Bize Harp Akademisinde sürekli söylenen bir şey vardır. ‘’Harp
tarihi askerlik sanatının labratuvarıdır.’’ Sanırım siyaset bilimi içinde
benzer şekilde; ‘’Tarih siyaset biliminin labaratuvarıdır.’’ denilebilir. Şimdi
ben de bu çerçeveden bakarak dünya siyaseti açısından önemli konularda, bazı
düşüncelerimi açıklamaya çalışacağım.
Amerika’nın yükselişi ve 20’nci yüzyılın dominant gücü
haline gelmesi sürecinin 2’nci dünya savaşı ile başladığı kabul edilir. Bunu
öne sürerek bazı yorumcular, ABD’nin bu tahtından indirilip başka bir gücün bu
konuma gelmesi için yine büyük bir savaşın meydana gelmesi gerektiğini ileri
sürmektedirler. Hatta savaşın ne zaman başlayacağına dair tahminlerde bile bulunmaktadırlar.
Ben kişisel olarak bu görüşlere katılmasam da bunu iddia eden çoğu
batılı olan yorumcuların, Çin’in yükselişini hazmedemeyen bu tavrını
anlayabiliyorum. Yüzyıllardır, altyapısında felsefi ve bilimsel ırkçılık
kalıntıları bulunan batılı kendini
beğenmişlik, derin bir inanç bunalımı yaşamaktadır.
Dünya’yı Romalılardan beri uygar (Batılı-Avrupalı) ve
barbarlar (doğulular-Asya ve Afrikalılar) mantığıyla gören batılı zihniyet,
herşeyi Batının yapabileceğini, diğerlerinin ancak Batıyı takip edebileceğini,
Batının sırf Batıda olduğu için değil; ırk, din, kültür vb. faktörler açısından
da üstün olduğu düşüncesini bir türlü kafasından atamamaktadır. Ancak son
yıllarda bu inancına ters gelişmeler ortaya çıkınca Sarte’ın kitaplarında tarif
ettiği bulantı teorisine benzer şekilde duygusal bir bunalım yaşamaktadır.
Yüzyıllardır aşağıladıkları sarı ırkın bir temsilcisi olan Çinliler,
üstün ari ırkı her alanda geçmek üzeredir. Tarihte hiç kimsenin yakalayamadığı oranda
hızlı bir şekilde büyüyen, teknolojik alanda ve özellikle askeri teknolojide
hızla gelişen, kültürel ve siyasi alanda güçlenen ve dünyayı etkileyebilme
kapasitesine ulaşmış olan Çin’in bu gelişimini bir türlü kabul
edememektedirler.
Okuduğum bazı yabancı yayınlarda, bu zihniyetteki Batılı
yorumcular yoğun bir şekilde, yukarıda da belirttiğim çarpık bir takım teoriler ileri sürmektedirler. Yani kısaca, muhtemel bir ABD-Çin savaşının tellallığını yapmaktadırlar.
Bunlar bu teorilerine destek olması için tarihi örnek
göstermektedirler. Fakat bu yorumcuların kaçırdıkları bazı hususlar olduğu
kanaatindeyim.
Bir defa ABD; bu
konumuna gelmek için katıldığı savaşta o zamanki süper güç olan İngiltere ile
savaşmamış aksine onun yanında yer almıştır.
İngiltere de 19’ncu yüzyılda bu süper güç olma niteliğini
yayılmacı Fransa ile mücadele eden Hollanda’dan almıştı. İlginç bir şekilde
İngiltere de Hollanda’nın müttefikidir.
Geriye doğru gitmeye devam edersek Hollanda da bu ünvanını; kendisi
İspasya güdümünden kurtulduktan sonra, İspanya ile Mücadele eden Portekiz’den
devralmış, Portekiz ise bu ünvanı İspanya-Fransa ve Osmanlı İmparatorluğu
Akdeniz hâkimiyeti için mücadele ederken Ümit Burnu’nu keşfedip Avrupa’daki
Venedik ticari hakimiyetine son verdikten sonra ele geçirmiştir.
Evet, her süper güç büyük bir mücadele ve çatışmanın
ardından ortaya çıkmış ancak bu yeni güçler hiçbir zaman eski süper güçler ile
mücadele etme durumunda olmamıştır. Görüyoruz ki dünya çapında süper güç olmak
için eski süper güç ile bir savaş zorunlu değildir.
Çin ve ABD arasında silahlı bir devir teslim savaşı oldukça düşük bir ihtimaldir. Çünkü, bugün iki büyük güç arasında ortaya çıkabilecek bir savaş
açısından durum geçmişe göre çok daha fazla risklerle doludur. Hem Çin, hem ABD
için doğrudan bir çatışmanın maliyeti elde edebilecekleri avantajlardan çok daha
büyük olacaktır.
Japonya’ya atom bombası atıldığından beri savaşların
karakteri köklü olarak değişmiştir. Bu savaştan sonra Batı ile Sovyetler
Birliği arasında yaşanan mücadelede tarihte ilk defa çok yeni bir doktrin
ortaya çıkmıştır: Karşılıklı Yok Olma Garantisi Doktrini. Bu doktrine göre nükleer
güce sahip hiçbir devlet eğer ikinci darbe yeteneğine de sahip ise, hiçbir
zaman kendisi ile aynı yeteneklere sahip bir başka devletle sınırsız bir savaşı
göze alamaz. Çünkü her iki devlet te bilirler ki rakibinin imhası aynı zamanda
kendisinin de imha olması anlamına gelecektir.
Soğuk savaş süresince, bu sebepten dolayı, her iki taraf ta
bazı sınırlı çatışmalar hariç genel bir savaşı göze alamamıştır.
Bu gün durum eskiye göre daha da karmaşıktır. Çünkü sadece
nükleer bir savaşta değil, ekonomik bir savaşta bile savaşan tarafların her
ikisi de yıkıma uğrayacaktır. Bu gün ABD ve Çin ekonomik ilişkilerine
baktığımızda bu durum çok açık olarak görülebilir.
Bunlar adeta iç içe girmişler ve ancak birinin varlığı ile
diğeri varlığını sürdürebilmektedir. ABD, Çin’in en büyük pazarı durumundadır.
Çin büyümesini sürdürmek için canlı ve güçlü bir ABD ekonomisine ihtiyaç
duymaktadır. Öte yandan ABD de aynı şekilde gücünü sürdürmek için Çin’e
ihtiyaç duymaktadır. ABD dış ticareti sürekli açık vermektedir. Ekonomik olarak
varlığını devam ettirmek için ABD’nin bu açığı kapatacak paraya ihtiyacı
vardır. Bunu da Çin sağlamaktadır. ABD, Çin mallarını satın alırken Çin de ABD
tahvillerini satın alarak ABD ekonomisini finanse etmektedir.
Yani ABD ve Çin; ekonomik olarak ortak organları olan
yapışık ikizler gibidir. Nasıl böyle bir yapışık ikiz ameliyatla ayrılınca
ikisi de ölürse, ABD ve Çin arasındaki bir savaş ta ikisinin de mahvolmasına
sebep olur. Bazı uzmanlar bu duruma; ‘’Kapitalist barış.’’ adını vermektedir.
Ama yine de iki ülke birbiri ile ileride olabilecek bir
savaş için hazırlanmaktan da geri durmamaktadır. Çin nükleer alanda, uzay
boyutunda ve denizcilik alanında askeri yatırımlarını artırırken, ABD, Çin’in
enerji ihtiyacına yönelik konumlanmasını sağlamlaştırmaktadır.
Çin çok fazla enerji tüketmeye başlamıştır. Kendi
kaynaklarından bu ihtiyacını karşılayamamaktadır. Petrol ihtiyacının çoğunu
Orta Doğu’dan sağlamaktadır. ABD ise; hem Orta Doğu’yu kontrol etmek, hem de Ortadoğu
petrollerinin Çin’e taşınması aşamasında kullanılan deniz yollarını herhangi
bir savaşta kesebilmek için deniz kuvvetleri ve değişik bölgelere dağılmış
üslerini kullanma yönünde hazırlanmaktadır. Hatta Çin’in Afrika’ya açılması
üzerine ABD; Afrikom adıyla yeni bir kuvvet dahi oluşturmuştur.
Diğer bir gerilim alanı da Tayvan'dır. Çin en önemli milli mesele olarak Tayvan'ın ana vatandan ayrılmış olmasını görmektedir. Tayvan’ın bağımsızlığının tanınmasını savaş sebebi saymaktadır.
ABD ise Tayvan’ı resmi olarak tanımamakla birlikte bu ülkeyi Çin’e karşı her
türlü vasıta ile desteklemektedir.
Çin;in bu sorunlar yüzünden ABD ile bir savaşı göze alabileceğini söyleyenler yanında bir de Çin bu şekilde büyümeye devam ederse ABD’nin bunu engellemek
için mutlaka bir çatışma çıkaracağını öne süren bazı yorumcular vardır. Bu
kişiler; ABD yönetiminin Orta Doğu’da yaptığı gibi demokratikleşme söylemini
işleyerek bir saldırıya haklılık çıkarmaya çalışabileceklerini iddia
etmektedirler. Bence bunlar aşırı ve abartılı tahminlerdir.
Yukarıda da açıklamaya çalıştığım gibi Çin ABD'ye saldıramaz ve ABD de Çin’e karşı
doğrudan bir saldırıyı göze alamaz. Ancak bu durum ABD'nin ortaya çıkacak bir süper Çin’i hemen kabul edeceği anlamına da gelmez. Bunu engellemek için Çin'e karşı saldırgan bazı davranışlar sergileyebilir ve hatta Çin’e saldırabilir, ama doğrudan değil de başka vasıtalarla.
Mesela Doğu Türkistan, İç Moğolistan ve Tibet’te isyanlar çıkarıp bunları
destekleyebilir. Nitekim Uygur direnişinin liderlerinden Rabia Kadir’e ABD’de sığınma
hakkı vermiştir. Bunun yanında demokratikleşme taleplerini ve iç direnişleri de
destekleyebilir.
Ancak tüm bunlara rağmen bir sonuç alamazsa yapabileceği
fazla bir şey de yoktur. Nasıl İngiltere ünvanını barışçıl bir şekilde ABD’ye
devretmiş ise aynı şekilde ABD’de bunu Çin’e devredebilir. Ama kontrolü tamamen
kaybetmemek için, eski rakibi Rusya başta olmak üzere; Japonya, Avustralya,
Hindistan ve hatta Pakistan ile değişik kombinasyonlar içinde ittifaklar da kurabilir. Veya hiç beklenmedik şekilde İngiltere'nin kendisi ile yaptığı gibi
dünya düzenine yön vermek için Çin ile işbirliğine bile gidebilir.
Her ne olursa olsun ABD, Çin ile ilişkilerini yeniden
düzenlemek ve Çin’i anlamaya çalışmak zorunda kalacaktır. Çünkü şimdiye kadar
saydığımız her ihtimal sadece bir tahmin olmaktan öteye gidemezken Çin’in hızlı
ekonomik ilerleyişi ve dünyanın bir numaralı gücü olma yönünde gösterdiği
gelişme ise açık birer gerçektir.
Bu sebeple her iki ülke de yeni şartlara ayak uydurmak için
çok dikkatli davranmak zorundadır. Bu yeni duruma barışçıl bir geçiş sadece
Waşhington’un davranışına da bağlı değildir. Beijing’in de yeni duruma uygun
barışçıl bir anlayış geliştirmesi gerekmektedir.
Saygılar sunarım.3.11.2013
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder