanıtır: ‘’Sesim tüm dünyada, Türkiye’de yaşayan ezilenlerin, zulüm çekenlerin sesi.’’
Politik müziğin yükselişe geçmesi yeni yorumcuları ortaya çıkarırken pop müziğin ünlü sesleri toplumsal mesajlar içeren şarkılar üretmeye başlar: Metin Ersoy, İskender Doğan, Füsun Önal, Tanju Okan bunlardan birkaçıdır. Kimi Ali Rıza Binboğa gibi köylücü şarkılar üretirken, kimi de Yeşim gibi ciddi çalışmalara imza atar.
1960’lı yıllarda, popüler sanatçıların, türkülerini yorumlamayı tercih ettiği isim Aşık Veysel’di. 1970’li yıllarda Cem Karaca, Selda, Edip Akbayram gibi politik misyon üstlenmiş sanatçılar Mahsuni Şerif türküleri söylerken, Barış Manço, Tülay, Neşe Karaböcek gibi kaygısı olmayanlar Neşet Ertaş türküleri söyler ve bu sanatçılar tarafından yorumlanan türküler daha çok kentlerde ilgi görür.
Müzik açısından diğer önemli bir unsur da gazinolardı. Gazinolar eğlence hayatını renklendiren mekânlardı. Gazinolar; şarkı programları ve eğlenceleriyle tam bir program sunuyor ve orta sınıfa uygun fiyatlarıyla büyük bir kesime hitap ediyordu. Gazinolar 70’li yıllarda en çok rağbet gören eğlence mekânları haline gelir. Zeki Müren dâhil birçok ünlü isim biraz da gazinolar sayesinde popüler hale gelir.
Bu dönem (1960-1980 arası), toplumun, devletin, kurumların hızlı bir değişime uğradığı, kabuk değiştirdiği, siyasi ve ekonomik krizlerin hayatın bir parçası olduğu, büyük sıkıntı ve acıların yaşadığı yıllardır. 1970’lerin sonlarına doğru ülke ekonomisi iyice bozulur. Yüksek enflasyon, ekonomik krizler, işsizlik vb. sıkıntılar iyice artar. Bu durum iyice güçlenmiş olan işçi sendikalarının organize ettiği işçi eylemlerini ve politik karışıklıkları daha da körükler. Bu eylemler ve politik gerginlikler politik şiddeti artırır. Güvenlik problemleri, işyerlerini işgal etme, hatta yakma, döviz yokluğundan sanayi için gerekli ara mallar ve yatırım mallarının ithal edilememesi gibi sebeplerle sanayi üretimi daha da düşer. Ülkede büyük bir kargaşa yaşanmaya başlar. Asıl görevleri halkın sorunlarına çözüm üretmek olan politikacılar, çözüm üretemedikleri gibi kendileri sorunun bir parçası haline gelirler. Bu durum toplumu bir umutsuzluğa, karamsarlığa ve infial haline sokar. Bu ruh hali de müziğe yansır.
Sıkıntı olan yerde isyan olur, protesto olur, eleştiri olur. En sıkı rejimlerde bile bu bir şekilde dile gelir. Bunun da en yoğun dile geldiği alan sanattır, müziktir. Türkiye’de de benzer gelişmeler olmuştur. Sosyal sorunlara duyarlı sol kesimler, halk müziği temelinden de yararlanarak bu tavrı göstermeye çalışırlar.
Âşık Ali İzzet Özkan, Âşık Mahsuni, Âşık İhsani gibi isimlerle şekillenen bu üslup, sol kesimin sözcülüğünü üstlenir. Bu anlamda protesto geleneği, önceleri Ruhi Su ile 1970’lerin ortalarından itibaren ise Zülfü Livaneli, Rahmi Saltuk, Sadık Gürbüz gibi bağlama çalan yorumcular tarafından sürdürülür.[24] Sağ kesimler ise kendilerini; sistemi ve devleti koruyan bir pozisyona koyduklarından etkili bir protesto tarzı geliştiremez.
Bunların yanında, çoğu araştırmacının, köyden kente plansız göç ve gecekondulaşma sürecinin yarattığı ve beslediğini, ekonomik krizlerin de katkıda bulunduğunu iddia ettiği, isyankâr diye tabir edilen bir müzik türü de vardır: Arabesk. Bazı araştırmacılar, bu müziğin popülerleşmesinin başlangıcı olarak kabul edilen Orhan Gencebay’ın ilk kasetinin gözde parçası ‘’Batsın bu dünya!’’ diye başlayan şarkıyı örnek göstererek bu türü bir protest müzik, bir başkaldırı müziği, bir isyan müziği olarak tanımlama çabalarına girmektedir. Oysa, bu türün bilinen parçalarına bakıldığında böyle bir toplumsal başkaldırı, yönetime ve ondan kaynaklandığı düşünülen haksızlıklara isyan etme olmadığı görülür. Bu müzik bir sıkıntıyı dile getirmektedir, bir isyan söylemi de vardır ama bu isyan sisteme değildir, kaderedir. Sıkıntıların sebebi ya felektir, ya kaderdir ya da yaradan. İsyan da, somut olmayan bu varlıklaradır.
Bu yönüyle isyan ediyormuş gibi konuşan Arabesk aslında baş eğicidir, edilgendir, kadere isyan eder ama kaderine de razıdır. Sorunları net olarak ortaya konamadığı için problemleri de çözümsüzdür. Devlete, toplumsal bir gruba veya sisteme isyan etmez, saldırmaz. Kader ve felek elle dokunur varlıklar olmadığı için nefretini dışarıda var olan bir nesne veya varlığa da yönlendiremez. Bu sebeple boşalamaz. Onun için nefreti ve düşmanlığı, bu kötü kaderin sahibi ve doğal olarak hak edeni olan kendine yönelir. Kendini jiletler, uyuşturucu kullanma ve yoğun içki kullanma eğilimleri vardır. Günümüzün moda deyimi ile anksiyete bozukluğu emareleri gösterir.
Başta; ‘’Batsın bu dünya/Bitsin bu rüya/Ağlatıp ta gidene yazıklar olsun’’ diye hızlı bir isyan havasında başlayıp; ‘’Kula kulluk edene yazıklar olsun.’’ diye sınıfsal bir eleştiriyi andıracak sözleriyle bazılarını heyecanlandırmaya başladıktan hemen sonra hayal kırıklığına uğratır; ‘’Ben ne yaptım kader sana/ Mahkûm ettin, beni bana/Her nefeste bin sitem var/Şikâyetim yaradana’’.
Şarkıdan anlaşıldığı kadarıyla; kadere, hatta yaradana bile sitemde ve şikâyette bulunan Orhan Gencebay’ın, öyle iddia edildiği gibi, devlete, sisteme veya aslında mevcut durumun esas sorumlusu olabilecek herhangi birine bir itirazı yoktur.
Ancak şu da bir gerçektir ki bu türün kendi içinde çok kaliteli örneklerini icra eden şarkıcılar ve çok güzel besteler de vardır. Bu da Arabesk’in popülerleşmesinde çok önemli bir rol oynamıştır. Bu türün en başarılıları, zaman içinde ‘’Babalar’’ diye tabir edilen Orhan Gencebay, Müslüm Gürses ve Ferdi Tayfur gibi günümüzde bile saygınlığını koruyan şarkıcılardır. Arabesk furyasında mantar gibi çoğalan ancak yine mantar gibi kısa ömürlü olan birçok şarkıcı, bu arada çocuk şarkıcılar da ortaya çıkar ancak çoğu kalıcı olamaz.
1970’lerin sonlarına gelindiğinde; artık klasik eserlerinin bazı radyo programları dışında pek söylenmediği, popüler türlerinin gazino ve şarkılı sinema filmleri sayesinde hala yaygın olarak söylenip talep gördüğü ve ilginç bir biçimde yine seçkin olarak telakki edilen Türk Sanat müziği, politik ve sloganlaşmış türlerinin artmasına rağmen hala varlığını yaygın bir şekilde devam ettiren halk müziği, oldukça popüler olan ve giderek daha da yaygınlaşan arabesk ve uzun bir oluşum sürecinden sonra artık yerel üretimi de olan ve bir taban edinmiş bulunan, o günlerin moda ifadesiyle, Türkçe Sözle Hafif Müzik türleri piyasaya hâkim şekilde varlıklarını sürdürmektedirler.
1980 yılında meydana gelen askeri darbe ile artık Türkiye’deki her şey gibi müzik te tamamen değişen şartlara uyum sağlayacak, bazı türler etkinliğini artırırken bazıları da gerilemeye başlayacaktır. Askeri darbenin ardından politik müzik yapan şarkıcıların tamamına yakını yurt dışına kaçar. Bunun yanında askeri yönetim tarafından bu tür şarkı ve şarkıcılar yasaklanır. Bu yasaklama öyle noktalara gelir ki, politik hiçbir yönü olmayan Bülent Ersoy gibi şarkıcılar bile nasibini alır. Eskinin büyük isimlerinin çoğu ortadan çekilince meydan devletle veya sistemle sorunu olmayan, her üzücü şeyi kadere ve feleğe bağlayan, kaderine razı ve pasifist türlere kalır. Eskinin büyüklerinin hala ülkede kalanlarına da bu ürkeklik sirayet eder ve yükselen arabesk onları da etkiler. Bu dönemde Türk Sanat Müziği’nin paşası Zeki Müren bile arabeske bulaşır. Hatta Anadolu Rock’un babalarından Erkin Koray’ın yeni şarkılarında bile arabeskleşme etkilidir. O dönemde yaptıkları şarkılara bakınca Sezen Aksu ve Nilüfer gibi popun yıldızlarının bile oldukça arabeskleştikleri görülebilir.

Sonuç:
Konumuzun başında müziğin hayatın bir uzantısı olduğunu, hayattaki tüm değişimlerden etkilenen canlı bir organizma olduğunu belirtmiştik. Türkiye’de müziğe ve müzikteki değişime baktığımızda bunda ne kadar isabetli bir hükme varmış olduğumuz görülmektedir.
1980 yılına gelindiğinde var olan müzik artık Osmanlı’dan Cumhuriyete miras bırakılan müzikten oldukça farklıdır. Cumhuriyetin ilk yıllarında devlet eliyle milli müzik yaratma projesi ve batı müziği yönünde yapılan yatırımlar zaman içinde gelişerek bir klasik müzik potansiyeli ve onu dinleyen küçük te olsa bir kitleyi oluşturmuş, halk müziğini batı formları ile işleme düşüncesi amaçlananın aksine Anadolu Pop/Rock gibi Batı popüler formları içinde kendiliğinden ürünler vermiş, baskılanan Klasik Türk Musikisi ağır formlarını bırakarak şarkı türlerine ağırlık vermiş ve popülerleşmiş, Halk Müziği ise diğer formlara kaynaklık etmeye devam ederken kendi kanallarında gelişerek popülerleşmiş, bu arada Arabesk gibi yepyeni ve karma türler de ortaya çıkmıştır.  
Aslında bu durum esas olarak uzun süreli bir tarihi, ekonomik ve sosyal gelişimin de bir sonucudur. Cumhuriyet kurulduğunda ortaya konan modern ulus ve devlet yaratma ideali hızlı bir sanayileşme girişimine sahne olur. Ancak; savaştan yeni çıkmış, hemen hemen hiçbir önemli sanayi birikimi olmayan, ağırlıklı olarak tarımla geçinen bir ulusun bunu hemen gerçekleştiremeyeceği görülür. Bu sebeple, uygulamaya konan ‘’Devletçilik’’ politikası ile özel sektör bazı alanlarda serbest bırakılırken ağır sanayi, silah, tekel maddeleri konularında yatırımlar devlet eliyle yapılır.
Yukarıda incelediğimiz bölümde gördüğümüz gibi bu dönemde müzik te devlet kontrolü ve müdahalesine maruz kalır ve bu kontrolün etkisiyle bazı gelişmeler gösterir.
Bu dönemde, özellikle 2’nci Dünya Savaşı sırasında artan tarım ürünleri fiyatları sebebiyle büyük toprak sahibi çiftçilerin, savaşan ülkelere bu ürünleri satan tüccarların ve henüz emekleme döneminde olan sanayicilerin elinde önemli miktarda sermaye birikir. Mevcut devletçi sistem, her şeyi olmasa da çoğu şeyi kendi tekeline aldığından, bu sistem, elinde sermaye biriken çevrelerin bu sermayeyi yatırıma dönüştürmesine engel olarak görülür.
Dünyada ve Türkiye’de 2’nci Dünya Savaşı ve sonrasında oluşan ortamın da dayatmasıyla çok partili sisteme geçilir. İşte bu süreçte, sermaye birikimi yapan çevreler, özel sermayeye ağırlık vereceğini ve liberal ekonomik politikalar uygulayacağını vadeden Demokrat Parti’yi destekler ve iktidara getirirler. Demokrat Parti döneminde bu sermaye sahipleri, devlet sanayi kuruluşlarında bir tecrübe ve birikim sahibi olan personeli de yanına alarak yatırımlarını artırırlar. Bu arada, ithalat serbestisi de yeni zenginler yaratır. Ancak ithalatın serbest bırakılması yerli üretimi zorlar, dış ticaret açığını da artırır. Ülkede üretilen malların rekabet yeteneğinin yetersizliği sebebiyle yabancı malların piyasaya hâkim olması sanayicileri ve bazı devlet yöneticilerini yeni arayışlara iter.
Bu dönemde yabancı ithal mallar gibi ve aynı mantıkla yabancı müzikler de ülkemize girer ve orijinal olarak icrasına özellikle önem verilir.
1960 askeri darbesinden sonra, değişik bir anlayışla planlı ekonomiye tekrar geçilirken uygulamaya konan ithal ikameci ekonomik politikalar kapsamında yerli sanayici teşvik edilir ve yüksek gümrük vergileriyle korunur. Bu tarihten itibaren sanayide hızlı bir gelişme meydana gelir. Bu da kırsaldan kente gelen göç hareketini hızlandırır. Yeni ve örgütlü bir işçi sınıfı ile birlikte kentleri kuşatan geniş bir gecekondu muhiti ortaya çıkar. Dünyada ortaya çıkan kitle hareketleri ve ideolojik hareketler başta işçiler olmak üzere her kesimi etkiler.
1960-1970 arasında müzikte de bir yerli üretim canlanması ve yeni türlerin ortaya çıkması süreci yaşanır. Başlangıçta aranjman gibi sadece yabancı şarkılara Türkçe söz yazmakla başlayan girişimler halk müziği gibi yerli hammaddelerin Batı popüler formları ile işlenerek yeni ürünler üretilmesiyle devam eder ve nihayet tamamen yerli ve özgün popüler şarkılar üretilir. Bu dönemde Arabesk gibi türlerin de temelleri atılır. Bu arada anayasanın yarattığı özgürlükçü ortam toplum ve özellikle kadın yaşamına, bu arada şarkılara da yansır. O dönemin fotoğraflarına ve şarkı sözlerine baktığımızda ahlaki sebeplerle bugün bile bazı kesimlerce eleştirilen çok serbest kıyafetler içindeki kadın şarkıcıların gayet serbest bir yaşamı anlatan şarkıları söyledikleri görülür. Bundan sonra kadın şarkıcılar sadece söylediği şarkılarla değil yaşam tarzlarıyla da gündeme gelmeye başlamışlardır.
1970 yılında anayasanın aşırı özgürlükleri bazı kesimleri rahatsız etmeye başlamıştır ve kısmi bir askeri müdahale ile bu özgürlükler törpülenmeye çalışılır. Bundan sonra uygulanan, ileri ithal ikameci denilen ve sanayiciye ucuz kredi, sanayicinin ihtiyaç duyduğu ara malların devlet tarafından üretilmesi vb. uygulamaları da içeren ekonomik sistem sanayi üretimini daha da artırır. Halkın güncel hayatında kullanmaya başladığı, televizyon, çamaşır makinesi vb. mallar yurt içinde üretilmeye başlar. Devlet sanayicisine canlı bir iç Pazar sağlamak için hemen her kesime sübvansiyonlar vb. ile kaynak aktarır. İç talep canlanınca sanayici kesim daha da güçlenir. 1970’lerin sonlarına doğru ortaya çıkan politik çatışmalar ve grevler sanayici ve sermaye sahiplerini sıkıntıya sokar. Grevler, enerji fiyatlarında artış, döviz yokluğu vb. sebeplerle fabrikalar çalışamaz ve üretim azalır. Karaborsa ve kaçakçılık artar ve bundan faydalanan yeni zenginler ortaya çıkar. Artık herkesin üzerinde hemfikir olduğu bir husus vardır; ülkenin huzur ve güvene ihtiyacı olduğu.
Bu dönemde görüldüğü gibi halkın büyük kesiminin sıkıntılar yaşadığı, iç çatışmaların, ideolojik hareketlerin, karaborsaların, yoklukların, yüksek enflasyonların yaşandığı ve toplumun bunalımlarını bir türlü aşamadığı bir buhran dönemidir adeta.  Bu durum müziğe de yansır. Sol kesimin sloganlaşan popüler şarkıcıları ve bazı halk ozanları bu bunalıma sorumlu arama derdindedir. Devleti ve burjuva kesimini suçlu ilan ederler ve isyanlarını devrim vb. ifadelerle ortaya koyarlar. Bir de şehirden kente gelmiş, kentli olamamış ancak köy ile de bağları kopmuş, aynı zamanda ekonomik sıkıntılar içinde şehirlerin kenar semtlerinde yaşayan, daha dindar, daha gelenekçi ve daha ataerkil olan gecekondu kesiminin bunalımlarının yarattığı ve beslediği söylenen Arabesk müzik ortaya çıkar ve hızla yayılır. Bu tür sol veya sağ söylemi olan şarkılara göre daha pasifist, daha dişi ve daha itaatkâr bir tür olduğundan daha tehlikesizdir. İsyanı sisteme değil feleğe veya kaderedir, politik değil kadercidir.
Sanayici ve sermayedarlar 1970’lerin sonlarına doğru artık iç piyasayla yetinemeyeceklerini düşünmektedirler. Dünya pazarlarına açılmanın zamanı gelmiştir. 1980 yılında askeri darbe yapılır. Eski özgürlükçü anayasa kaldırılır ve ülkenin yeni şartlarına daha uygun olduğu düşünülen yeni bir anayasa yapılır.
1980 darbesinden sonra ideolojik olmayan, isyankâr değil itaatkâr olan Arabesk, yönetim kesimlerince de zararsız bulunduğundan müdahaleye uğramadan gelişir ve yaygınlaşır. Öyle ki diğer türler bile bu türden etkilenerek eserler verir.
Konumuzun başında müziği tanımlarken müziğin hayatın bir parçası olduğunu, ondan etkilendiğini, onu yansıttığını belirtmiştik. Kısaca özetlediğimiz bu gelişmeler de ülkemizde yaşayan her kesimden insanın hayatını şekillendiren gelişmelerdir. Dolayısıyla müzik te bu gelişmelere göre değişim göstermiştir.
Elbette müziğin sadece ülkenin sosyal yapısı, politik yapısı ve ekonomisindeki değişikliklerin etkisine göre değiştiğini ve geliştiğini söylemiyoruz. Din gibi, coğrafya gibi, iklim gibi, kültür gibi faktörlerin de etkisi olmuştur müzik üzerine. Ancak görülen odur ki; sosyal, ekonomik ve siyasal gelişmeler daha belirleyici olmuş, hatta diğer saydığımız faktörleri bile değiştirmiştir.
Hayat değiştikçe, geliştikçe ve çeşitlendikçe müzik te bu yolu takip etmiştir. Kimi türler uygun bir iklim ve toprak bularak kökleşmiş, gelişmiş, dönüşmüş; kimileri de dönemsel ve mevsimsel olmuş ve kısa dönemde etkinlikleri azalmıştır.
Türk müziği ve müzik tarihimiz ile ilgili diğer yazı için buraya tıkla yınız.

Kaynaklar:
http://tdkterim.gov.tr/bts/ (BSTS/BSTS/Eğitim Terimleri Sözlüğü 1974)
http://www.ahmetnuray.com/kucuk_resimler2/resim.asp?id=1428
BALKILIÇ Özgür (2009), Cumhuriyet, Halk ve Müzik, Türkiye’de Müzik Reformu,1922-1952, Tan Kitabevi Yayınları, Ankara.
BUDAK Ogün Atilla (2006), Türk Müziğinin Kökeni-Gelişimi, Phoenix Yayınevi, Ankara.
ÖZTÜRK Okan Murat (2002), SCA Müzik Vakfı, ‘’21. YY Başında Türkiye’de Müzik Sempozyumu Bildirisi, Ankara.
MERİÇ Murat (2006), Türkçe Sözlü Hafif Batı Müziği, Pop Dedik, İletişim Yayınları, İstanbul.
AKSOY Bülent (2008), Geçmişin Musiki Mirasına Bakışlar, Pan Yayıncılık, İstanbul.
http://www.anatolianrock.com/topic-a-17-2640-3.htm
YILDIZ Burcu, ÇELİK Fehmiye (2006), Şarkılar Bir Pusula:Türkiye’de Popüler Müzik ve Kadın(1960-1980), Ankara.


[1] http://tdkterim.gov.tr/bts/ (BSTS/BSTS/Eğitim Terimleri Sözlüğü 1974)
[2] http://www.ahmetnuray.com/kucuk_resimler2/resim.asp?id=1428
[3] Bu müzik türü, değişik yerlerde; ’’Osmanlı Klasik Müziği, Klasik Türk Müziği, Türk Sanat Müziği’’ gibi değişik adlarla anılmıştır.     Burada kastedilen aynı müzik türü olmakla birlikte buna değişik dönemlerde değişik isimler verilmiştir. Biz de değişik dönemlerde bu müzikten bahsederken o dönemde kullanılan isimleri kullanmaya çalıştık.
[4] Özgür BALKILIÇ, Cumhuriyet, Halk ve Müzik, Türkiye’de Müzik Reformu,1922-1952, Tan Kitabevi Yayınları, Ankara, 2009, s.78,79
[5] Ogün Atilla BUDAK, Türk Müziğinin Kökeni-Gelişimi, Phoenix Yayınevi, Ankara, 2006, s.108
[6] BUDAK, age., s.94,95
[7] BALKILIÇ, age. s.80-89
[8] BUDAK, age, s.112
[9]  BALKILIÇ, age. s.91-93
[10] Okan Murat ÖZTÜRK, SCA Müzik Vakfı, ‘’21. YY Başında Türkiye’de Müzik Sempozyumu Bildirisi, Ankara, 2002
[11] Murat MERİÇ, Türkçe Sözlü Hafif Batı Müziği, Pop Dedik, İletişim Yayınları, İstanbul, 2006, s.28-29
[12] MERİÇ, age., s.28-29
[13] BALKILIÇ, age. s.98,99
[14] ÖZTÜRK, age.
[15] MERİÇ, age., s.29,30
[16] Bülent AKSOY, Geçmişin Musiki Mirasına Bakışlar, Pan Yayıncılık, İstanbul, 2008, s.269
[17] MERİÇ, age., s.31
[18] http://www.anatolianrock.com/topic-a-17-2640-3.htm
[19] MERİÇ, age., s.32
[20] ÖZTÜRK, age.
[21] MERİÇ, age., s.33-43,
[22] Burcu Yıldız, Fehmiye Çelik, Şarkılar Bir Pusula:Türkiye’de Popüler Müzik ve Kadın (1960-1980), Ankara, 2006
[23] MERİÇ, age., s.35-61
[24] ÖZTÜRK, age.